Avrupa Birleşmiş Devletleri

Geçtiğimiz haziranda, iki yıldır sürdürülen hummalı müzakerelerin sonucu, Avrupa Birliği (AB) Kurucu Anayasası üye devletlerin başkanları tarafından onaylandı. Biz o sıralarda yumurta kapıya gelmediği için AB Türkiye ilişkisine hakim değildik. Kah ilgilenip, kah ilgilenmiyorduk… Kaldı ki, yaz başlamış, günler uzayıp, ısınmış tatil yolda gözükmüştü. Biliyorsunuz Avrupa bizim kadar şanslı değil. Orada zaten güneş yok. Onlar da ne yapsınlar ha babam de babam anayasa metninin üzerinde çalıştılar.

Üye devlet başkanları Avrupa Anayasası’nı onaylayınca, Anayasa yürürlüğe girmiyor. Üye ülke devlet başkanları ya Anayasayı Parlamentoları’nın onayına sunacak ya da halka götürecekler. İkincisi biraz daha zahmetli ve daha tehlikeli referanduma başvurup anayasayı onayacaklar.

Anayasa taraftarlarına göre metin, AB’nin işleyişini daha etkin kılacak yenilikleri barındırıyor. Daha demokratik bir politikanın ortaya konulması ve büyüyen bir AB’nin ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için anayasanın onaylanması önemli.

Anayasa karşıtları ise metnin sosyal konularda keskin hatları olmadığını, üyeler arasındaki kimlik ve tarihi farklılıkları ortadan kaldıracağını savunuyorlar. Karşıtlar, AB’yi “”Avrupa Birleşmiş Devletlerine”” çevireceğini öne sürüyorlar.

AB’nin tek orijinal yanının, demokratik olmaması olabileceğini düşünmüş müydünüz? Sanmıyorum. Şöyle ifade edeyim AB hiçbir zaman demokratik bir kurulum aşamasından geçmedi. AB halklarına, parçası olacakları Birliğin yaratılıp yaratılmayacağı sorulmadı.

Ben de bu açıdan bakmayı hiç denemedim. Onlar bize sürekli demokrasi dersi verdiklerinden bizim onları sorgulamamız pek uygun olmuyor. Zaten AB’nin yapısı o kadar karmaşık ki, demokratik olduklarını düşünüp işin içinden çıkmak en temizi. Hukukçular biraz geç de olsa, AB demokratik mi değil mi tartışması yapa dursun, gerçek şu ki, demokrasi, olsaydı AB kurulmazdı. Demokrasi AB’nin kuruluşunu değil, doğmadan ölümünü sağlayabilirdi.

Ya işte bu yüzden geçmişte despot olan Avrupa, zamanın geldiğini düşünerek demokrat olmaya çalışıyor. Demokrasinin sonradan ne kadar öğrenilebileceğini ise oturduğumuz yerden izleyebileceğimiz için çok şanslıyız.

AB’nin oluşum süreci incelendiğinde ortada egemen olan iki uluslararası ilişkiler teorisinin varlığını görüyoruz. Biri (supranasyonalizm) uluslarüstü, öteki (intergovernmentalizm) hükümetler arası. Bu iki akım demokratik AB hakkında farklı görüşler üretiyor.

Hükümetler arası görüşü savunanlara göre AB ulus-devlet’lerin oluşturduğu bir konfederasyon. Onlara göre tek bir devletin oluşumundan veya tek bir halktan söz etmek mümkün değil. Burada devletler kendi dillerini, etnik özelliklerini ve dinlerini korur; bir bütünün parçası olarak katılımcı demokraside yerlerini alırlar. Onlara göre bu ulusal bilinç, AB yapısına reaksiyon olarak verilen bir tepki değil, demokrasinin sağlanabilmesi için yegâne gereklilik.

Uluslarüstü yaklaşımı benimseyenlere göre hem Avrupa halkı, hem de ortak bir Avrupa demokrasisinin gerçekleşmesi mümkün. Onlara göre ulus-devletler ellerindeki yetkinin büyük bir kısmını AB yönetimine devretmeli ve bir AB devletinin ortaya çıkmasının hızlanmasına katkıda bulunmalı. Esas olan, devletlerin AB nezdindeki hükümete ne kadar demokratik bir biçimde katıldıkları. Bu görüş zaman içinde önemli taraftar buldu. AB, supranasyonalistlerin yeni bir ulusal bilinç yaratma isteği doğrultusunda kendisine ortak bayrak, pasaport ve milli marş yaratıp, kendi başına yeni bir siyasi yol belirledi. AB artık ulus-devletlerin konfederasyonu değil. Bu görüşe göre AB halkları parlamentolar ve “bölgesel sivil toplum” larla birbirine bağlı. Tek ulus olmak? O hala hayal!

New York Üniversitesi Profesörü Joseph Weiler AB’nin hallerini, “”anayasal tolerans”” olarak adlandırıyor. AB’ye üye olmadan önce hepimizin uluslararası ilişkiler bölümlerine yazılıp hızlandırılmış eğitim almamız şart gözüküyor. Bu kavramları yutup sindirmek kolay olmayacak. Weiler’ın anayasal toleranstan kastettiği üye devletlerin anayasaları üstünde daha büyük bir anayasa olmadan bir arada bulunacak olmaları, bu sistem içinde devletlerin kendi sorumluluklarını ortak kurallar çerçevesinde şekillendirmeleri.

Nasıl olacaksa…

Biliyorsunuz, AB Komiserleri halk tarafından seçilmiyorlar ama  buna karşın ulusal yönetimdeki bürokratlardan daha fazla yetkiye sahipler. Diğer taraftan halk tarafından doğrudan seçilen parlamenterlerin herhangi bir kontrol ya da yasama yetkileri yok. AB vatandaşları, AB uygulamalarıyla ilgili seçtikleri siyasileri sorumlu tutamıyor.

Son on yıl içerisinde Birliğin nüfusu ikiye katlandı. İleriye dönük herhangi bir adım atılmazsa genişleme ileride karşı konulmaz olumsuz sonuçlar doğuracak. Zaten bu yüzden 2002 yılında Kurucu Anayasa, tarihinde ilk defa diplomatlardan başka delegeleri de bünyesine katarak tartışmaya açıldı. Görüşmelere, dönemin  henüz tam üye olmayan Orta ve Doğu Avrupa aday ülkeleri de katıldı. AB’ye ilişkin kuruluş, amaç ve yöntem üzerine müzakere başlatıldı. Çalışma uzun  sürdü, ortaya çıkan doküman yukarıda ifade ettiğim gibi geçtiğimiz haziranda devlet başkanlarınca onaylandı. Süreç halklar tarafından da onaylanana kadar demokratik sayılmıyor.

Avrupa İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi anayasanın içerisine dahil edildi. Anayasa bir dışişleri bakanı pozisyonu yaratıyor böylece Birliğe hukuki ortak kimlik yüklüyor. Amaç tek seslilik yaratarak  güçlü olabilmek. Karar alma aşamalarında sade ve şeffaf bir süreç yaratılmaya çalışılıyor.

Demokrasi kavramı 3 konsept etrafında şekilleniyor. Tüm üye ülkeler diğer üye ülkelerin kimliklerini ortak bir kimlik kavramı etrafında görüp değerlendirmeli, topluluğun bütünü için projeler geliştirilmeli ve yatay yönetişim tüm üye ülkeler arasında paylaştırılmalı.

Dikey yönetişim ancak devletler ve birlik arasında kurulmalı. Ancak bunu uygularken Bask Bölgesi ya da Korsika gibi bölgesel gruplar göz ardı edilmemeli. Bunu sağlayabilmek için ortak bir kimlik oluşturulmaya çalışılmamalı, onun yerine ortak projeler uygulamaya koyarak amaca ulaşmaya çalışılmalı. Esas olan Avrupa halklarının ne kadar “bir” olduğu değil,  önemli olan bu birlikteliğin ne gibi olumlu sonuçlar ortaya koyduğu. Örneğin bir AB kimliği çerçevesinde oluşturulan Euro, sosyal adalet, cinsel eşitlik, çocuk hakları ve sürdürülebilir kalkınma planları… Anayasanın öne sürdüğü değerler yalnızca insanlık adına bir şeyler yapmak etrafında değil, “”Avrupalılık”” kimliği etrafında da şekilleniyor. Anayasanın getirdiği en yeniliklerden biri de üye devletlere geri çekilme hakkı vermesi. Anayasada bu hakkın bulunması AB’yi federal bir devletten ziyade bir federal birliktelik haline getiriyor.

Anayasanın getirdiği diğer bir değişiklik ise devletler ve birlik arasındaki güç dengelerinin bölüşümü ile ilgili. Artık üye ülkelerin üçte birinin ulusal parlamentolarından çıkacak oy doğrultusunda “”erken uyarı sistemi”” harekete geçecek. Böylelikle devletler Avrupa Komisyonundan kararlarını  yeniden gözden geçirmesini isteyebilecekler. Kimilerine göre şu ana kadar yapılan tüm çalışmaları zedeleyecek olan bu yaklaşım yandaşlarına göre AB’yi paralize edebilecek bir uygulama olarak görülmüyor. Devletlerin karar alma aşamasına daha etkin katılımını sağlayarak AB’yi daha demokratik bir hale getireceğini savunanlar da var.

Anayasa üye devletler arasında hukuk ve ceza sistemleri uygulamalarının karşılıklı tanınması ilkesini  getiriyor. Avrupa emniyet güçleri ve yargı sistemleri arasında birliktelik ortaya koymayı hedefliyor.

Anayasa’da eksik alanlar da var. Örneğin anayasa, AB vatandaşlığı ile ilgili herhangi bir yenilik getirmiyor. Eleştirmenlere göre Anayasa’daki en büyük yanlış ise büyük devletleri küçük devletler karşısında daha üstün duruma getiriyor olması. Bu durumun AB’nin eşitlikçi perspektifi ile tam olarak örtüşmediğini savunuyorlar. Sonradan olma 19 AB ülkesi liderlik sıralamasında üst sıralarda bulunan 6 devlet karşısında kendi haklarını nasıl savunacaklarını biraz da umutsuzca düşünmeye devam ediyor.

Sonuç olarak Avrupa Anayasası birçok alanda önemli yenilikler getiriyor. Anayasa iki yıl içerisinden daha uzun bir süre zarfında yürürlüğe girecek. Bu süre içinde halledilmesi umulan sorunlar ise pek yabana atılır gibi değil. Üye devletlerin hükümetleri anayasayı  parlamentolarında onaylamak yerine, referanduma götüreceklerini açıkladı. Bize gelince, en büyük korkumuz referandum aşamasında halkın bunu konu ile doğrudan ilintili olmayan “Türkiye’nin AB üyeliğine bağlayarak “ Hayır” oyu kullanması.

Tüm süreci şöyle özetlemek sanırım yanlış olmaz, yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal. Yukarıda bazı noktalarını kısaca ve aklımın erdiğince özetlediğim AB Anayasası bugün bizim tartıştığımız konuların tamamen üstünde ve dışında. Bu entelektüel noktaya gelmek bir yana, ne ihtiyaçlarımız ne de hayallerimiz burada… Oysa bir heves içinde üyesi olmak istediğimiz Birlik  kendince çok önemli konuları tartışıyor. Üye ülkelerde yapılacak referandumda umuyorum konu halklara daha net ve kolay yutulur cinsten anlatılabilir. Bizi hiç de ilgilendirmiyormuş gibi görünen bu süreçte ne yazık ki bizi ilgilendiren çok önemli bir konu var. Kendimizi ifade etmek zorundayız. Referandumun Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğiyle bir ilgisi olmadığını anlatmak zorunda olduğumuz gibi Türkiye’nin tam üyeliğinin korkulacak bir yanı bulunmadığını göstermeliyiz. Bunun için çok iyi bir iletişim stratejisi, eylem ve dil bütünlüğü gerekiyor. Müzakerelere başlama sürecini hayat memat meselesine çevirdik. Oysa oyun daha yeni başlıyor. Peki ya bizim içimiz. AB Anayasasına ilişkin aktardıklarım öyle kolay yenilir yutulur gibi değil. Nasıl yutacağımızı iyi düşünmeliyiz. Biz bu sürece hazır mıyız?  Bu sorunun yanıtı taraf olmayı gerektirmiyor. Ama bilinçlenmeyi ciddi bir önkoşul olarak ortaya koyuyor.

Demokrasi zor bir süreç.

 

Paylaş