Isdırap Arttıkça, Şans ve Kader Rol Çalıyor

Kaygı, endişe, korku, zihinlerde sis gibi hislerle yaşayan bireyler… her şey belirsiz çevik, dirençli ve esnek olmalıyız diyerek gelecekten endişeli çalışanlarda baskı kuran kurumlar… mutluluğu arıyorum, yaratıcı olmalıyım ne yapsam kimlere ulaşsam diye diye dolaşanlarımız… diğer yanda merak, heyecan, tutku, azim, ilgi kelimelerini unutmuş yığınlar… Sanki hepimizi bir çırpıda tarifledim değil mi.  Bindik mi alamete, gidiyor muyuz kıyamete sorusunun yeridir. Ama önce ne neden oluyor diye sormak gerekmez mi?

Müge Çevik profesyonel koç, yetişkin eğitmeni ve yazar. Kurucusu olduğu Şapka Danışmanlık çatısı altında, bireysel ve kurumsal gelişim yolculuğu tasarım hizmeti sunuyor.

Savrula savrula bir hal olduğumuz bir yılı (daha) geride bırakıp yenisine adım atmakla kalmayıp günlerin çoktan birbirini kovalamaya başladığını “aaa bu da geçiyor…” diye fark edip tutmak istedim.  Birini anlamadan diğerine geçmek korkutuyor. Ama uzun uzun düşünecek zaman da kalmıyor. Problem de bu olabilir. Karışık ve tehlikeli duygular biraz deşince. Çevremde o kadar çok ki, anlatamam. Bunlardan az korkuyorum, ama gözümün değdiği yerlerde… haberlerde, açıklamalarda, büyüğünde küçüğünde, sıfatlısında sıradanında, kadın erkek yaşlı genç zengin fakir… velhasılı herkeste var bir şeyler.

Söyleşimiz Youtube kanalımda, dinlemek isteyenler için Spotify‘dayım.

Birey ve kurumu birbirinden ayıramadığımızı, son 2 yıldır endişe ve kaygının iç içe geçtiğini, pandeminin katalizör olduğunu ifade ediyor Müge Çevik; “Eskiden bir kimlik taşırken zorlanırdık şimdi aynı anda yaşadığımız birden fazla kimlikle çok çok zorlanıyoruz. İşte evdeki kimliklerimiz, evlat ebeveyn olarak kimliklerimizin hepsi birbirinin içine girdi. Bireylerin kaygısı kurumlara yansıdıkça, profesyonel dünya can havliyle yüksek rekabet karşısında çeviklik, direnç söylemlerine sarıldı. Adeta yeni nesil bir oyun. Oyunu bir üst “level”a atlayan türlü vaatle karşılaşırken bizler vaat edilen şeylerde belirsizlik yaşıyoruz. Son yıllarda vaatlerin gerçekleşmeyebileceği gerçeğiyle yüzleştik.”

İşin özü şu, biz her anlamda geliştik (?) Evet… kimlikler çoğaldı, hız arttı. Kendimizle, çocuklarla gururlanıyoruz, ebeveynlerimiz de bizlerle. Ne çok şey kotarıyoruz… “Bravo”lar havada uçuşuyor. Fakat o da ne; anlam arayışı ve anlam eksikliği tavan yapmış görünüyor. Hızlı hayatlar filmlerdeki gibi olmuyormuş anlaşılan.

Çevik, durumu Gestalt öğretisiyle açıklamayı tercih etti; “ayrışmak ve buluşmak kavramlarında yatıyor sorunun özü. Son yıllarda başkalarıyla buluşmak için, herkesin onaylayıp takip edeceği okuldan mezun, rüyalardaki işte, dolu unvan, derin kariyer, çarpıcı terfi, ev araba, popüler sosyal medya hesapları, like’lanma derdi bireyin kendisiyle bağını kopardı. Başkalarıyla buluştuğumuzda kendimizden, kendimizle buluştuğumuzda tüm dünyadan ayrışma ikilemi yaşıyoruz…”

Koç, danışmanlar, eğitmenler ve nihayetinde doktorlar ordusuyla yaşamamız bundan olsa gerek. Çevik, insanların mutluluğa gidecek “kısa yol tuşu”nu aradıklarını, kimin tavsiye ettiği şaibeli kırmızı-mavi haplara başvurduklarını, sosyo kültürel yapısına göre muskacı peşine düştüklerine dikkat çekiyor.  Kısa yol tuşu arayan toplumda muskacılar, üfleyenler, koç gibi dolaşanlara şaşırmayalım diyor.

Biraz daha anlamak istedim doğrusunu isterseniz, çünkü anlaşılsın diye kullanılan basit anlatımlar zaaflarımızla da yüzleşmekten hoşlanmadığımız için havada kalıyor. Detaylarını söyleşinin içinde bulacak olsanız da biraz daha derinleşme cesareti göstereceğim…

Adına medeniyet diyemesek de kabul edelim pek çok konuda evrildik, geliştik. İhtiyaçlar hiyerarşisindeki yolculuğumuz karın tokluğundan, barınmadan, güvenlik korkularımızdan geçti… ömürlerimiz uzadı, ikinci kariyere yer açtık, aileler küçüldü, rahatladık. Gelin görün ki karın doydukça ruh doymazmış. Anlamlara takıldık mı biz böylece. Onu da yaptım bunu da gördüm karnım tok sırtım pek ama ben ne için varım?

Çevik’in gözlemleri neticesinde kabaca üç gruba ayırdığı davranış kalıplarımız hem acı hem komik; “Birinci gruptakilerde tutkuyla anlamlanacak bir akış dikkat çekiyor… kişinin kendisini gerçekleştirme yolculuğu içinde, adeta geldik gidiyoruz derken “akla gelmek” diyorum buna.  En samimi yolculuktakiler, aydınlanma nadiren yaşanıyor, bu aşamada insanlar biriktirdikleri duygusal sermayeyle yanıt bulabiliyorlar. İkinci grup uzak durulması gereken; değişmek istemeyen, değişmeyeceklerini kanıtlamak için sonsuz çaba içine girip kapı kapı dolaşanlar.  Son gruptakiler ise özellikle coğrafyamızda, yaşamın doğal acılarıyla tetiklenmiş kişiler. Kayıpla, travmayla tetiklenmiş hayatlar, zorluklardan içinde bulundukları sorun yumağından büyüyerek çıkmak isteyen, gelişime açık kıymetli bir grup.”

Sohbetimizde bende kalan slogan vari cümlelerden biri şu oldu; sistemin olmadığı yerde şansın ve kaderin etkisi artar. Kişi başına düşen ısdırap oranımız arttıkça şans ve kader hayatımızdan rol çalıyor doğal olarak. Ülkemizin özeti! Etki ve tepki düz çalışmadığından girdi çıktı uyumsuzluğu dorukta… Ne demek mi; gençlerin neredeyse hepsinin yaşadığı temel bir örnek size; çok iyi okuldan mezun olmak, çok iyi kariyerle sonlanmıyor. Bu bireyin anlam arayışı olmaz mı?…

Depresyonda olduğumuzu ifade ettiğimde kafanızı çevirip bakmayacaksınız bile. Sebebi ne olabilir. Öğrenilmiş çaresizliğin en büyük etmen olduğuna işaret ediyor Çevik. Tek başına bizim coğrafyamız ya da Türk halkına özgü değil tabii ki. İnsanların umudu kaybettiklerinde depresyonun şaha kalktığını biliyoruz artık. Böyle gelmiş böyle gider diye hükümlerin sayısı arttığında öğrenilmiş çaresizliklerin dümende olduğunu da biliyoruz.

Çevik, “Neden anneannelerimizden daha fazla ve daha şiddetli depresyon yaşıyoruz?” diye sorarak konuyu derinleştiriyor; “Hayatlarımızda acı veren şeyler olmasın istiyoruz. Yaşamı hijyen koşullarda sürdürmek istiyoruz. Giderek metanetimiz ve yaşam karşısında gücümüz, sorunlarla başa çıkma kapasitemiz düşüyor. Çocuklarımızı kimse üzmesin diye kavanozlarda büyüttükçe onların gücünü de koparıyoruz. Yaşam kolaylaştıkça zorlaşıyor. Yaşamın daha az acı barındırması gerektiğine kanaat getirince, kabul eşiğimiz düştü. İstiyoruz ki sadece iyi şeyler olsun yaşamın içinde. Yaşam daha acımasız değil aslında daha hızlı, biz daha hızlı tüketiyoruz yaşamı. Bir ömre daha fazla yaşanmışlık, daha çok kilometre, hikaye sığdırıyoruz. Belki de fazla geliyor . 21’inci yüzyıl insanları olarak arkamıza bakmadan acıdan kaçma gayreti içindeyiz. Aşk acısından kurtulmanın 10 kuralı, kilo vermenin 8 sihirli adımı, mutluluğun formülü…  olumlama yoluyla başarma taktikleri arıyoruz, hedefe  kısa yollarla varmak istiyoruz…”

Peki ama yok mu bunun çaresi? Diyecek olduğumda yanıt kan ve göz yaşı. Şöyle ki, “Bir şeyin içinden geçmek ve büyümek için olanı sonuna kadar tüketmek lazım. Üzülüyorsan ağlamalısın. Acıdan kaçtığımız için büyüyemiyoruz. Kalıp pişsek, bir göze alabilsek ya… yaşam bizi büyütecek. Isdırap ve kendinden kaçarak, mutluluğu kovalıyor ve maalesef bir türlü yakalayamıyoruz.

Söyleşimizi arkası yarın mantığıyla özetlemek istedim. Geniş olarak izleyip okuyabilirsiniz, noktalarken finalimizin güzelliğinden dem vurayım; her dönemin acıları tehditleri zorlukları olacak her kuşak başına gelenlerle baş etmek üzere yeni sistemler kurmaya çalışacak… eski öğretileri unuttuğumuz hatta artık prim vermediğimiz bildiklerimizi “bilinçli farkındalık” “mindfulness” gibi yeni havalı isimlerle tedavi etmeye çalışıyoruz.  Oysa, eskilerin basitçe ve samimiyetle “sen bi çık hava al… bunaldın” taktiğinden ileri gitmiyor. Keşke öğrensek ama anlaşılan her devir böyle olacak. Bulacak kaybedecek, arayacak yine bulacağız… Buluyormuş gibi yapacağız, bulduğumuzu sandığımız zamanlar da olacak…

Bir vaat sunamam cesaret de edemem, ama hislerinizden bir bölümüne tercüman olmayı çok isterdim. Aklınıza ruhunuza bedeninize, kendinize iyi bakın.

Paylaş