Toplumu Yalana mı Feda Ettik?

Bu yazı, “risk” yerine “kriz”le boğuşmayı tercih eden ülkenin hazin hikayesi. Yalan ile gerçeğin arasına sıkışmış hikayemizde en küçük birim olan bireyden, kümelendiği toplumsal gruplara kadar yol alan örneklemler bulacaksınız. Sıradan bir örnekle başlayalım;

Sabah güvendiğiniz bir sosyal medya hesabından A lehinde bir şeyle karşılaştınız kanıt olmadan inandınız. İtiraf edin neredeyse her gün oluyor. Daha sonra başkaları karşınıza B argümanıyla çıktı… Neden B’ye inanmak için kanıt aramaya başlıyorsunuz?… O ilk inanma sürecinde böyle dertlenmemiştiniz, neden? Kapalı grup olduğu için yakın durduğunuz WhatsApp’dan saçma sapan ses kayıtları geliyor, rastgele dolaşıyor ortalıkta… Buna da inanıyorsunuz. Ya doğru değilse!… Çürütülme sürecinde nerede duruyorsunuz; hiçbir yerde ya da karşısında. Peki neden? O inanca o kadar yatırım yapmışsınız ki… Her şeyden önce siz de paylaşmışsınız, itiraz eden olursa, karşı çıkmışsınız. Yalan olduğunu kabul ederseniz, kendinizi aptal gibi hissetmeyecek misiniz? Bu noktadan sonra vazgeçmek mümkün mü? Sanki imkansız, değil mi… Ön yargı, en temel becerilerimizi bile siliyor.

Size yalanla gerçeğin hikayesini anlatmaya devam edeceğim… bir de kurumsal yönden bakalım;

“Protection-production” olarak tanımlayacağımız “koruma ve üretim” sarmalı. Malum korumaya aşırı yöneldiğiniz zaman üretim, üretime aşırı yöneldiğiniz zaman da koruma yapamıyorsunuz. Aşırı kar hedeflerseniz, korumaktan vazgeçmişsiniz demektir. Bir gün tökezleyip, muhtemelen çakılacaksınız… söylüyoruz. Yeni bir kavram doğuruyor…

“Acceptable risk” (kabul edilebilir risk); risk olmadan iş yok ama bir riskin ne kadarı kabul edilebilir veya hangi riskler kabul edilebilir, hangi riskler tolere edilebilir ama hangi riskler kesinlikle kabul edilemez… Tercih yapılması lazım.

Türkiye kriz yönetiminden risk yönetimine geçtiği zaman bu kısır döngüden çıkabilir mi?

Tevfik Uyar sıra dışı titrlere sahip; bilim kurgu yazarı… bilimsel şüpheci… Geleneksel dünyamıza yönetim danışmanlığı ile katılıyor. Spesifik olarak kariyeri havacılık sektöründe daraltılmış olarak kalite diyebiliriz, klasik kalite anlayışından da farklılaşmış zaman içerisinde derinleşerek ayrı bir uzmanlık alanı yakalamış, söyleşide ipuçlarını bulacaksınız. Eğitim olarak uçak mühendisi aslında uzay mühendisi olmak istemiş. Standart eğitimle kifayet etmemiş, sosyoloji eğitimi almış, durmamış işletme yönetimi eğitimine uzanmış. Aaaa… unutuyordum astroloji uzmanlığı, yazarlığı ve düşünürlüğü de var. Siz bu yazdıklarımı o da bu da var diye okursanız, olmaz! Hepsi özenle ilişkilendirilmiş, bulmacanın parçası.

Uyar, Türkiye’nin önde giden kurumsal yapılarından birinde yönetici, Açık Bilim’in kurucusu. Yalansavar yazarlarından. Herkese Bilim Teknoloji yayın kurulunda.

Ben de bir şeyler türettim Uyar için; “aldanma alerjisi” geliştirmiş “Hurafe Savaşçısı” dedim. Çok mu zorlamışım… Notlarında ve yazılarında, aldanmayın bir de bu tarafı var diye çığlık attığını hissediyorum. Sordum da adlı adınca; hiçbir yere sığmayan sıfatlarla, ne mümkün nasıl mümkün diye; “Galiba bu konuda olgunlaşamayan kişilerden biriyim. Genelde insanlar bir uzmanlık alanı seçip; o konuda derinleşme yoluna gidiyorlar, ben hayatta keyif aldığım konularla ilgileniyorum” diye yanıt verdi. Bunu düşünebildiği ve dahası yapabildiği için siz de benim gibi, kendisini şanslı azınlığa yerleştireceksiniz.

Bırakın 20-30 yılı bundan 10 yıl önce böyle alanlardan ne kadara nereye kadar söz edebiliyorduk? Vururlardı size damgayı; deli!

 

Söyleşimizi youtube kanalımdan izleyebilir ya da Spotify‘dan dinleyebilirsiniz.

Yaprak Özer: Bilim haberciliğiyle başlamak istiyorum. Haberle bilim neden uyuşmuyor? Bu dilemmayı burada çözmemiz mümkün değil ama belki tanımlayabiliriz. Nedir buradaki derdimiz?

Tevfik Uyar: Buradaki derdimiz, bundan uzun yıllar önce “eşik bekçiliği” dediğimiz kavramla ortaya çıkıyor. Eskiden yayıncılık tek yönlüydü. İşte yayın kurullarının yönetiminde olan kişiler neyin haber olup olamayacağıyla ilgili kararları veriyorlardı. Tabii internetin bu kadar yaygın ve ucuz ve tamamen erişilebilir hale gelmesiyle beraber, elbette farklı ilgi alanlarında farklı eşikler oluştu ya da eşik olmayan birtakım yayınlar ortaya çıkmaya başladı.

Tabii ki bilim haberciliği de kendini internetle birlikte buldu. Genel olarak eskiye dayalı gözlemlerimi ifade etmem gerekirse, çok kısıtlı bir bilim medyası dışında- ki, o da çoğunlukla TÜBİTAK tarafından yönlendirilen bir medyaydı, gazetelerin teknoloji algısı, sağlık; “ne iyi gelir, kolesterolü ne yükseltmez, kalp sağlığı için ne yapılmalı?” diye, medikalde veya teknoloji özelinde gelişiyordu. Hala medya organlarının bilim haberlerine girdiğiniz zaman, ağırlıklı olarak sağlık ve teknoloji haberi görüyoruz. Ama internetin yaygınlaşmasıyla birlikte, bu alanda üretim yapabilecek, üretim yapmaya hevesli olan çok fazla insan birçok mecra kurdu ki, Açık Bilim de onlardan bir tanesi… 2010 yılında çıktık yola. O dönemde NTV Bilim kapanmıştı, Bilim Teknik’le ilgili Darwin kapağı vs. gibi problemler ortaya çıkmıştı. Böyle bir boşlukta faaliyet gösterebileceğimize inanarak ortaya çıkmıştık, yola çıkan başka mecralar oldu. Tabii bu, yayıncıları da benzer bir haberciliğe zorladı. Onlar da en azından yurt dışı kaynaklardan etraflı haberler yayımlamaya başladılar. Öncesinde bir bilim medyası olmaması, bilimsel okuryazarlığa sahip haber hazırlayan editör veya muhabir kitlenin de eksik olmasına yol açtı. En başlarda tespit ettiğimiz şeylerden biri, çeviri hataları oldu… Örnekle: Japonların uzay aracının ayın arkasından ilk kez dünyaya fotoğraf göndermesi… Okuyan kişi, ayın arka tarafı ilk defa görüntülendi diye yorumlayabiliyor. Haberi hazırlayan, ayın görüntülenmesiyle ilgili geçmiş herhangi bir bilgiye sahip değil, olsaydı, ilk fotoğrafların 1952’de alındığını bilebilirdi. Bu bilgi olmadan bir haber yapmaya giriştiğiniz zaman, haliyle okuduklarınızı farklı yorumluyorsunuz.

Yaprak Özer: Artık bir uzay ajansımız olacağına göre, uzayla sevgi bağımızı kuvvetlendireceğiz demektir. Ümitli misiniz uzay bilimine merak saracak arkadaşlarımızın sayıları artabilir mi?

Tevfik Uyar: Bence sayıları her zaman yüksekti. Bazen şaşırarak izliyorum. Mesela SpaceX’in canlı roket indirme kaldırma videolarına Türkiye’den inanılmaz bir talep var. Kendimden yola çıkarak; bizim zamanımızda bilim kitaplığı dendiği zaman sadece TÜBİTAK’ın kitapları vardı. Ortaokuldayken, üniversite öğrencisi olan kuzenimle Anadolu Üniversitesi’nin kütüphanesine gidip TÜBİTAK kitapları okurdum. O dönemde çok zengin bir kaynak sunuyordu. Ben Türkiye’de her zaman bu potansiyele sahip gençlerin olduğuna inanıyordum ki, Açık Bilim’i kurduğumuzda da okur eksiğiyle karşılaşmadık. Sorun, Türkiye’deki okur eksikliği ya da ilgisizliği değil. Okur, muazzam.

Yaprak Özer: Belki şuradan bir damar yakalayabiliriz. Bilim insanı deyince, kendi kendime alt alta şunları sıraladım: Kuşkucudur, maceracıdır, meraklıdır, araştırmacıdır, belgecidir, ön yargısızdır, yaratıcıdır, sağduyuludur, eğitimlidir ve dahası tabii ki… Haberci nasıl olmalı, farklı mı olmalı diye düşündüm. O da kuşkucu, maceracı, meraklı, araştırmacı, önyargısız, yaratıcı… Bir bilim insanındaki derinliğe sahip olmasak da gazeteci-iletişimci başka versiyonuna sahip olmalı…

Tevfik Uyar: Kesinlikle.

Yaprak Özer: Nereden çıkıyor peki gerçekle yalan; bilimle magazin… Buradan dalabilir miyiz konuya…

Tevfik Uyar: Siz dar alana çekmeye çalışıyorsunuz; ben genişleteceğim ama sorunun temelinin orada olduğunu düşünüyorum. Gazetecilik çok onurlu bir meslek ve gazeteciler tarihin tanığı. Ama Türkiye’de sadece bilim gazeteciliği haberciliği değil, genel olarak bir gazetecilik problemimiz var. Sık dile getirilen eleştirileri söylemeden edemeyeceğim. Türkiye’de üretilen haberlerin ne kadarı haber? Sizin bahsettiğiniz tarafsızlık, kuşkuculuk… nesnelliğe bağlı kalarak, halka gerçekleri aktarma temeli üzerinde yükselecek o onurlu, demokrasinin olmazsa olmazı olan gazetecilik hangi alanlarda işliyor ki, bilimde işleyebilsin? Bir amaç üzerine tüketilsin, bir konudaki algı değişsin diye haber üretilmeye başladığı zaman, elbette bilim gazeteciliği de genel gazetecilikte amaç neyse, ona hizmet etmek üzere üretilen bir faaliyet haline gelecek. Türkiye’de spor haberciliği bile bundan nasibini alıyor şu an…

Yaprak Özer: Doğru. Güzel bir başlangıç yaptınız. Dediniz ki, aslında internet bir kaldıraç oldu, daha fazla dikkat çeker oldu. Yaygınlaştı. Teknoloji ve sağlık alanları adeta bilimin kendisine dönüştü… Bir de pandemi girince işin içerisine, “sağlık” neredeyse her şeyin üstünü örttü. Bundan sonrasında ne görüyorsunuz? Yalansavar hikayesine de gelelim. Mücadele etmenin yolu nedir? Teyit ya da siz ya da başka birkaç tane organizasyon, “Bu yalan değil, aslında o yalan” diye… her gün düzeltmek durumunda… Bu ciddi bir yük.

Tevfik Uyar: Yalan üretmek çok maliyetsiz. Bir yalanı çürütmek, son derece maliyetli… İkisini zaman maliyeti açısından karşılaştırdığınız zaman, tabii ki yalan daha hızlı yayılıyor. Çünkü muhtemelen daha heyecanlı, daha sansasyonel… Hem daha hızlı yayılıyor hem daha büyük bir kitle tarafından benimseniyor. Doğrulama kısmında “tekzibin şeffaflığı” denilen kavram ortaya çıkıyor, doğrulamak çok zor. Yani birisi hakkında, örneğin “Tevfik Uyar’ın Mafyayla İlişkisi mi Var?” diye bir başlık atsanız, içerik hiç önemli değil… Binlerce insanın aklında, aylar sonra bununla ilgili, “…ya Tevfik Uyar’ın mafyayla ilişkisi vardı herhalde…” diye kalıyor. İçerik, istiyorsa bambaşka olsun, hiç önemli değil, başlığın bile böyle bir etkisi var. Fakat bunu, bu habere erişip de yanlış düşünmeye başlayan kitlelerin hepsinin kafasında tekrar düzeltmek, inanılmaz zor ve maliyetli.

Yaprak Özer: Ne öneriyorsunuz? Bundan bugün fayda sağlayanın da belli bir süre sonra dönüp kendisini akrep gibi sokabileceği bir süreç, görmüyor olabilirler mi. Bu zehirli bir döngü… Ne öneriyorsunuz? Ya da dünya neyi konuşuyor?

Tevfik Uyar: Dünyadaki öneriler şu yönde…  Birincisi, bunları tek tek doğrulayacak platformlarla olabilecek bir şey değil. Bu sebeple tüm dünyada “okuryazarlık” dediğimiz kavram; sosyal medya okuryazarlığı-medya okuryazarlığı – bilim okuryazarlığı… Kişileri eğitmekten başka çaremiz yok. Çünkü makine sürekli yalan üretir ama doğrulayamaz, doğrulayabilecek bilişsel kabiliyete sahip insanlar, emek harcayarak yapmak zorunda. Bununla böyle mücadele edilemez. Bazı şeylerin yazarı olsak da kalan her şeyin okuruyum ben de… Siz de öylesiniz.

Yani bir şeylerin yazarısınız ama kalan her şeyin okurusunuz. Ve her şeyden anlamanız mümkün değil. O halde en azından (..) okuryazarlığı, o (..) neyse, o alanda en azından yazılmış bir metni makul bir şüpheyle okuyabilecek yetkinliğe sahip olmak, neresinde ne hata olabileceği konusunda bir yetkinliğe sahip olmak ve bunun temel eğitimine sahip olmak, burada varılabilecek tek çözüm. Başka bir çözüm olamaz zaten.

Yaprak Özer: Peki siz bunun kaç vadede olabileceğini düşünüyorsunuz? Türkiye’de eğer eğitim ve yaş gruplarına bakacak olursak, son dönem gençlerin iyi eğitim aldığı kanaatinde değilim. Belli bir yaşın üstündekilerin Türkiye’de iyi eğitimli olduğunu biliyorum, öyle bir katman var. Ama ondan yukarısında ister istemez bir yığın var ki, bırakın eğitimi bugünkü dünyaya uzaklar… Teknoloji hızlı ilerliyor. Fırsatçılığı bulan, menfaati için yanlışı öne çıkartıyor. Bu okuryazarlık nasıl olacak?

Tevfik Uyar: Okuryazarlık eğitimini daha genç yaşta edinmek gerekir. Çünkü zaten belli bir yaşı geçip de düşünceler kalıplaşmaya başladığı zaman, tarafsız değerlendirme yetimizi kaçınılmaz şekilde kaybediyoruz.

Ben hep şunu örnek veriyorum. Mesela tartışmalı bir konu olduğunu düşünelim. Yani A ve B fikri var. Çoğunlukla olay şöyle oluyor. Sabah güvendiğiniz bir sosyal medya hesabından A lehinde bir şeyle karşılaşıp buna inanıyorsunuz, hiçbir kanıt olmadan… Daha sonra kişiler sizin karşınıza B argümanıyla çıktığı zaman, B’ye inanmak için kanıt aramaya başlıyorsunuz. Ama o ilk inanma sürecinde ona sahip değildiniz. WhatsApp’dan saçma sapan ses kayıtları geliyor, rastgele dolaşıyor ortalıkta… Ve siz buna inanıyorsunuz. Bunun çürütülmesi sürecinde o inanca o kadar yatırım yapmışsınız ki… siz de paylaşmışsınız. Hatta itiraz eden olursa, ona karşı çıkmışsınız. Yalan olduğunu kabul ederseniz, kendinizi aptal gibi hissedeceksiniz.

Bu noktadan sonra vazgeçmek artık imkansız. Ön yargı, en temel becerilerimizi bile silebilir. ABD’de yapılan bir deney var: bir matematiksel veri, pişik kremi ve pişik arasındaki ilişki diye sunulduğu zaman, krem kullananların şu kadarı iyileşmiş, krem kullanmayanların bu kadarı iyileşmiş diye; kişiler, o pişik kreminin pişik üzerinde etkili mi değil mi, çok başarılı bir şekilde karar verebiliyorlar. Ama siz aynı matematiksel veri setini, aynı rakamları kutuplaşma sebebi olan bireysel silahlanma konusunda, “Bakın bu bireysel silahlanma yasağını getiren eyaletler ve bu da suç oranları” diye sunduğunuz zaman, kişiler oradaki istatistiksel veriyi aynı başarıyla değerlendiremiyorlar. Çünkü sahip olduğumuz inançlar bizim, matematik kadar kesin ve net verileri bile bağımsız bir şekilde değerlendirmemizin önüne geçiyor.

Doğal olarak bir yaştan sonra, belli bir sınırı geçmiş kişilere, “okuryazarlık eğitimi”nin verilmesinin yararı yok, eğer ki, başından içinde bu tür bir şüphe yoksa… Bir kısmını kaybettik… Onlara artık veremeyiz.

Gazeteler de bunu bildikleri için, bu şekilde haber yapıyorlar. Biliyorlar ki, takipçilerinin görmek isteyeceği şeyi yazarlarsa daha iyi olacak. Yoksa, karşı tarafta bilişsel çelişki rahatsızlık yaratmaya başlar.

Yaprak Özer: Havacılık sektöründeki profesyonel çalışma ile danışmanlıklarınızda bu analojiyi kullanarak yalan ve yanlış algıların kurumlara etkisi konusunda ne söyleyebilirsiniz? Maliyetli dediğiniz şeyi biraz açalım. İzleyen ve dinleyenlerin somutluklarla daha rahat anladıklarını düşünüyorum.  Neler söylemek istersiniz?

Tevfik Uyar: Bu konunun benim sektörümdeki yeri şu; her örgütsel ortamda yani insanların bir arada bulunduğu ortamda insan-insan etkileşimi ya da insan-makine etkileşimi ya insan-yazılım, insan-prosedür- insan-kural etkileşimlerinde hatalar ortaya çıkabilir. Temel olarak buradaki problem şu: İnsan neye, niçin ikna olur? Ve insan muhakemesinde neden hata yapıyor? Benim sektörüm açısından düşünürsek, sadece havacılıkta değil, gemicilik, nükleer endüstri, petrol endüstrisi olabilir. Bunlar, emniyet kritik sektörler… Burada hata yapıldığında mal kaybı zaten oluyor, ama can kaybı oluyor! Fakat bununla sınırlamazsak, tabii ki her işletmede bir şekilde yanlış, hatalı alınan kararlar, makinedeki değerleri okuyamama ya da kuralları yanlış yorumlamak ya da insan etkileşiminde kural dışı bir davranışın yaygınlaşması veya örgütsel hiyerarşi içerisinde istemediğimiz durumların ortaya çıkması… Bunların tabii ki bir maliyeti var. Yani bir hata yaygınlaşabilir veya zaman baskısı altında verilmesi gereken bir karar durumunda, halkla ilişkiler için de geçerli. Zaman baskısı içerisinde hiç düşünmeden bir tweet atarak açıklama yapmaya kalkarsanız ve bu açıklama yanlış olursa, bunu biz halkla ilişkiler kazası olarak görüyoruz. Zaman baskısı altında daha az bilgiyle ya da daha az zihinsel kaynak kullanarak, aceleyle yapılmış, üzerinde iyi düşünülmemiş hareketler hatalı davranışlar, elbette ki her işletmede ön alınamaz zararlar oluşturabilir. Benim sektörümdeki karşılığı, maalesef can kaybına kadar gidebilir.

Bir emniyet yönetim sistemi kurmadan nükleer enerji santrali; havayolu veya petrol endüstrisi işletemezsiniz. Ama tabii ki her sektör de emniyet kritik yok. Elbette bir risk yönetim sistemi olmalı ama bu, emniyet riski mi, finans riski mi, itibar riski mi… değişebilir.

Yaprak Özer: Yani diyorsunuz ki; öyle sektörler var ki, algıyı kapının dışında bırakıyoruz, orada kurallar ve bilim konuşuyor, aksi can kaybı. Özetle yine diyorsunuz ki, sosyal dokusu yüksek olan alanlar istismara açık…

Tevfik Uyar: “Protection-production” dediğimiz, koruma ve üretim dengesi vardır. Korumaya aşırı yöneldiğiniz zaman üretim yapamazsınız. Üretime aşırı yöneldiğiniz zaman da koruyamazsınız. Her zaman bu ikisini dengede tutmanız gerekiyor. Yani aşırı karlar hedeflerseniz, korumaktan vazgeçmişsiniz demektir. Bir gün bir hata olup tökezleyip, muhtemelen çakılacaksınız… Aşırı koruma yaptığınız zaman da bu defa üretimden geri kalmış oluyorsunuz. İşte bu yüzden protection’la production’ı bir dengede tutmamız gerektiğini söylüyoruz. Yeni bir kavram doğuruyor…

Yaprak Özer: Nedir?

Tevfik Uyar: “Acceptable risk”. Yani “Kabul edilebilir risk”. Risk olmadan hiçbir iş yok ama bir riskin ne kadarı kabul edilebilir veya hangi riskler kabul edilebilir, hangi riskler tolere edilebilir ama hangi riskler kesinlikle kabul edilemez… Sürekli olarak bunlar üzerinde bir çalışma ve değerlendirme yapılıp arasında bir tercih yapılması lazım. Bu bir karar problemi aynı zamanda.

Yaprak Özer: Türkiye kriz yönetiminden risk yönetimine geçtiği zaman belki bu kısır döngüden çıkabilmeyi başarabilir. Çünkü kriz dediğiniz şey ya olmuş ya olacak…

Tevfik Uyar: Çok güzel söylediniz.

Yaprak Özer: Ya can kaybı olmuş ya şey… Ama inanır mısınız, riskin hiç alıcısı yok. Yani üzülüyorum ben buna… Çünkü risk ne olacak ki, diyor adam. Yani bugünden niye buna para harcayayım diyor. Ben mi yanlış düşünüyorum, ne dersiniz?

Tevfik Uyar: Çok doğru söylüyorsunuz. Mesela her anne baba risk yöneticisidir. Çocuk koşmaya başladığı zaman, “Aman şu sehpaların köşesi sivri, kapatalım veya değiştirelim veya ilaç kutusu çok ortalıkta duruyor…” derler. Çocuk çok büyük yatırım yaptığımız, çok büyük maliyetlere katlanarak, çok büyük emeklerle yetiştirdiğimiz bir şey… İnsanlar iş ortamına girdiği zaman, bir anda bu duruma kör olmaya başlıyorlar. Olmadan önce, o olayın olma olasılığını düşürecek önlemler almak, tam olarak risk yönetiminin kalbinde yer alıyor.

Ben de sizinle aynı soruyu kendi kendime soruyorum. Şu anki şirketimde müthiş bir şirket ama mezuniyetimden sonra çok garip şirketlerle çalıştım. Mesela şöyle bir düsturla da karşılaştığım oldu: “Para zaten riskle kazanılır.” Riskleri yönetmemiz gerektiğini, ilgili maliyetleri açıkladığım zaman, “Ya bunlara gerek yok. Para zaten risk alınarak kazanılır” gibi bir mantığa sahiptiler. Kapandılar.

Yaprak Özer: Üzüldüm tabii…

Tevfik Uyar: Ben üzülmedim. Çünkü açık durduğu sürece, insanlar için risk yaratamaya devam ediyordu. Böyle düşünebiliriz.

Yaprak Özer: Bir gününüz nasıl geçiyor? Formatlı işiniz var ama dışında Açık Bilim, Yalansavar, Herkese Bilim gibi gibi alanlarda konularınızı neye göre seçersiniz? Ne kadar üretim yapıyorsunuz? O üretimi neye göre belirleyip yapıyorsunuz? Her gün Türkiye’de bam bam bam bir şeyler düşüyor “Şok şok şok”… Ama oluyor.

Tevfik Uyar: Sanırım eskiden daha planlı yaşıyorduk ama günümüzde sosyal medya vs. sebebiyle etkileşim içerisindeyiz. Zihinler birbirleriyle daha çok etkileşiyor. Ve bu daha fazla iletişim imkanı, size hiç ummadığınız şekilde daha fazla fikre ve bilgiye erişme imkanı sağlıyor. O yüzden bugünlerde planlı olduğumu hiç söyleyemem. Hele yeni doğmuş çocuğunuz varsa.

Yaprak Özer: Allah kolaylık versin. Yıldızlara sorsaydınız. Astrolojiyle… Şaka değil bu geçişim. Astroloji ve astrologlarla aranızdaki duyguyu nasıl tarif edersiniz.  Neden alerjiniz var onlara, hepsi mi atıp tutuyor? Burçlara niye inanmayalım?

Tevfik Uyar: Bir kitap ölçeğinde soru sordunuz. Bu soruların yanıtlarıyla bir kitap yazdım.

Yaprak Özer: En güzelini en sona sakladım. Bilim diye girdik, yıldızlardan çıkıyoruz.

Tevfik Uyar: Ben bütün hikayelerin geçmişe doğru yazıldığına inanıyorum.

Yaprak Özer: Ne demek o?

Tevfik Uyar: İleriden geçmişe bakıyorsunuz. A benim hikayem meğer böyleymiş diye siz de sonradan farkına varıyorsunuz. Eskişehir’de İstikbal Gazetesi vardır, yerel gazete çok eskiden beri… Ben 15 yaşımdayken aklıma bilim köşesinde yazmak geldi, kabul edeceklerinden ümitli değildim; “Tamam sen yaz getir, beğenirsek basarız” dediler. Çok büyük bir sevinçle çıktım. Bundan 4-5 sene önce, hatıralarımı tuttuğum çantamı açtım. Bu yerel gazetede çıkan köşe kupürlerim duruyor. 5 Mayıs 2000 tarihinde, yani bundan 21 yıl evvel… İşte gezegenler yan yana hizalanmışlar… astrologlar, “büyük kapılar açılacak”, bir kısmı da “büyük felaketler olacak” demiş. 15 yaşımda gazeteciliğe hevesli, bilim aşığı genç olarak şöyle yazmışım: “Bunlar olağan şeyler. Buradan bir felaket çıkarmaya gerek yok. Bu astronomik bir olay. Burada bir yanlış var”.

Yaprak Özer: Bir de astrolojiyle ilgili kitabınız var.

Tevfik Uyar: Öyküsü şöyle, astronom olmak isterken uçak mühendisi oldum. Üniversite tercih sisteminin esprisi olarak düşünebilirsiniz. Yalansavar’la tanıştığımda, Türkiye’nin ilk bilimsel “skeptisizm community”di. Uluslararası skeptisizm kongrelerine, kurucular katılıyor Türkiye’yi temsil ediyorlar. İngiltere’de temsilcimiz var; Türkiye’nin “skeptisizm komitesi” diyebiliriz.

Yalansavar’a başladığımda 11 kişilik ekipte hepimizin ilgi alanlarına göre bir şeyler düştü, astronomiyle ilgili olduğum için payıma Astroloji, Ufoloji uzayla ilişkili haber ve iddiaları çürütmek düşmüştü.

Araştırma sürecinde, bu konuyla daha çok haşır neşir oldukça, sempatinin tersi antipatim artmış olabilir. Bu, basitçe, “yıldız falıdır, ne zararı var, insanlar eğleniyor” diyebileceğimiz bir konu değil. “Bu hafta sözleşme imzalamayın” ya da “Bu hafta ameliyata girmeyin” veya “Evlenmeyin” diyen astrolog var. Burada sorumluluk nerede?

Fırsat eşitliği açısından değerlendirelim. Siz bir gençsiniz, işe başvurdunuz. Aslında en iyi aday sizsiniz ama insan kaynakları uzmanı Oğlakların o işe uygun olmadığına inanıyor. Bu yüzden elenmek ister misiniz yani? Bunun ırkçılıktan hiçbir farkı yok. Ha Adanalı olduğun için elenmişsin, ha siyahi olduğun için elenmişsin, ha Oğlak olduğun için elenmişsin. Ayrımcılık bu! Yani bunun sınırı nerede? Bu hafta bana kısmet var mı? Yurt dışı seyahati görünüyor mu? Sorumluluğu kime yükleyeceğiz?

Yaprak Özer: Sorumluluk… güzel bir noktaya geldiniz. Sorumluluk artık galiba kurumlardan çıktı, bireylere geldi. O okuryazarlık hikayesine … Değil mi?

Tevfik Uyar: Kitabı yazmamdaki amacım da o zaten. Kişiler bu durumun farkına varsınlar; astrolojinin hiçbir bilimsel geçerliliği olmadığı gibi, iddiaların çoğu da saçmalıktan ibaret. Okuyup farkına varın diye yazdığım bir kitap.

Yaprak Özer: Son makalenizin temasına göre, uzaylılar iletişim ağlarını tamamlamış bitirmişler, başka medeniyete ihtiyaç yok deyip, iletişimlerini kesmişler. Dünyalılardan bir şey olmaz demenin kibarcası mı?

Tevfik Uyar: Makalede. Prof. Mehmet Emin Özel’le birlikte… Bir dedikodu modeli vardır geçerli olan, aslında bir epidemiyoloji modelidir, hastalık yayılma modelidir. Zamanında bunu, dedikodu modeline uyarlamışlar. O model de şöyle; size bir haber geliyor; yaymaya başlıyorsunuz. Diyelim ki; bana, Ayşe’ye, Fatma’ya söylediniz. Siz, bizleri de yayıcı hale getiriyorsunuz. Ben gidiyorum Ahmet’e söylüyorum. Ahmet Mehmet’e söylüyor. Ta ki, siz birine söylüyorsunuz, o kişi de size diyor ki, ben zaten bunu biliyorum. Siz bu haber yeterince yayılmış, o zaman benim yaymama gerek yok diyorsunuz. Yayıcı olmaktan şimdi suskun hale geldiniz.

Kalabalıkta dedikodu modelini çalıştırdığınız zaman, kitlenin yüzde 20’sine haber hiç ulaşmıyor. Bir haberi yaymaya başlayın, yaydıklarınız da yaysın. Hepiniz yeterince yayıldığına ikna olunca susarsanız, herkesin öğrendiğinden hiçbir zaman emin olamayacağınız için, kitlenin yüzde 20’si bu haberi hiç duymuyor. Toplumda da böyle. Kritik haberler toplumun yüzde 20’sine hiç ulaşmıyor. Hepimiz birilerine anlatmaya, sosyal medyada yaymaya başlıyoruz bir noktada, “Bayatladı” deyip; o konudan hiç bahsetmiyoruz.

Biz aynı modeli geliştirerek, olası intergalaktik yani galaksi içerisindeki bir iletişim modeline uyguladık. Uzaylı medeniyetler, başka medeniyet var mı diye aramaya başladılarsa, ama bu noktada ziyaret gerçekleştirdikleri sırada, onlar, zaten biz biliyorduk dediyse, bu kişiler de artık kaynak ayırmayalım buna, herkes biliyor bizim galaksimizde bu durumu demişse, galaksinin acaba ne kadarına bu bilgi hiç ulaşmayacak? Ve acaba dünya da bu kesimde olabilir mi? diye meşhur “Fermi Paradoksu”na çözüm olarak önerdik: “Madem evren yaşamla dolup taşıyor, o zaman niye kimse bizimle iletişim kurmuyor?” Madem bu kadar yaygınlar niye kimse gelmiyor, diye Fermi Paradoksu olarak adlandırılır. 75 yanıt var. Biz de 76’ncyı koymuş olduk: “Çünkü artık aramıyorlar” dedik.

Dünyada bazen Amazon ormanlarında hiç iletişim kurulmamış bir kabile çıkıyor, değil mi? Belki hala var. Özellikle arıyor muyuz artık? Aramıyoruz… Çünkü diyoruz ki, muhtemelen artık dünyada herkes bu sisteme dahil. Çok özel bir ilgi alanınız yoksa, antropolog değilseniz, keşfetmek için çok özel bir amacınız yoksa, hiçbirimizin dünyada hala iletişime geçilmemiş kabile var bulalım çabası yok. Bu, uzay için de geçerli. Bilimsel olarak ortaya koymuş olduk…

Yaprak Özer: Nasıl bir gelecek hayal ediyorsunuz?

Tevfik Uyar: Kendim için mi? Ülkem için mi? Dünya için mi?

Yaprak Özer: Bir sepet yapın.

Tevfik Uyar: Açıkçası karamsarım. İklim değişikliği beni korkutuyor. Ve bununla ilgili gerekli ders çıkarmadığımızı davranış değişikliğine girmediğimizi düşünüyorum.

Yaprak Özer: Birey olarak niye korkutuyor? Ülkem için niye korkutuyor?

Tevfik Uyar: Burada bilim kurgu yazarı olmam devreye giriyor. Bir distopya sever olarak, toplum sözleşmesinin çok hızlı bozulabileceğine inanıyorum.  Yani o böyle çok şey bir dengede duruyor. İki tip denge vardır. Çukurdaki top… Bu topu sağa sola oynattığınız zaman, geri geleceği yer çukurun dibi… Ama bir de tepenin üzerinde top vardır. Bunu sağa sola oynattığınız zaman, yokuş aşağı gider, bir daha gelmez. Ben, insanlığın düzeninin tepedeki top gibi olduğuna inanıyorum. Kaynaklar azaldığı, yiyeceğe, suya erişim azaldığı zaman, toplum sözleşmesinin çok hızlı bozulacağı, tiranlık veya zorbalık veya küçük grupları birbiri üzerinde mücadelesi gibi konu alan çok fazla bilim kurgu eseri var.

Mesela şu an 4.5 aylık bebeğimizle ilgili en büyük endişem, hayatının bu anlamda zor olabileceği ve uğraşması gereken derdin, başka insanlar olabileceğinden endişe ediyorum. Hem birey, hem ülke, hem dünya olarak, tamamını içeren endişem bu… Hatta şu anki korkularımın en büyüğü bu diyebilirim. Ama bunun dışında kendim birey olarak, bireysel düzeye indirgediğimiz zaman, hepimizin terminal riski, elbette sağlık sebepleriyle vaktinden önce, vefat etmek, insanın yakınlarına yeteri kadar doyamaması ki, bence bunun üst limiti yok.

Yaprak Özer: Bu risk, tedirginliğiniz 2-3 yıl önce var mıydı?

Tevfik Uyar: Galiba yok. Çünkü bu konudaki farkındalığımız çok az. Yani hepimiz bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz; bu enteresan… Halbuki belki onu da eleştirel bir gözle sorgulamak lazım ama şu sıralar iklim değişikliğiyle ilgili okuduğum kitapların çizdiği tablo çok karamsar. Tam şu an, karbon salımımızı hemen durdursak bile, dünyanın 2.5 derece ısınmasına artık engel olamıyoruz. 2100 yılında deniz seviyesinin birkaç metre yükseleceği anlamına geliyor. Şu an sahip olduğumuz yerler olmayacak 2100’de. Sadece 79 yıl kaldı… Kademeli olacak, daha öncesinden başlayacak. Bangladeş’in yüzde 80’i sular altında kalacağı için, milyarlarca insan göç edecek. Bugün Türkiye’de politik konulardan bir tanesi, Suriyeli göçmenler… Bunun kat kat fazlası, tüm dünya için bir mesele haline gelmeye başlayacak. Gerek kaynak paylaşımı gerek şu an toplumun stabil olduğuna inandığımız düzeni… yol açabileceği sorunlar çok katmerli. Konuşmuyoruz bile… Hiçbir şey yokmuş gibi davranıyoruz hepimiz.

Bunun sorumluluğu bireylere yüklenemez. Bu faaliyetin çok daha büyüğü, endüstri tarafından oluşturuluyor. Ve bu konuda gelişme olmadıkça da içim rahat etmeyecek.

Yaprak Özer: Bir bilim kurgu yazarı – düşünürü olarak, iklim değişikliğinin dışında, fırsat ve/veya tehdit olarak gördüğünüz başka ne var?

Tevfik Uyar: Pandemi diyeceğim; bu yaşam tarzının kalıcı olmaya başlayacağını düşünüyorum. Hiç hesaba katmadığımız bir risk daha var. O da güneş patlamaları… Yani bir anda dünyanın bir hafta şu an elektriksiz hale gelmesi veya internetsiz hale gelmesiyle ilgili elimizde eylem planı yok.

Yaprak Özer: Nasıl bir şey bu? Biraz tarif edebilir misiniz?

Tevfik Uyar: Güneşte zaman zaman patlamalar meydana geliyor. Bu daha önce Québec Kanada’da oldu… Yerel ölçekte çok uzun süreli elektrik kesintilerine sebep olabiliyor. Ve dünya, yakın zamanda 2013’te kıyısından geçti. Çok büyük bir patlamanın içinden ve etki alanının kıyısından geçti. Eğer içinden geçseydik, birkaç günlük bir elektrik kesintisi, elektronik cihazların aniden bozulması gibi bir durumla karşılaşacaktık. Ve böyle bir şey olduğu zaman da 8 dakikamız var. Çünkü o ışınların güneşten dünyaya ulaşması sadece 8 dakika… Bununla ilgili bir eylem planı olmaması enteresan. İşte size risk… Başta konuştuğumuz konuya geliyoruz. Galiba olasılık düşük olduğu için, bunu kabul edilebilir risk olarak görüyoruz ama risk, olasılık ve sonucun çarpımıdır. Bunun sonuçları çok büyük. 20 sene önce değildi. 20 sene önce iletişim, hayatımızın bu kadar içerisinde değildi ama şimdi böyle bir şey olur… Bakın çok değil, 24 saat internetin ve telefonun yani her türlü iletişim aracının kesildiğini düşünebilir misiniz? Para çekemedik falan şu bu değil… Spekülasyon çok hızlı yayılacak. Hiç iletişim almadığınız için, yine darbe mi oluyor? Uzaylılar mı istila etti? Çok büyük bir yerde deprem mi oldu? Hiçbir şey bilmiyorsunuz. Hiç bilgi almadan bir belirsizliğin ortasında yaşayabilir misiniz? Bir anda insanlar, mahallesindeki marketi yağmalamaya başlayacak çünkü bilgi yok. Bir şey oldu. Çok büyük bir şey oldu ama bilgi yok.

İletişim varsa, hareketliliği kontrol edebilirsiniz. Tüm iletişim kanalları kapanmışsa, ne olduğunu bilmeden burada duruyorsak, işte o, belirsizliğin tetikleyeceği toplumsal hareket, çok daha tehlikeli olur.

Yaprak Özer: Bir Hollywood yapımı gibi değil mi? Pandemiyi de önce Hollywood yapımı filmlerde izlemiştik.  Ne kadar ilerisini görebiliyorsunuz?

Tevfik Uyar: Ben insan türünün, eğer böyle giderse, çok uzun ömrü olduğunu düşünmüyorum. Yani mutlaka bir değişiklik olacak ama o değişiklik bir transhümanist bir değişim mi olur yoksa kendimizi genetik olarak mı değiştiririz? Ya da dijital olarak biraz yükselterek ancak yeni iklim şartlarına, yeni dünya şartlarına uyum sağlar mıyız? Teknolojik devrim yaşayıp, uzaya mı göçeriz, başka gezegenlere mi gideriz? Bilmiyorum ama dünyada bildiğimiz anlamda Homo Sapiens yaşamına şahsen 200 -250 yıl veriyorum.

Yaprak Özer: Bu soruyu sormamdaki sebeplerden biri, geçen günlerde yayımlanmış olan bir araştırma, siz diyorsunuz ki, 200 yıl sonra yok olacak bir sistem öngörebiliyorum. Gençlere sorduklarında, 6 ayı görebiliyorum demişler. Ben de eskiden sormayı pek severdim karşıma gelen gençlere, “Gelecek 10 yılda kendini nerede görüyorsun” diye… Sonra 5’e indirdiğimi anımsıyorum. Bu çocuklar 6 ayı ancak görebilirken, Allah aşkına nereye gidiyoruz?

Tevfik Uyar: Ben de bir anekdot paylaşayım bari. Bir arkadaşımızın oğlu var. Ona sordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye… “Bilmiyorum çünkü ben büyüdüğüm zaman bugünkü mesleklerin hiçbiri olmayacak” dedi. Şapkayı çıkartırım bu cevaba… Gençlerin 6 ay demesinin arkasındaki sebepler tahmin ediyorum, çok hızlı değişimin farkındalar… Gençlerin değişimi daha spesifik algılıyorlar. Ve bu değişim çok hızlı olduğu için mi acaba öngöremiyorlar diye düşünüyorum.

Paylaş