“Başının çaresine bak” & “Too little, too late” ülkesi

Emre Ilıcalı, yeşil bina danışmanlık şirketi Altensis kurucularından. Ilıcalı Amerikan Yeşil Binalar Derneği tarafından LEED Fellow unvanı sahibi. Faaliyet alanları arasında elektrikli araç şarj üretimi de bulunuyor. Başarılı bir girişimci. Sürdürülebilirlik, çevre, insan sağlığı, temiz enerji üretimi, yaşanabilir şehirler gibi konular üzerinde çalışıyor. Bu temalar zamanın ruhunu yakalayan uzmanlık konuları arasında olsa da samimiyetle ifade etmem gerekirse Türkiye’nin bu uzmanlıkları yakaladığı konusunda ümidimi kaybediyorum. Bu nedenle kendimi zorluyorum, adıyorum… daha ne yapayım bilmiyorum! Ilıcalı “nice to have” tadındaki bu mayınlı tarlada kendisinin fiilen, Türkün kafasının da nasıl çalıştığını anlattı.

Beton aşkı ile yanıp tutuşan zihniyet, gelip geçici maddi değerler peşinde koşuyor. Kaliteli ve güzel yaşama dair sürdürülebilir temalar, coğrafyamızda masal tadında  şekil buluyor. Yasaktan ve cezadan anlıyoruz, bile diyemiyorum, pandemi bunun da yol olmadığını gösterdi. Yitirdiklerimizi ve bir daha geri gelmeyecek doğal varlıklarımızı gördükçe insanın umudu düşüyor,  öfkesi  artıyor.

Zihniyet değişimi opsiyonel değil, zorunlu seçenek. İdrak ettiğimizde kurunun yanında yaş da yanacak. Gelişmiş ekonomilerde ve buna eklemlenen Çin’de (dünyayı tahrip ettikten sonra) bilinçli bir sürdürülebilir “yeşil elit kulüp” hareketi var. Türkiye tanımam, bilmem duymadım anlamam diye istediği kadar kandırabilir. Dışa bağımlı ekonomimiz bu kulübün üyeleriyle ticaret yapmak zorunda. Afrika’daki “cazip” yatırımlar, eş dost coğrafyalar bu nüfusa yetecek oksijeni sağlamaktan çok uzak.

 “Yeşil Etiket” hiç olmadığı kadar popüler. Yeşil’i bozdukça, dayanılmaz ağırlığı artıyor, umarsızca bozdukça daha fazla konuşuyoruz. Bu nedenle taklitlerinden sakınmak gerek. Ama, hangisi nedir ayırt etmek de maharet istiyor… Marifete gelince harekete geçmek gerek. Sorunlarımızı toparlama umudu da şansı da her zamankinden zor.

Ilıcalı’yla buluşma nedenlerimin başında tahmin edeceğiniz gibi “yeşil” konusu geliyor. Yeşil bina ve yeşil enerji konseptleri kafamda “yeşil yerleşim” olarak zil çalıyor. Oradan da “akıllı birey – akıllı kent” gibi … mikro olduğu kadar makro düşünmeyi zorunlu kılıyor.

Bu yazıya başlık düşünürken hem hiç zorlanmadım hem çok zorlandım. O kadar çok atılacak başlık var ki, hangi birini seçseniz diğeri gönül koyuyor.

Örneğin, “Akıllı Ol! Yol yakınken dön…” demek istedim, birden yerleşik kalıplar sebebiyle işaret parmağımı sallarken hayal ettim kendimi… midem bulandı!

“Binalar ya da şehirler değil, insanlar akıllı olmalı” demek istedim, kimsenin dönüp bakmayacağını biliyorum, çünkü ülkemde akıllıdan geçilmiyor… “Zorunlu tutulmazsa “yeşil” olmaz” diyebilirdim… kanun var uygulama olmadığını anımsadım ve bu da tutmaz diye vazgeçtim… “Ne alanın ne satanın ve ne de müteahhidin iyi niyetine ya da insafına bırakılmayacak kadar ciddi” demeye kalkacaktım, asker mektubu kadar uzun geldi. Sonunda anlamayana İngilizce de olsun diye ortaya karışık yaptım.

Söyleşimiz youtube’da, dinlemek isteyenler Spotify‘a davetli…

Yaprak Özer: Yaşanabilir akıllı kentleşme nedir? Birçok binaya sertifika veren, kontroller yapan birisisiniz. Örneğin İstanbul’da akıllı bir kentte yaşıyor muyuz? Var mı akıllı ya da yaşanabilir kent? Bu ikisi aynı şey mi?

Emre Ilıcalı: Akılı kent ya da bina denildiğinde, internet teknolojisi kullanılarak, bazı hizmetleri insanların elinden alıp kendi kendine aksiyon alabilen, cihazlar, ekipman ya da binalar ve tabii bunların da bir araya gelmesiyle şehirler düşünülüyor. En basit, internetsiz yaşam… cep telefonundan laptoplara… aklınıza ne gelirse… internet bağlantısı olmadan ya da bunlardan uzak kalmak bile bizim için sorun haline geldi. Bunlar beraberinde konfor getiriyor ama yaşanabilir olmak için bunların olmasına gerek yok. Huzurlu bir hayat sürmek ile akıllı olmak ya da yüksek teknolojiye bağlı olmak arasında bir korelasyon yok.

Yaprak Özer: Yaşanabilir olmaktan, konfordan ne kastediyorsunuz?

Emre Ilıcalı: Binalar ya da şehirler değil, insanlar akıllı olmalı. Günün sonunda bize sundukları imkanları kullanmak, faydalanmak; yaşamımızı kaliteli hale getirmek için kullanmak iyi de bağımlı olmamalıyız bir noktadan sonra… Yaşanabilir olmak, insanın, beraberindeki tüm canlıların yaşamlarını belli bir standartta sürdürebilmeleri için, ki bu standartlar da giderek artıyor, temel ihtiyaçlarını bile sağlayamayanların olduğunu düşünürsek, insanca yaşam sağlayabilmek için insanın geçmişten günümüze bazı değerlere sahip olması lazım. Bu işin manevi tarafı demokratik değerler, sosyal haklar, kendini gerçekleştirme imkanları gibi konular… Maddi ya da fiziki tarafı, barınma, sosyal güvenlik vs. gibi konuların ötesinde yaşadığımız yerlerin kaliteli imkanları sunuyor olması lazım. Kastımız, iyi bir arabamız ya da güzel bir evden öte, en basitinden temiz hava, yeşil bir alan… yani insanın doğayla kucaklaşması lazım, insanın yapısında olan bir şey, olmadığı zaman ne oluyor? Direkt farkına varmıyoruz ama insan davranışlarında, psikolojisinde ya da yaşadıklarında başka sorunlar olarak ortaya çıkıyor.

Temiz hava, sağlıklı ortamlar, yeşil alanlar, yaşamsal, hijyen ve konfor anlamında suya ulaşım, enerjiyi verimli kullanabilmek, havamızı kirletmeyen enerji kaynaklarına ulaşım. Böyle söylediğimizde, “Ya enerjiye ulaşıyoruz. Düğmeye basıyoruz elektrik yanıyor” denebilir.  Ama beraberinde getirdiği olumsuzluklar bir noktadan sonra o elektriğe kolay ulaşamamamıza neden oluyor ya da ona ulaşırken karşılığında neler verdiğimizi değerlendirme durumunda kalıyoruz. Aynı şekilde su … Yakın zamana kadar suyla ilgili sorunumuz olduğunun farkında değildik. Pandeminin de etkisiyle su ihtiyacımızın riskli bir noktada olduğunu gördük. Türkiye su fakiri bir ülke. Su kaynakları bizim için enerjiden de önemli. Su “under rated” (gerekli değeri verilmeyen) bir konu. Oysa hep konuşuyoruz, ama su verimliliği, suyun nasıl korunması, suyun nasıl israf edilmemesine yönelik uygulamalar kültürel ve eğitimsel anlamda zayıf.

Yaprak Özer: “İstanbul nasıl bir kent?” sorumun yanıtını verdiniz. Türkiye’de yaşanabilir alanlar var mı diye genişletirsem, işaret edebileceğiniz, mutlu insanların yaşadığı yerler var mı?

Emre Ilıcalı: Şimdi çevreyle, sürdürülebilirlikle ilgili konulara başladığımızda soruların esas kısmına gelemiyoruz. İstanbul nasıl bir kent? Nüfus olarak Türkiye’nin yüzde 20’lerinde ama ekonomik olarak yüzde 40-50’lerini üreten bir şehir. O yüzden İstanbul iyileşmeden, yaşam kalitesi artmadan, Türkiye’nin düzelmesi ya da yaşanabilir şehirler alanının oluşması ve tabana yayılması mümkün değil. Seçilmiş bir zümre için belli alanlar oluşturulabilir ama esas amaç o değil… Buradaki amacımız tüm insanlık için gelir seviyesi farkı gözetmeden ya da nereden geldiği, köken fark etmeden belli imkan ve standartları oluşturmak. İstanbul’u çözmeden Türkiye ölçeğinde çevresel sorunları da politik ve diğer sorunları da çözebileceğimizi düşünmüyorum.

Yaprak Özer: Pandemi işinizi nasıl etkiledi? Kıymete binmiş olduğunuzu ümit ediyorum. Ofis alanlarının terk edilmesi nedeniyle zor bir döneme sokmuş da olabilir. Eve göç yaşadıktan sonra ofislere tersine göçü nasıl yaşayacağız?

Emre Ilıcalı: Anlatmaya çalıştığımız konular, çevre – ekoloji kapsamına sığmayacak kadar geniş. Bunlar günlük hayatta özellikle şehirlerde yaşanan sorunlara cevap niteliğinde. Pandemi bazı konuların öneminin altını kalın çizgilerle ve unutulmayacak ölçüde çizdi. Musibetlerden ortaya çıkan pozitif olarak değerlendirilebilecek konulardan bir tanesi, yaşadığımız konutlar… Ofisteki insan da evine geldi, yaşam kalitesi, iç mekanın ona sağlamış olduğu belli konfor ve sağlıklı ortam kriterlerinin aslında ne kadar eksik olduğunu gördü. Öncesinde ofisteki eksiklerden bahsediyordu. Şehirde, insanların yaşamının yüzde 90’ı neredeyse binaların içerisinde geçiyor. Binaların, pandemiden sonra bir kısmı değişecek. Ofisten konuta geçecek. Ama günün sonunda bina… Bu binaların iç yaşam kalitesiyle ilgili yıllardır taze hava kalitesi, kullanılan malzemelerin insan sağlığına etkileri gibi konuları söyleye söyleye dilimizde tüy bitti… Şimdi pandeminin de getirmiş olduğu  ivmeyle sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Örneğin AVM’lerdeki riskle ilgili… Bu sefer bunlara aşırı önem gösterilmeye başlandı ben bu tür aşırı geçişleri her zaman kuşkuyla karşılarım. Geçişlerin belli standartlara, zorunluluklara oturtulması gerektiğini savunuyorum. Ülkeler ya da kurumlar pandeminin etkilerini görünce yapmak zorunda olduğunu anlayıp aksiyon alabiliyor, başka şeylerin önüne koyabiliyorlar.

Aynı şey iklim değişikliği için de geçerli. Bu işi daha geniş bir çerçeveye taşıdığımızda, iklim değişikliği, enerjiyle ilgili sorunlar, suyla ilgili sorunlar… Pandemi ölümcül bir konu, umarız geçecek ama bunlar geçmeyecek, uzun vadede karşımıza çıkacak.

Yaprak Özer: Binalarda en fazla problem nerede? Yüksek binalarda asansörlerin güvenliğinden tutun kalitesine kadar, mutfak ve/veya tuvalet ya da çalışma alanları, metrekareye düşen kişi sayısı vs. gibi aklıma gelen gelmeyen bir sürü konu var. Hangilerine panikle çözüm bulduk? Kuralı-sistemi var mı bu işin?

Emre Ilıcalı: İklim değişikliğini pandemi gibi düşünerek, gönüllülük esasıyla “yaparsak iyi olur” değil, zorunlu olarak yapmalıyız… İç mekan hava kalitesi pandemiyle ortaya çıkan bir şey; havadan bulaşıyor COVID vs. gibi… Hijyenle ilgili konular gene pandemiyle beraber aşırı olarak ele alınmaya başlandı, aşırı ele alındığı için bir süre sonra o etkinliğini kaybediyor ve ona olan ilgi normal seviyenin de altına iniyor. Onun dışında hep yaşadığımız sorun: Betonlaşma. Evinizden çıktığınız zaman bir yeşil alan olmaması. Bunun beraberinde getirdiği, yağmur, sel, taşkın gibi bunlar… Şiddetli yağış anında yeşil alan olmadığı için toprak suyu ememiyor ve şebekeye yük bindiriyor, bu da sel, daha büyük seviyelerde taşkın ölümlere yol açacak olaylar oluyor.

İstanbul özelinde konuşursak, biliyorsunuz yakın bir zamana kadar kuraklıktan bahsediyorduk. Su olmaması, yağışların yeterli olmaması… bir yandan da şehirde su baskınları oluyordu… Bodrum ilçesi mesela… Bir yandan da su taşkını yaşayan ve suyla sorun yaşayan yerler. Demek ki planlamada bir eksiklik var.

Bir yandan su var ama bu işte şu son dönemde binalarda yeni yönetmeliklerle belli büyüklükteki binalarda yağmur suyunu toplayıp kullanmayla ilgili zorunluluk haline geldi. Senelerdir söylüyoruz: insanların inisiyatifine bırakmayın. Bu, yatırımcıya müteahhide, hatta evi alan kişinin inisiyatifine bırakılamayacak kadar önemli bir konu. Adam, “Evim ucuz olsun, bu sistem olmasın” dememeli. Bina yapıyorsanız, oraya düşen yağmur suyunu da kullanmanız, toplamanız lazım. Ama taşkınlar için de her bina bunu yaparsa çözüm olur. İki bin metrekarenin üzerindeki parsellerde Planlı Alanlar Tip İmar Yönetmeliği’nde yağmur suyunun toplanarak kullanılması zorunlu hale getirildi.

Yaprak Özer: Nasıl kullanılacak bu yağmur suyu o binada?

Emre Ilıcalı: Yağmur suyunu birkaç kullanma şekli var. Daha alt mevzuatları çıkmadı; ne kadar toplanmalı, nerelerde kullanılmalı? Bunlar zamanla gelecek ama ilk adım atıldı, olumlu bir şey. Yağmur suyu birkaç yerde kullanılır. Nerede kullanılır? İşte bir peyzaj alanınız varsa, şebeke suyunu oraya harcamak yerine, yağmurdan kazandığınız suyu kullanabilirsiniz, gerekli tasarım ve uygulamayı yaparak rezervuarlara geri taşıyıp, kullanabilirsiniz. Rezervuarlardaki su, boşa giden temiz su.

Yaprak Özer: İstanbul kentsel dönüşüm nedeniyle binaların yıkılıp yenilerinin yapıldığı büyük bir inşaat alanı. Yeni yapılan binalarda zorunluluk var mı? Çıkan her yasanın yeni bir iş alanı ve kazanç fırsatı yarattığını düşünüyoruz. Kuşkucu olduk, “altında ne var acaba?” diye. Olmayan yere nasıl entegre edilebilecek?

Emre Ilıcalı: Şubat ayında çıktı, yeni ruhsat alacak binalarda istenecek bir zorunluluk olacak. Bunlar işin başında, projelendirme aşamasında, tasarımda çözülürse mantıklı ve uygulanabilir oluyor. Sonradan eklemek zor. Yorumunuza katılmakla beraber, iyiye yönelik, çevresel faydaya yönelik, insana faydaya yönelik uygulamalarda bu tür ön yargıları biraz baskılayarak yapılması yönünde en azından motivasyon yapmak lazım. Türkiye’de şunu çok yaşıyoruz… Bu tür şeyler çıktığında, bunu istemeyenler, maliyeti arttıracak falan gibi daha ticari açıdan bir yaklaşım var; bir de iyi niyetli olup da her şeyi yetersiz görmek, her şeyin mükemmel olmasını istemek de bu tür aksiyonların önünde bir engel haline gelmeye başlıyor.

Yaprak Özer: Kimsenin Türkiye’de bulutlarda yaşadığını sanmıyorum. İnsanlar bir kere, iki – üç kere, hatta 10- 15 defa iyi niyetleri suistimal edilirse, iyi niyetin birikmesine değil yok olmasına neden oluyor.

Emre Ilıcalı: Adil olmak çok önemli.

Yaprak Özer: Güven, bugün paradan daha kıymetli… Yani bunlar yaşanabilir bir kentin de olmazsa olmazları değil mi?

Emre Ilıcalı: Türkiye üzerinde çok doğru tespit. Ama bu olay endüstrilerin belli noktaya gelmesiyle gelişen konular, sistemlerin fiyatları ucuzluyor talep olduğu için. Benim en çok güvendiğim konu, tabana yayılması, yapmak istemeyenlerin uğraşlarını değersiz hale getirmeye başlıyor.

Yaprak Özer: Bir de yeni bir düzenleme var: Park yeri.

Emre Ilıcalı: Evet. Otopark Yönetmeliği.

Yaprak Özer: Yürüyecek kaldırım kalmadı. Otopark Yönetmeliği bize ne söylüyor?

Emre Ilıcalı: Otopark Yönetmeliği’nin iki seneden fazla bir mazisi var, içeriği biraz zorlayıcıydı. Kentsel dönüşüm Demokles’in kılıcı gibi… Deprem riski var. İstanbul’daki riskli yapıların yüzde 10’u daha dönüştürülmedi. Önümüzde yapacak çok iş var. Otopark Yönetmeliği çıktığında yeni yapılacak binaların maliyetini arttırarak, kentsel dönüşümü yavaşlatma yönünde bir durum olabilir diye itirazlar geldi…tartışılır. İstenen şeylerin bir kısmı doğruydu. Eski yönetmelikte gerçekten az bir otopark adediyle çözülebiliyordu. Yenisi, çıktığında daha fazla isteniyordu, azalttılar ama her binada her daireye birer tane otopark sunulması şart hale geldi. Daha fazla otopark sunamazsanız, belediyelerin sizden topladığı cezalar ya da otopark yapamadığınızda karşılık vermiş olduğunuz paralarla belediyelere aynı bölgede otopark yapma zorunluluğu getirildi. İyi uygulanırsa, önemli bir adımdır. Ama otoparkla da çözülecek bir şey değil, konu çok yanlış anlaşılıyor.

Yaprak Özer: Ne gibi?

Emre Ilıcalı: Bir bölge – lokasyona fazla otopark koyduğunuzda, insanları bireysel araçlarla gelme yönünde teşvik ediyorsunuz. Akıllı şehircilik, mümkün olduğunca toplu taşımaya yönlendirme ve bireysel araç kullanımını azaltacak yürünebilir yollar, yürüme mesafesinde imkanların olması, kompakt şehir formu, bisiklet kullanımı gibi… gelişmiş ülkelerde ciddi bir ulaşım aracı olan bisikletin işin içine sokulması gibi bireysel araçlara alternatif olacak uygulamalar isteniyor.

Yol yaparak, kavşak yaparak trafik sorunu her zaman çözülmez. Yüzbinlerce araba satılıyor her sene. İnsanların o arabayı kullanmamalarına yönelik çözümler üretmeniz lazım. Evimin önünden metro geçmesi lazım. Toplu taşımanın öyle kaliteli, öyle yoğun ve sık olması lazım ki, ben arabayı almayı hiç düşünmeyeyim. Hatta bunun için bazı şehir merkezlerinde bilerek az otopark sunuluyor. Ki insanlar arabayla gelmesin. Her çözüm iyi çözüm anlamına gelmez. Otopark Yönetmeliği’ne dönersek, önemli konu elektrikli araç zorunluluğu gelmesi.

Yaprak Özer: Elektrikli araçları soracaktım ne aşamadayız, ne olmalı…  

Emre Ilıcalı: Genel otoparklar, (AVM’ler gibi) toplu kullanıma açık alanlar ile yeni yapılacak konut ve 20 otoparkın üzerindeki yerlerde 2023 ve sonrası için kademeli kurallar öngörüldü. Konutlarda ve 20 otopark üstü yüzde 2, takiben yüzde 5; toplu otoparklarda ilk etapta yüzde 5, sonrasında yüzde 10’a çıkacak. Elektrikli araç şarj istasyonu altyapısı kurulması isteniyor. Önce altyapı gelmeli ki, sonra elektrikli araç kullanımı artsın. İstanbul’un ve büyük şehirlerin sorunlarından biri trafik kaynaklı hava kirliliği… içten yanmalı motorlar, fosil yakıt kullanan motorlar, beraberinde karbon monoksit gazı üretiyor ve hava kirliliğine yol açıyor. Elektrikli araçları teşvik edici bir adım. Bu konular eskiden “Yaparsanız iyi olur” şeklinde Yeşil Bina sistemleri vardı. Binayı ona uygun yapıp sertifika almak isteyenler bunları koyuyordu ama bunlar artık gönüllülüğe bırakılmayacak, bir müteahhidin, bir yatırımcının iyi niyetine bırakılamayacak kadar önemli konular olduğu için zorunlu istenmesi lazım.

Yaprak Özer: Atılan adımlar geç ve eksik olsa da “Hiç olmamasından iyidir, mutluyum” diyorsunuz.

Emre Ilıcalı: Küresel ısınma risklerine baktığımız zaman bu adımlar, “too little too late” hem çok az hem de çok geç. Daha fazlasının acilen yapılması lazım. Adeta bir pandemi gibi… Şu anda pandemi için genel bir alarm durumu var ya dünya üzerinde, hiç bozulmadan, küresel ısınma-çevresel bozulma konularında da alarm haline geçilmesi lazım. Gerekirse insanlar birtakım konforlarından ödün verecek…

Yaprak Özer: Neymiş o konforlar mesela?

Emre Ilıcalı: Bir bina gereksizse ya da çevreye zarar veriyorsa, hiç yapılmaması en iyi çözüm… Yapılacaksa da seçilen malzemelerin karbon emisyonlarının düşük bir şekilde üretilmiş ya da enerjiyi daha verimli kullanan tiplerde olmasının zorunlu tutulması gerekiyor. Pandemiyle aynı mantık, küresel ısınma ve çevreyle ilgili konular… finansman ayrılmasına yol açıyor ve başka yerlerden finansmanın aktarılması demek. Konfor açısından bir etki olabilir, teknolojik gelişmeler olmamasını sağlıyor ama günün sonunda çevreyle ilgili sorunlar artacağı için, katlanılabilir diye düşünüyorum.

Yaprak Özer: Biz bunları konuşurken… gelişmiş ekonomilerde neler konuşuluyor?

Emre Ilıcalı: Türkiye o yönden homojen dağılmıyor, sizin de belirttiğiniz üzere… Bazı noktalarda Türkiye’de bu konular gerçekten iyi ve belli Batı standartlarının üzerinde uygulanırken, bazı noktalarda gerçekten çok zayıfız. Batı’da belli bir standart ve seviye var, en büyük fark o.

Atıkla ilgili konuşalım. Şehirlerin en büyük sorunu, atık… Burada bazı yerlerde-artık çevre mevzuatımızda da var- “sıfır atık” diyoruz. Sıfır atık bu işin en uç – ideal noktası. Herkes sertifikalar alıyor ama gidin belli yerlere en ufak bir farkındalık, çaba yok. O da var. O da var o da var. Türkiye’de böyle…

Bizde birden sıfır atık çıktı. Tamam çok güzel. Ama iyi dağıtmak, her kurumda, her yerde belli seviyelerde yapmak lazım. Bu adımların tabii en üstten atılması pozitif teşvik edilmesi ama en alta indirebilecek, aradaki bariyerleri aşabilecek dirayette ve alt kurumların sahiplenmesi gerek.

Yaprak Özer: Eğitim şart diyorsunuz yani.

Emre Ilıcalı: Eğitim ama eğitimden ziyade bir kültür oluşumu önemli.

Yaprak Özer: Yeşil Mutabakat’ın kurumlara bir vergi olarak geri döneceği gibi bir yanılsama var. Oysa ben Yeşil Mutabakat’a uymayan, örneğin bir otel ya da bir tatil merkezinin, bir hastanenin bireyler tarafından, tercih edilmeyeceğini düşünüyorum. Ütopik mi?

Emre Ilıcalı: Ne zaman kurumlar sadece yasakları ya da vergileri savmak için değil, “böyle yaparsam rezil olurum, tüketici beni tercih etmez” diye düşünür… Türkiye’de çok olmaz tabii de “Ağaçları keser araziye otel yaparsak, bina, beach  ya da yemeklerim güzel olsa da kimse gelmez,” dediğimiz mantık üzerine inşa etmek lazım. Üç beş kişiyle olmaz. Uluslararası cezaları inceliyorum. Kapitalist toplumda cezalar caydırıcı olamıyor, devletlerin yapabilecekleri sınırlı. Kolay bir şey değil sadece cezalarla yönetebilmek. Belli konularda görülen yanlışlıklara duyulan tepki nasıl hızlı aksiyon almaya yönlendiriyorsa kurum ve kuruluşları, aynı tepkinin “light” görünen, karbon emisyonları, çevre, su tüketimiyle ilgili konularda da oluşması şart. Bunlar hala gönüllü… “Bu çevreci bir kurum. Ne güzel” deyip gülüp geçiyor, “Nice to have” diyorlar.

Yaprak Özer: Uzun yıllara dayanacağı için, umut seviyem düşük…

Emre Ilıcalı: Korkum o dur ki, önümüzdeki yıllarda yaşayacağımız… depremde de… biliyorsunuz yapamadık. Bizi bir daha sallasın, hızlı bir şey haline geliyor. Türkiye’de maalesef sonra yavaşlıyor.

Yaprak Özer: Akıllı – kaliteli yaşam sunan yeni hayatımızda (inşallah!) sözünü etmediğimiz başka kodlar var mı?

Emre Ilıcalı: Oturmuş kodlarının normal yollarla değişeceğini düşünmüyorum. İyimser değilim. Önümüzdeki dönemde iklimsel, tüketimle ilgili, açlıkla ilgili sorunlar ancak bizi sallayarak kendimize getirmediği sürece bence bu düzeninin mevcut birçok bağlantıları var. Hani tek bir yerden bağlı değil, birçok yerden bağlı olduğu için onların sarsılması çok mümkün gözükmüyor.

“Nerede kuraklık? Sular akıyor, kesilmiyor” diyor. Sular kesilmiyorsa bu, kuraklık anlamına gelmiyor değil. Bireysellik, bencillik giderek artacak gibi geliyor bana bu gidişle, çünkü “herkes kendi başının çaresine baksın”a doğru gidiyor toplumsal olaylar dünyada… Biraz pesimistim ama en azından pandemide bu aksiyonların bir şekilde alınabileceğini de gördük. Bundan sonra da umarım önümüze gelmez ama geleceğini ben öngörüyorum bazı çevresel sorunlar ve felaketler sebebiyle en azından bunların da değeri arttırılarak umarım toplumlar, ülkeler ve tabii bireylerden de başlayarak bu konunun ciddiyetinin farkına varılır. Bu konuyla ilgili bir felsefe oluşturulması da bence çok önemli. Aksi takdirde insanlar bunu bir yasak savma için yapıyor. O da uzun ömürlü olmuyor diyeyim.

Yaprak Özer: Bir stratejisi var mı Türkiye’nin?

Emre Ilıcalı: Türkiye’yi biz çok eleştiriyoruz, tabii sevdiğimiz için… Enerji verimliliği stratejileri var, sürdürülebilirlik stratejileri geliştiriliyor… Kalkınma Planları’nda ya da benzer planlarda ana stratejimiz Avrupa Birliği’nin uyum yasaları çerçevesinde… Çünkü Avrupa Birliği’nin esas görünen katma değeri, belli konularla ilgili stratejilerin geliştirilmesi… Kolay değil bu stratejilerin geliştirilmesi de.

Genç işsizliğin olduğu ülkelerde bazı çevreci politikaların yapılması da aslında kolay değil. Dışarıdan konuşmak, bakmak anlatmak kolay oluyor. O yüzden Avrupa Birliği’nin oturmuş olan stratejilerine, “Avrupa Birliği Müktesebatı”na yönelik kanunların katma değeri vardı. Avrupa Birliği’ne girdik girmedik ayrı konu ama en azından, kendimize adapte etmeye çalışıyoruz. Türkiye’nin kendi dinamikleri diyeyim, siyaset, ekonomi, işsizlik vs. gibi sorunları… E bu sorunların özellikle çevre vb. gibi sorunların ikinci üçüncü beşinci plana atılmasına yol açıyor. Ancak sorunla karşılaşırsak, bizi kendimize getiriyor.

Yazılı bir stratejiden bahsediyorsak, var. Kanunlar da var. Yönetmeliklerimiz yeterli ama uygulamayla ilgili, denetlemeyle ilgili sorunlarımız var. Hepsine uyulsa, hiç sorun yok.

Paylaş