Güvensiz Çünkü İşsiz

Hemen her gün güven bunalımından söz eden bir siyasi demeç okuyoruz. Güvensizliğin ne olduğunu bilmeyen insanlar, güvenden söz ediyor. Bunalımı yaratan onlar, bulantıyı çeken biziz. Acaba zahmet edip, neden güvensiz olduğumuzu öğrenmek isterler mi?

Güvensizlik yaşadınız mı hayatınızın her hangi bir döneminde?
Güvensiz kişilerle karşılaştınız mı hiç? Bazı toplumların güvensiz olduğuna şahit oldunuz mu?
Bir gün ansızın, “”Ne olacak benim halim? Ne olacak çocuklarıma…”” diye düşünmeye başladınız mı?
“”Güvenmiyorum, kendimi güvencede hissetmiyorum. İstemesem de gidiyorum buralardan”” diyenlerin sesini duyuyor musunuz?
Güven!
Ne kadar önemli ve ne kadar az önemsiyoruz.
Aslında güven duygusu, hayatla tanıştığımız ilk yıllarda özellikle ailenin yapısal durumu, anne babadan aldığımız eğitimle şekillenip, beslenir. Güven insana ait, insanca bir duygu. Aynı zamanda toplumsal bir olgu.

KAZANMAK GÜÇ YİTİRMEK KOLAY
Güven… Edinilmesi, kazanılması, artırılması güç, yitirilmesi kolay bir duygu.
Ama duygu olduğu için herhalde, biz ona çok da prim vermeyiz.

Örneğin, anne anneliğiyle övünür de çocuğundaki güvensizliği sezemez. Onu, günde üç öğün yedirip içirmenin yeterli olabileceğini sanır. Çocuğun korkuları vardır, onu bu anlamda beslemeyi unutur.
Baba eve üç kuruş para getirdiği için ailesinin hayatını güvenceye aldığını düşünür. Ama çocuğun gözü önünde karısının gözünü morartır. Çocuğun güvensizlik yaşayacağı gibi bir tasası olmaz. Çünkü muhtemelen o da öyle görmüştür babadan.

Toplum olarak güvende sanırız kendimizi ama yanı başımızda bir nükleer reaktör pat diye patladığında yapabilecek hiçbir şey olmadığını görür güvensiz hissederiz kendimizi.
Sayısız kereler uçağa binmişizdir, kimin aklına gelir birilerinin elinde canlı bomba olmak. Oluyor işte. Haydi güven bakalım havayollarına.

Trafikte daha fazla can veririz ama uçak korkumuz araba korkumuzu sollayıp geçer.
Söz veriyorum yapacağım dersiniz, karşınızdaki nedense güvenmez…
Deprem kuşağında yaşıyoruz, ama iskan izni alınmamış binalarda oturmak zorunda kalıyoruz.
Güven! zor bir kavram.
Savaş görmüş, acı çekmiş, aç kalmış toplumlar, kuşaklar güvensizliği, sizden, benden hepimizden daha iyi bilir.

Güvensizlik yaşadıklarınla biriken bir duygu.
Güven ya da güvensizlik psikologların, sosyologların ilgilenmesi gereken bir konu muamelesi görür. Ne büyük yanılgı. Disiplinler birbirlerinin içine girdiler. Hiç kimse, “”Bu konu benim konum, onu ilgilendirmez””; “”Onun konusu ben bilmem”” deme lüksüne sahip değil artık.

Güven duygusunu, güvenlik olgusunu yıllarca topla tüfekle sağlayabileceğimizi düşündük. Evlerimizin çevresini yüksek duvarlarla örüp, tel örgülerle çevirdik. Ülkemiz sınırlarına da aynı muameleyi üstelik en sofistike silahları alarak yaptık. Güvenimizi kazanmak için türlü yollara başvurduk. Güvendeyiz mesajını verip başkalarına tehdit unsurları oluşturduk.

Güvende olduğumuzu sandığımız bir gün, elimizdeki tüm sofistike silahlara karşı biyolojik terörle tanıştık. Duvarları kalın, tel örgüleri yüksek yaptık, ama kimsenin aklına posta yoluyla bir sürü bakterinin sağa sola bulaştırılabileceği gelmedi.

KİM GÜVENDE
Kimse!
Üstelik güvensizliği besleyen o kadar farklı unsurlarla birlikteyiz ki artık. Yukarıda sayıp sıraladıklarıma bir ilave daha yapmak istiyorum. Güvensizliğin başlıca kaynağı ekonomi. Yoksulluk, işsizlik…
Güven duygusu, artık yalnızca psikolog, sosyolog, antropolog, askeri uzmanların konusu değil, Ekonomistleri de en az onlar kadar ilgilendiren bir duygu, olgu ve durum. Güvensizliğin psikolojik boyutları olduğu kadar materyal boyutları da var. İnsani boyutları olduğu kadar düşmanca yönleri var. Sevgiyle bağlılığı sürerken, açlıkla anlaşması var.

Güven!
Sanki çok şey biliyormuşuz gibi duruyor. Hemen her disiplin kendine göre yorumluyor. Yorumlar pek zengin. Tarihte güven ve güvensizliğe dair neler denmiş bilmek ister misiniz?
Örneğin Karl Marx’a göre güvensizliğin başlıca kaynağı kapitalizm idi. Burjuvazi hem kolektif hem de bireysel güvensizliğin ta kendisiydi.
Makyavelli’ye göre ise, güvensizliği ortadan kaldırmanın tek yolu, doğru yerlerde dostlarının olması, başkalarının senin dürüst olduğuna inanması. Güveni beslemenin yollarından biri ise, toplum içinde saygın bir şekilde tanınmak… Makyavelli’ye göre insanların sizi sevmesi güzel bir şey ama korku salmak da yararlı olabilir.

Jean-Jacques Rousseau organize toplumlarda insanların güven duygularının olması mümkün değil diyordu. Bir kişinin güven hissedebilmesi için toplum dışına çıkması daha doğal bir hayat sürmesi gerektiğine inanıyordu.

Friedrich Nietzsche’ye göre güvensizlik hayatımızın bir parçası, bir anlamda var oluşumuzun nedenlerinden biri. Güvensizlikten kaçış yok. Neden olsun ki…

Aradan yıllar geçtikçe güvenle ilişkimiz doğru orantılı gelişmemiş gibi geliyor bana. Tersine, güvenlikle ilişkilerimiz giderek zayıfladı. Hatta belki şöyle demek bile mümkün; modern toplumlara doğru gidildikçe güven yerine güvensizliği beslemesini daha iyi becerdik.

Güvenden çok güvensizlik içinde yaşıyoruz.

 

ÇÜNKÜ İŞSİZİZ
Batı Avrupa, çalışma hayatıyla ilgili literatürde, güvensizlik için özel yer açtı. 1980′lerde başlayıp 1990′lara kadar devam eden toplu işten çıkarmalar Avrupalı çalışanlarda ciddi bir güven bulanımı yarattı.

Dünya üzerinde yaklaşık 3 milyar kişi açık ya da eksik işsiz. 160 milyon kişi açık işsiz. Bu rakam 1998 yılından bu yana 20 milyon adet arttı. 2010 yılında dünya genelinde 500 milyon kişinin yeni iş gücü olarak çalışma saflarına katılması bekleniyor. Bunun için 500 milyon yeni iş gerekiyor. İstihdam yaratmak için tüm ekonomik modellerde, tüm kalkınma modellerinde insan gücüne yatırım yapmak gerekiyor.

Uzmanların fikir birliğine vardıkları bazı başlıklar şunlar:

Bugünün güvensizlik kavramını en derinden etkileyen belli başlı birkaç etmen var. Bunların başında toplu işten çıkarmalar geliyor. Yani çok sayıda ailenin gelirini bir anda ve belirsiz bir süre için yitirmesi.
İkinci önemli neden çalışma hayatında cinsiyetlerin üstlendiği farklı görevler ve farklı roller. Hatta çalışma saatlerinin bile değişmesi. Cinsler arası iş dengesi yeniden belirlenirken, gerek kadının gerekse erkeğin iş yükünün arttığını gözlüyoruz. Üçüncü önemli kriter, çalışma hayatında tam zamanlı çalışma düzeninden yarı zamanlı ve esnek çalışma düzenine geçmek…

Ülkemizde ne yazık ki bu ve benzeri konularda araştırma yok. Ancak yurt dışında yapılmış olanlar işsizliğin olumsuz etki yarattığı iki temel toplumdan söz ediyor: Gençler ve yaşlılar. Bunların ardından da çalışma hayatından dışlanan diğer gruplar geliyor. En fazla dikkat çekenler rengi ve milliyetinden dolayı farklı olanlar ile özürlüler…

Uzun lafın kısası yeni dönemin kavramları da değişiyor. Bunlardan biri de güven.

 

ASKERİ YÖNTEMLER OLMAZ
Güven, üzerinde uzun boylu düşünmenin ve fikir geliştirmenin önemli olduğu bir kavram. Güven ve güvende olmayı askeri tedbirlerin içine hapsetmiş bir toplumumuz. Toplu işten çıkarmalarla yeni tanışıyoruz. Geçmişte yaşananları anımsamadığımız ve geçmişte yaşadıklarımızın hiç biri bugüne de tıpatıp benzemediği için başımıza tam olarak ne geldiğini anlayamıyoruz ama bildiğimiz bir şey var o da parasızlık çok acıtıyor.

Evet, yeni güven kavramı ya da yeni güvensizlik kavramı, diğer disiplinleri içinde barındırıyor ama şu an yaşadıklarımıza baktığımızda biraz daha fazla ekonomi kokuyor. Çünkü çoğunluk işsiz, ya da işten çıkarılmayı bekliyor. Uzun lafın kısası, güvensiziz, çünkü işsiziz ya da işsiz kalacağız. Bir anlamda fakiriz onun için güvensiziz.

Dünyada 3 milyar kişi günde 2 dolardan daha az, 1,2 milyar insan da günde 1 dolardan daha az gelirle yaşıyor.

İşten yaz aylarında çıkarılanların tazminatları bitti. İdareli kullananların ise ha bitti ha bitecek. Hazıra dağ dayanmaz demişler, her gün üst üste gelen tüp gaz, yakıt, benzin vesaire zamlar karşısında üç kuruşla durmak mümkün olmuyor.

Bu kış zor geçecek. Çünkü işsiz geçecek… Çünkü soğuk geçecek ve hatta belki aç geçecek.
Ekonomik güvensizlikle tanışmayı ertelemenin çeşitli nedenleri var. Toplum bilimciler eminim bu konuda değişik argümanlar geliştiriyorlardır. Ama hala kuvvetli olan aile yapımız sayesinde işsizlik, diğer toplumlarla kıyaslandığında göreceli de olsa rahat ve dolayısıyla hasıraltı.

İçinizi rahatlatır mı bilmiyorum, yeni çalışma hayatı dünyanın her yerinde güvensizlik ve rahatsızlık duyguları saçıyor. Yalnız değiliz… Avrupa’da iş hayatına daha fazla sayıda kadının katılması ve katılanların önemli ölçüde part-time işlerde çalışması, erkeklerin işgücü içindeki paylarını daraltıyor. Aslına bakacak olursak çalışma saatleri konusunda konmuş kurallara uymak açısından Batı, bizden çok ama çok önde olmasına karşın Avrupa’da şeffaflığın giderek yitirildiği yolunda sinyaller alınıyor. Bu durum, iş akitlerinde belirlenmiş ve imzalanmış çalışma saatlerinin dışına çıkıldığını ancak kimsenin buna itiraz etmeye cesaret edemediği anlamına geliyor.

Çok sayıda işsiz toplumda güven duygusunun yitirilmesinde önemli rol oynarken geride kalanların çalışma saatlerinin gözle görülür bir şekilde artması güvensizliği körükleyen kaynaklardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE)nin rakamlarına göre Türkiye 2001′in ilk yarısını yüzde eksi 8,5′luk büyüme hızıyla kapadı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra karşılaştığımız en büyük daralma.

DİE’nin 2001 ikinci dönem hane halkı anket çalışmasına göre Türkiye’de işsizlik yüzde 6.9. Geçtiğimiz yılla kıyaslandığında binde 7′lik bir artış söz konusu. Türkiye’de eksik istihdam ise yüzde 6 olarak gözüküyor. Kısacası ülkemizde işsizlik yaklaşık yüzde 13. (AB üyesi 15 ülkenin işsizlik ortalaması yüzde 7.6)

Şimdi bu rakamlara inanmak mümkün mü? Hayır, ne yazık ki değil. DİE yalan söylediği için mi? Hayır. Onlar ellerindeki verileri açıyorlar. Ama rakamlar gerçekleri yansıtmıyor.

Çünkü yılbaşından bu yana işsiz kalan beyaz yakalıların bu işsizlik rakamlarında temsil edildiğini düşünmüyorum. Bu yılın ilk 8 aylık döneminde yaklaşık 40 bin bankacının işsiz kaldığını, bu rakamın yılsonuna kadar 100 bine ulaşacağı düşünülecek olursa, yine yalnızca bu sektörde banka birleşmeleri kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızdayken rakamlar gerçekleri ifade etmiyor. Unutmayın üzerinde konuştuğumuz yalnızca bir sektör. Son zamanlarda üzerinde hararetli tartışmaların yapıldığı kamu sektöründe ise bıçak kemiğe dayandı. İlk etapta 40 bin kişi zorunlu olarak emekliye ayrılacak. Kamuda emekli edileceklerin toplam sayısının 100 bini bulacağı tahmin ediliyor.

İkincisi ülkemizde işgücüne katılma oranı 15 ile 64 arasında değişen vatandaşlarımız için çok düşük. Tahmin edin bakalım ne kadar. Çalışabilen nüfusun ancak yüzde 49′u çalışıyor. Avrupa’da iş gücüne katılma yüzde 61-62 arasında değişiyor.
Ve ülkemizde üretime katılmayanların yarıdan fazlasını kadınlar oluşturuyor. İşte bu nedenlerden dolayı işsizlik rakamları sizi şaşırtmasın. Türkiye’de işsizlikle ilgili rakamlar düşük gözüküyor.
Türkiye’de istihdam yapısı bozuk. Hepimiz biliyoruz. Ama elimizi sürmek istemiyoruz. Düzeltilmesi gereken o kadar çok yanı var ki…
Örneğin kadın… Kadın kritik unsurlardan biri. Tarımda istatistiklerde yer almasa da yüksek oranlarda çalışan kadın, kente göç söz konusu olduğunda ücretli bir iş bulmakta güçlük çekiyor. Bu arada yapılan araştırmalara göre lise mezunu kadın diğer kadınlar arasında daha fazla iş bulma şansına sahipken o da evlenmeyi tercih ediyor.
Ülkemizde garip istihdam yapısının bir başka yönünde de ücretli işçiliğin çok düşük olması yer alıyor. Ücretli işçiliğin toplam istihdam içindeki payı yüzde 46. İstihdamda tarımın payı yüzde 40. Üretimde tarımın payı ise yüzde 13. İstihdamdaki kişilerin 8 milyonu tarımda bunların 4 milyonu aile işinde ücret almadan çalışıyor. Avrupa Birliği (AB) de istihdamda tarımın ortalamasına baktığımızda ise yüzde 5.5 olduğunu görüyoruz.

Türkiye’de istihdam yapısındaki bir başka içler acısı durum ise genç nüfus. Genç işsizlerimizin sayısı kabarık. 25 yaşın altında işsizlerin oranı ise yüzde 43.
Peki ne olacak, ne olmalı, ne yapılmalı…

ESNE, ESNET, ESNEYELİM

Küresel işsizlikle mücadele edebilmenin en önemli noktası esneyebilmek. Çalışma koşullarını esnetmek. Böylece istihdamı artırmak, daha fazla insana gelir getirme formülleri yaratmak. Esnek istihdam ve esnek ekonominin özellikle işveren açısından düşük maliyet yani daha az çalışan, kaliteli ve hızlı üretim anlamına geliyor. Çalışan açısından bakıldığında, iş imkanlarının çoğalması, işin koşullarıyla kişisel koşulları buluşturabilmek, gelir elde edilecek kaynağı çeşitlendirebilmek gibi anlamlara geliyor.

Türkiye’de esnek çalışma koşulları yasalarda yer almıyor. Aslında istihdam yasalarda doğru dürüst düzenlenmiş değil. Bu yüzden ülkemizde kayıt dışı istihdamın boyutlarını bilmiyoruz. Yeni ekonomi diye bağırırken çağ dışı istihdam alt yapısıyla dolaşıyoruz. Rekabeti değil teşvik etmek, tam anlamıyla haksız rekabetle köstekliyoruz.

OECD ülkelerinde part time çalışanların toplam işgücü içindeki payı son on yılda yüzde 14′ten yüzde 16′ya yükseldi. AB ülkelerinde ise yüzde 13′den yüzde 16′ya çıktı. Esnek çalışma aile yükümlülüklerini yerine getirmek ve kariyer bütünlüğünü sağlamak adına bir fırsat olmakla birlikte iyi kontrol edilmediği ve alt yapısı iyi oturtulmadığı hallerde büyük dezavantajları beraberinde getirebiliyor. Örneğin, hizmet akdi olmadan çalışmayı özendirebiliyor, bu şekilde çalışan çoğunlukla her türlü sosyal korumadan uzak çalışmak zorunda kalabiliyor. Dünya üzerinde esnek çalışma sistemini en fazla istismar eden ülkeler Sri Lanka, Arjantin ve Pakistan.

Dünya genelinde iş gücü yapısı değişiyor. Yukarıdaki örnekler de zaten bunu anlatıyor. Bu değişim içinde dikkat çeken bir çalışma şekli de kendi adına çalışma… Kendi namına çalışanlar Türkiye’de yüzde 25′lerde dolaşıyor. Ama birbiri ardına gelen iş yeri kapanma haberlerinden sonra bu rakam da ne kadar doğruları yansıtıyor bilinmiyor.

Türkiye’de ekonomik krizden çıkmanın en önemli koşullarından biri acilen istihdam yapımızı düzenlemek. Yeni istihdam kanalları açılmasını sağlayacak alt yapı çalışmalarını başlatmak. Geliri tabana yayabilmenin yollarını aramak. Esnemek, eğilip bükülmek… Ve en önemlisi bireyleri farklı çalışma yöntemleri benimsemeleri için teşvik etmek. Onları fakirlikle baş başa bırakmamak.

“”Yapabilirsin, yapabiliriz”” duygusunu aşılamak.
Güven vermek!

 

Paylaş