Gülümseyince Hepimiz Aynıyız

Featured Video Play Icon

Dikkatimi çeken konularda sayenizde dur durak tanımamaya başladım. İlginize teşekkürler. Bu sefer konuğum Tolga Bayraktar. Bir fotoğrafçı. Yani kurumsal anlamda ürün fotoğrafçılığından moda fotoğrafçılığına kadar yayılan bir alanda profesyonel çalışması var. Birde fotoğraf sanatçısı kimliği var. Orada da belgesele kadar uzanan çok değişik ana fikirlerde üretimi var ki konuşacağız.

 

Geçmişte de birlikte çalıştığımız projeler oldu. Bayraktar, Elektrik Elektronik Mühendisi. Üzerine Bilgisayar Mühendisliği yüksek lisansı yapıp ondan sonra fotoğrafçı olmaya karar verdi.

 

İlgimi çeken projeleri var. Örneğin “Göçer Çingeneler” çalışmasını yıllar öncesinden konuştuğumuzu hatırlıyorum ve hala o projenin devam ettiğini öğreniyorum, ne kadar meşakkatli bir şeymiş. Sonra “Tersane” projesi var. Tersane projesinde bakışından çok etkilendiğim bir tersane işçisinin fotoğrafını anımsıyorum ve sonra öğreniyorum ki İtalyanlar işe talibiz demişler… Derken; “Munzur’un Sesi” bir belgesel.

 

Bayraktar’ın geçmiş projelerinden biri gülümsemek üzerine. Görmüş ki, evrensel bir dil varsa o da gülümsemek. Gülünce nereden gelirsek gelelim hepimiz aynıyız. Gülünce hepimiz güzeliz. Ben de madem bir fotoğrafçı ağırladım, onun yakaladığı anlardan birini tercih edeceksem başlığı gülümsemeye ayırmalıyım diye düşündüm. Çokça gülebildiğiniz günlere, çevrenize farklı bakın çok çok değişik renkler görecek ve gülümseyeceksiniz, şüpheniz olmasın.

 

 

 

Sokak diliyle adama sormazlar mı, neden daha önce karar vermedin şu işe diye…

Türkiye’de mühendislerin kendi sahalarında çok başka sahalarda çalıştıklarını çok iyi biliyorum.

 

Tamam, hala öyle olabilir, ama çok meşakkatli.

Tabii, belli bir bilgi ve birikimin çoğunu bir kenara atıyorsunuz. Ama yine de uygulayabildiğiniz belli bazı yöntemler, düşünceler var.

 

Bir fotoğrafçı nasıl çalışır nereden para kazanır?

Mesela önce sizin görsel ajansınızda olduğu gibi mecburen piyasaya işler yapmamız gerekiyor. Çünkü belgesel çok uzun soluklu, hemen karşılığını almadığınız, dolayısıyla ben böyle bir yöntem seçtim. Biz freelance olduğumuz için gün gelir bir ayı besler, bir ay gelir günü besleyemez. Orada boşlukları planlamayı seviyorum. Bu meslek geçmişimi fotoğrafı sevdiğim için bıraktım ama sadece ticari işler yapmak için değil. Dolayısıyla ben ne çekmeyi seviyorum, çektiklerimi nasıl değerlendirebilirim, nasıl güzel bir şekilde sunabilirim… peşinde koşuyorum.

 

Ne çekmeyi seviyorsun

İnsan çekmeyi seviyorum. Mesela “Gülümseyince Aynıyız” diye bir proje yaptık. 2014’te Smilarity, Gülümseyince Aynıyız, hem yine yurt dışı destekli bir proje idi. Balat’ta yaptık. Sosyoekonomik durum çok farklı olduğu için insanları gülümsettik ve gülümsemenin ne kadar evrensel bir dil olduğunu ve gülümseyince de o benzer ortak noktalarımızı bulup aynı zamanda da o farklılıklarımızdan keyif almayı amaçlayan bir projeydi.

 

Ana fikir olarak çok güzel. İçerik deyinde yalnızca bir metin olarak algılanmasından rahatsızım. Bir fotoğrafın anlattırdıklarını kelimelerle anlatmak bazen çok zor olabiliyor.

 

Zor ve güzel çabalar bunlar. Bir de hikaye anlatmaya baktığımızda belki de binlerce yıl geçmişi var ama günümüzde sinema olsun, fotoğraf olsun baktığınızda çok görsel gidiyor. İkonografik şeylere doğru kayıyoruz. Böyle olunca görsel hikayeleri anlatmak hoşuma gidiyor. Bunu da uzun soluklu projelerle yapabiliyorsunuz ya da işte bazen tek bir fotoğrafla da olabiliyor.

 

Yaman çelişki; diplomaları koyduğun alanı bırakıp ondan sonra alaylı olduğun alanda devam etmek. Elinde akıllı telefonu olan herkes fotoğraflar çekiyor. Yani başka bir devir.

Herkesin gözlemci olduğu ve çekebildiği bir dönem.

 

Mesela bu “Munzur” projesinden başlayalım. Bu ne kadarlık bir proje?

Tam 2015’te başladı. 4. senesi olmak üzere. İlk sene saha araştırması yapıldı. Haberlerden Komünist Başkan, Ovacık’ı duyduk. Buradaki iddialar doğru mu diye bir saha araştırması yaptık.

 

Bir gazeteciyi ilgilendirir de bir fotoğrafçıyı neden ilgilendiriyor? Yani neden o konu?

Çünkü tarım, hayvancılık, bal, coğrafya olarak kapalı bir alan, Türkiye’nin milli parkı, Komünist bir başkan farklılık, fotoğrafta ya da görsel sanatta gözünüzün alıştığı değil de alışmadığı şeyleri, konu ve görsellik olarak göstermek. Bunu arıyorsunuz. Tutarlı mı elinizdeki bilgiler, bir şey çıkar mı ortaya koyuyorsunuz.

 

Saha araştırması bir sene falan mı sürdü?

Bizim normalde bir dönemi yani mevsimsel olarak tam geçirmemiz gerekiyor. Tüm mevsimleri görmemiz gerekiyor. Mesela hasat dönemlerini yakalamak çok zor olabiliyor. Birkaç kişiden bilgi almamıza rağmen işte fasulyede bir dönemi kaçırdık, o mesela bir sonraki seneye kaldı. Vardı ama bizi tatmin etmedi. Tam da sonuna denk geldik. Bunu bir daha çekeceğiz dedik. Bizim plana da uyuyordu. Kaçırdığımız birkaç çekim olabilir diye planını da yapmıştık. Nitekim başka işleri yaparken öyle bir yedek çekim de yaptık.

 

Böyle bir projeye başlarken projenin bir sponsoru var mı yoksa gönlümden burası geçiyor deyip ondan sonra mı projelendirip sponsor bakıyorsunuz?

Çok farklı gelişebiliyor. Önce çok basit bir dosya hazırlayıp Kültür Bakanlığı’na gidebiliyorsunuz veya özel sponsorlar buluyorsunuz, yurt dışındaki hatta yerel belli bazı STK’lar bütçe ayırabiliyor. Bunun kesin bir yolu yok. Başta da sonda da alabilirsiniz. Biz kendi çabalarımızla görselimiz olsun, videolarımız olsun, fotoğraflar olsun derdimizi anlattığımız bir dosya oluşturduk.

 

Cepten yediğiniz bir proje oldu.

Evet. 90 dakika. Bir belgesele film gibi kaynak bulmak çok kolay olmuyor. Dediğim gibi ya STK ya da Kültür Bakanlığı oluyor.

 

Avrupa Birliği fonları oluyor. Bunda durum nedir?

Bunun için özel bir sponsor bulduk. Fransa’da bir kurum bunun için bize sponsorluk verdi.

 

Fransa’da bir kurum neden “Munzur’un Sesi”ne ya da böyle bir projeye destek olur?

Müzik ile ilgili bir prodüksiyondu. Müzisyenleri mesela onlardan tedarik ettik. Biz Munzur’un Sesinde müzik olarak da baktık. Orada mesela bir 1938 olayları var. Ben mesela müziği inceledim, nasıl diyeyim kısır bir müzik var. Neden? Tek bir duyguya, genellikle ağıt, üzücü parçalar falan. Bu da mesela müziğin zenginliğinin daralması, müzik kalitesinden bahsetmiyorum ama tek bir duyguya girmesi, ilgimi çekti ve müzik konusunu da ele aldık. Alevi kültürü, saz gibi.

 

Müziğin tek sese, ağıta doğru gitmesi görüntüye nasıl yansıyor?

O bölgenin insanı çok sıcak kanlı. Çok ilginç bir espri anlayışı var. Bir anda çok komik bir anda böyle kalabiliyorsunuz. Hatta ben Edirneliyim o mizah anlayışı, Balkanlar, birazcık acı, o duyguları bir şekilde bir kara mizah ya da mizaha yansıyor. Gençlerle röportaj yaptık, çok sağlıklılar. Çünkü bakkaldan alınacak şeyler çok kısıtlı, tereyağı kendilerinin, süt ürünleri inanılmaz lezzetli, hayvanların eti çok lezzetli dolayısıyla oradaki genç ile şehirdeki genç arasındaki farkı ben çok net koyabiliyorum.

 

Biz oraya, onlar da bu tarafa öykünebiliyorlar.

Mesela orada da kışın iletişim yok. Mesela 4 metre kar var. Gençlerin bana anlattığı; keşke spor kompleksi olsa spor yapabilsek. Ama bir yandan da Munzur’un eteklerinde istedikleri gibi spor yapabiliyorlar. Bazı imkânlarının olmadığını tabii ki düşünüyorlar.

 

Bu Munzur’da sonra bir de Trakya’da Romanlar.

Munzur bitiyor ve önümüzdeki sene göçebe romanlar. Onu da 5-6 sene önce konuştuğumuz gibi. Yerel halk çadırcılar diye bahsediyor. Ben bu konuyu fotoğraf olarak neredeyse 8-9 sene önce çektim. Eskiden çok kalabalıktılar. Üç köyün arasına resmen çadır kent kuruyorlardı. O bahsettiği yıllar 60’lar, 70’ler. Orada resmen demircisi falan, Romanlar el işinde çok iyidir. Sadece müzikte değil gerçekten de el işçilikleri çok iyidir. O yüzden de köydeki mesela nalbant, Roman çadırı bütün donanımları ile kendi kendini sürdürebilen bir yapısı vardı. Niçin geliyorlardı? İlkbahar, yaz ayları vs. tarım için yoğun iş gücü gerekiyor. Şimdi tabii makineleşme, sanayileşme artınca onlara ihtiyaç azaldı. Kışın yaşadıkları evleri var. Çadırda kalmak sıcaktan, vs.’den dolayı artık onlara zor geliyor.

 

Belki yeni nesillere zor geliyordur.

Aynen. O yüzden bırakmaya başladılar. Gittiğimde birkaç köye baktım, bir hafta bakındım çok az kişi vardı. Gerçi yağmur nedeniyle de olabilir. Daha az konaklayıp gitmeli gelmeli yapmaya başlamışlar.

 

Bunun sponsoru var mı?

Yok. Ben şu anda gerekli olan bilgileri toparlayıp dosyasını oluşturuyorum. Bir şekilde oluyor. İlk böyle bir projeye atıldığında olur mu olmaz mı falan sonra bakıyorsun ki, niyetine girdiğin zaman kapılar açılıyor. O yüzden şimdi ikinci projede biraz daha rahat hissediyorum.

 

Tersane? Bir kelime oyunu var ters hane.

Tersane aslında benim ilk fotoğraf, ciddi fotoğraf belgeselim. Mühendisliği bırakıyorum dediğimde çalıştığım şirkette kalite departmanında çalışıyordum ve 20’den fazla ülkeye yani senede 3-4 defa yurt dışına çıkıyordum. Sürekli bir yurt dışı vardı. Kamera aldım. Zaten hep bir görsel ilgim vardı. Resim çizerdim, vs. Fotoğraf resim yapmadan kestirme olarak ama gözün gördüğü bir şeylerin kompozisyonu. Tersanede çalışan mühendis arkadaşlarım vardı. 5-6 tane tersaneye girdim ki tersaneye girmek zordur. Ben de zaten tesadüfen girdim; o dönemlerde, 2008’lerde tersane ölümleri çok ve basın orada. Gerçekten de çok zor koşulları var. Ben bir kaliteci olarak gözlemlediğim şey çok riskli olması. 5-6 ay boyunca fotoğraf çektiğim bir şey oldu.

 

Neden Ters hane?

 

Çünkü o zamanlar çok doğru işleyen bir hane değildi. Şimdi bir şey diyemem. Çünkü dediğim gibi işçi ölümleri vardı, işçilerde gerekli olan eğitimleri almadıkları için güvenliksiz çalışabiliyorlardı ve o fotoğraflardaki yüzlerinden zaten o şeyi birazcık yansıtabiliyordum.

 

 

Bir de çocuk gözüyle bir şeyler yapmak projesi var değil mi? İstanbul ışığı. Burada o ilgimi çekti.

O, bizim İstanbul karıncaları dediğimiz SPK çalışmasıydı. Onlar sosyoekonomik olarak seviyesi düşük olan çocukları 5 duyu ile şehri tanımak, işte ne yapıyorduk? Yerebatan sarnıcına gidiyorduk, belli bazı tarihi yerlere gidiyorduk. Mutlaka bir tane kokartlı turist rehberimiz oluyordu. Çok güzel anlatıyordu. Çocuklara ne yapıyorduk? İşte havayı koklayın, o eski tarihi taşları elleyince ne hissediyorsun, bu şekilde onlara biraz daha kent kültürünü gösteriyorduk. Dediğim gibi sosyoekonomik olarak düşük olan okullardan alıp gezi gibi onlara şehri tanıtıyorduk. Ben de o arada fotoğraflarını çekiyordum ve çok keyifliydi. 

 

Nereden çıkıyor bu proje fikirleri?

Aslında görmek ile ilgili. Önce hissiyatı geliyor. Burada bir şey var hissi geliyor ve sonra bilgisini toparlamak geliyor.

 

Aslında burada hakkını verelim. Herkes aynı yerden geçiyor ama herkes bakıyor ama görmeyebiliyor.

Evet. Çok doğru. Çocuklarla çalışmayı çok seviyorum.

 

Beni tatmin eden asıl taraf o. Öbürü de işte bu projelerin belli bir kısmını, istediğim hayatı idame ettirmemi, bu projelere zaman ayırmamı sağlıyor. Çünkü zaman da çok önemli bir kaynak. Parası olanın zamanı olmuyor, zamanı olanın parası olmuyor. Ama ben mesela bu projeler yerine müşteri kovalayabilirim, işlerimi artırabilirim, ekibimi büyütebilirim. Ama bir tercih. Amacım işimde ilerlemek olsaydı 10-12 yıllık meslek hayatımı geride bırakmazdım. Orada mücadele devam ederdim.  Mesela sanayi sektöründe mekân çekimlerinden ürün çekimlerine kadar. Ben de mühendis olduğum için bağlantılarımla o tür fabrikalar, o tip mekan çekimleri yapıyorum. Bunun içerisinde her şey olabiliyor. Ürün de olabiliyor. Geçen İzmir’de bir demir çelik fabrikasında çekimler mesela 15 gün sürdü.

 

Gözün uzmanlaştığı bir alan yok mu?

Mesela ayakkabı çekimi, çanta çekimi, stile life. Bunlarda iyiyim. Neden? Çünkü oradaki deneyimim daha fazla olduğu için orada sözle, yazıyla kendim bunu böyle yapsam, bu ince ayar böyle değişsin, bu malzeme yerine bunu kullanayım diyerek geliştirdiğiniz kendinize has yöntemler var. Bu da fark yaratıyor. Geçenlerde tangoya başladım. Uzun soluklu bir maceraya atıldım. Fotoğrafta da aynı şekilde şunu düşünüyorum, ben seneler sonra baktığımda hangi fotoğraflarıma bakacağım. Tabii ki bu sosyal projeler, kendi bakışımla kattığım şeylere bakacağım. Ayakkabı, çantalara bakmayacağım.

Paylaş