Al Sana Milli Güvenlik!

Türkiye, bu ülkeyi yalnız kendilerinin sanan bir grup insan tarafından yönetiliyor. Her şey onlar için. Onlar yaşasın diye yaşıyoruz. Onlar bir yerlere başkan olsun diye ömür tüketiyoruz. Onlar sorumsuzca hayati önemi olan konuları tüketsin ve tartışılmamak üzere rafa kaldırılsın diye kan ağlıyoruz. Milli güvenlik konusu inanılması güç bir tartışma yarattı. Bu tartışmadan siyasi emelleri olan bir grup insan dışında kimse fayda sağlamadı. Oysa keşke bu ülkede kendilerinden başkalarının yaşadığını anımsayabilselerdi.

Geçtiğimiz haftalarda ilginç bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Zaten hep böyle oluyor. Bir sabah kalkıyorsunuz gündem fena halde kızışmış. Nasıl bir tartışma ama! Hiç bitmeyecek, birilerinin canı yanacak sanıyorsunuz. Neyse ki saman alevi gibi. Çabuk tutuşuyor ama çabuk geçiyor. Biri bitiyor biri başlıyor. Gerçi böyle olunca arazi öbek öbek yanıyor, ama burası Türkiye. Ormanlar yanınca bizim ciğerimiz yanmıyor.

İyiden iyiye alevlenen son tartışmanın konusu şuydu; Ulusal güvenlik kavramı ve bu kavramın içini dolduran konular, halkın önünde tartışılsın mı tartışılmasın mı?

Tartışma konusu, bizleri yakından ilgilendiriyordu, hatta şöyle bile denebilir, aslında konu bizimle ilgiydi. Ama politikacılarla askerler arasında gitti geldi.
Biz nerede miydik? Tabii ki seyirci koltuklarındaydık. Biz, tenis maçı oynandığını sandık. Hatta keyif bile aldık. Top bir o oyuncunun sahasına, bir bu oyuncunun sahasına düştü. Biz de topla birlikte kafamızı sağa sola çevirdik. Arada heyecanlı dakikalar oldu. Tenis maçı bu. Top filelere takıldı… Set kaçtı… Servis kötüydü derken, maç bitti.

Bir daha ne zaman oynanır bilinmez. Maçı, yazarlar köşelerinde aktardılar. Taraf tutmakta sakınca görmediler. Anlayan anlamayan, gündemi yakalayabilmek, kendisini potaya sokabilmek adına taraf tuttu. Niye tuttular, peki tuttular da ne oldu?
Bu haklı… Hayır, şu haklı… Olmaz canım ikisi de haksız… Çok sertti canım olmaz ki! Haddini aştı canım yapılmaz ki!

Kimse hiçbir şey anlamadı. Ben hangi yazarın ne anladığını ve niye taraf tuttuğunu anlamadım doğrusu. Altılı ganyan sandılar bunu galiba. Anlaşılan oyunun kuralı bu. Bir yerleri, bir şeyleri ve hatta şahısları tutmak gerekiyor. Bu iyi bir yatırım olabiliyor. Yanlış tarafı da tutmak mümkün. Bir çuval inciri mahvetmek de… Ama akıllı olanlar da vardı. Hak geçmesin dediler: “”İkisi de haksız””, “”Çok ayıp, çok yanlış””.
İnanılır gibi değil.
Meğer bizim çok sayıda milli güvenlik uzmanımız varmış da haberimiz yokmuş.

PARDON GÜVENLİK Mİ DEDİNİZ?

Öyleyse alın size güvenlik!
Her şey son 10-15 yıl içinde oldu. Çok hızlı gelişti. Bir önceki döneme o kadar alışmıştık ki, bunu kabullenmek değil, ama alışmak zor oldu. Bir önceki dönemi tarif etmek kolaydı. Çünkü Soğuk Savaştı. Dost belli düşman belliydi. Dünya topla tüfekle yapılan savunma kavramına endeksli yaşıyordu.

Sonra hayatlarımız allak bullak oldu. Soğuk Savaş döneminin simgeleri birer birer tarihe karıştı. Bloklar kalktı, iki Almanya birleşti, Duvar yıkıldı… Hepsi o kadar da hızlı oldu ki, bir önceki dönemin “”savunma””sının yerine geçen “”güvenlik”” kavramının ne olduğunu anlayamadık. Bekliyor ve istiyorduk ama hazırlık yapıp dersimizi çalışmadığımız için olanı biteni doğru dürüst anlamadık. Türkiye izledi. Hep izledi…

Bugün tartışmaya çalışıyoruz, yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Hala tanımını tam olarak yapamıyoruz. İçine ne giriyor ne girmiyor bilmiyoruz.
Savunma kavramını oluşturan askeri unsurlar, yerlerini birer birer toplumsal konulara, bireye ait endişelere bıraktı. Aslına bakarsanız. Tamamen geriye döndük. Sil baştan.
İnsanlık tarihine baktığımızda adına ister savunma ister güvenlik, ne derseniz deyin, korunmaya yönelik endişeler tamamen bireye endeksliydi. Hayatın daha az karmaşık, hatta bugüne göre pek de ilkel olduğu dönemlerde savunma kavramı güvenlik nedenleriyle sakıncalı değildi.

Siyasi amaçlarla tartışmaya açılması istenen ve bir kesime oy kaygısıyla avantaj sağlayacak olan bu tartışmanın, doğrusunu isterseniz hiç birimize faydası yok. Tabii işin öbür yanında bu teknoloji ve iletişim araçlarıyla bir şeyleri körü körüne saklamak da mümkün değil.
Ancak bir gerçek var ki, görmezlikten gelmek mümkün değil. Güvenlik toplumsal olduğu kadar bireysel bir konu. Güvenlik, sizin, bizim, hepimizin konusu.

Güvenliğin içine hayatımızı tehdit eden her türlü unsur giriyor. Salgın hastalıklar, terör olayları, küreselleşme karşıtları, düşman ülkeler, doğal afetler… Liste çok uzun saymakla bitmez. Zaten saymanın faydası yok. Kavramın kendisini anlamak gerek.
Hal böyleyken ben bu hafta güvenlik kavramının içine giren çok önemli bir unsuru cımbızla çekip alıyorum ve dikkatinize sunuyorum.

Bunda taraf tutmak olmayacak, çünkü popülist bir konu olmasına karşın popüler değil. Kimseye ekstra prim getirmiyor. Hatta konuşmamak ve yokmuş gibi davranmak, “”Milli güvenlik tartışılsın mı tartışılmasın mı”” konusunda takım tutar gibi taraf tutan gazete yazarlarının işine daha fazla geliyor. Koltuklarını kaybetmekten korkuyorlar. Patronu kızdırmaktan çekiniyorlar.

YENİ GÜVENLİK

Yeni ekonomi, yeni siyaset ve yeni güvenlik kavramı…
Ve karşınızda güvenliğimizi tehdit eden yeni bir unsur: Standart iş ve aile yaşamının sonu. İşsizlik.
Yeni güvensizlik. İşsizlik.
Türk-İş’in, Çalışma ve sosyal Güvenlik Bakanlığı kayıtlarına dayanarak hazırladığı istatistiklere göre, ekonomik krizlerle geçen 2001′in ilk yedi ayında, tamamına yakını özel sektörde çalışan 738 bin 948 kişi işsiz kaldı.
Kayıt dışı çalışırken işsiz kalanlar dikkate alındığında bu sayının sektörlere göre 2-3 katı ile çarpılması gerekiyor.

Krizin işsiz bıraktığı insan sayısı 2 milyona yaklaşıyor. Devletin geçen yıl açıkladığı 1 milyon 300 bin işsiz sayısının gizli işsizlerle birlikte, son aylarda 4 milyona ulaştığı sanılıyor. Bu sayının etki alanını bulmak için çekirdek ailelerini ve onların dışındaki daha geniş aile bireylerini düşünün…

Karı koca ve iki çocuktan yola çıkarsak minimum 16 milyon insanın işsizlikle mücadele ettiğini göreceğiz. Bir tek sorun bu mu? Tabii ki hayır! Türkiye’de 5 milyon kişinin kayıt dışı çalıştığı tahmin ediliyor. Yani herhangi bir sosyal güvencesi olmadan.
Türk-İş araştırmasına göre Haziran ayı itibariyle Türkiye’de 10 milyon 363 bin kişi ücretli ve kayıtlı çalışıyor. Hemen soruyorum onların her hangi bir sosyal güvenliği var mı?
Yanıtı hep birlikte verelim isterseniz.

Kocaman bir Hayır!

Orson Wells şarkısında; “”…I know what it is to be young, But you don’t know what it is to be old…”” diyordu. (Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum ama sen yaşlanmanın ne demek olduğunu bilmiyorsun)
Haydi gelin sözleri Türkçeye ve bugüne uyarlayalım:
“”Ben güvenliğin ne olduğunu biliyorum. Ama sen güvensizliğin ne demek olduğunu bilmiyorsun…””

SEN GÜVENSİZLİĞİ BİLİR MİSİN?

Güven son yılların en gözde kavramı. “”Türkiye’de Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Değerler Araştırmaları”” ülkemizde insanların birbirlerine olan güvenlerinin son derece düşük olduğunu ortaya koyuyor. O kadar ki, bu araştırmayı yapan Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in sözleriyle bu konuda Türkleri yakalayabilen başka bir toplum neredeyse yok.

Kiracı ev sahibine, ev sahibi kiracısına; hasta doktoruna ve hastanesine; memur amirine, amir memuruna; şoför karşı yönden gelene ve trafik polisine; hoca öğrencisine, öğrenci hocasına; müşteri satıcıya, satıcı müşterisine; müvekkil avukatına, avukat hakim ve savcıya güvenebiliyor mu?

1997 yılında yapılan ikinci değerler araştırması, 1990′da zaten rekor düzeyde düşük olan güvenin bir miktar daha azalarak yüzde 6,5′lara düştüğünü göstermişti.
Sizce araştırma 2001′in ilk yedi ayı içinde, yani beyaz yakalılar, orta üst sınıf sapır sapır dökülürken yapılmış olsaydı güven duygusu nerelerde olacaktı. Eminim araştırma, başka güvensizlik unsurlarıyla daha da renklenecekti.

Dolar neden sürekli tırmanıyor sizce, borsa neden sürekli düşüyor? Neden Türkiye’de ekonomi diğer ekonomilerin verdiği sinyalleri vermiyor?
Birey güvenmiyor!

Birey ekonomik anlamda ne yapacağını bilmiyor. Kış geliyor. Petrol sürekli zam görüyor. Pazardaki yaz bolluğu, yerini, kış aylarının zorluklarına terk ediyor. Birkaç haftaya kadar okullar açılıyor. İşsiz baba çocuğu okula nasıl yazdıracağını düşünüyor. İşsiz anne, okul forması, kitap defter ve okul taksitini nasıl ödeyeceğini planlıyor…

Birey güvenmiyor!

Artık iş güvencesi yok. Bir şirkete girip emekli olana kadar orada çalışma olasılığı yok artık. Hatta başarılı olsanız da yok. Ömür boyu bir iş yerinde çalışmak Türkiye Cumhuriyeti tarihinde son olarak kamu çalışanlarına nasip oldu. Onlar da bankacılık sektöründeyse eğer, binlerle ifade edilen rakamlarla kapının önüne konuluyor.

Birey güvenmiyor!

İş güvencesi olduğunda bile içini ısıtmayan sosyal güvenlik artık yok. Kapının önüne konduğu anda, sığınabileceği hiçbir yer yok.

Birey güvenmiyor!

Okuyup adam olmayı ümit ederken, elinde diplomasıyla babadan aldığı harçlıkla günü geçiştiriyor.

Birey güvenmiyor!

Çünkü kariyer palavrasıyla artık karnı doymuyor. Plan yok, program yok. Çünkü gelecek yok.

Birey güvenmiyor!

Güvenmiyor çünkü sadakat yok. Patron ona güvenmiyor. Amiri de… O da onlara güvenmiyor.

HAYALLER YIKILDI

Kimliğimiz, statümüz, yerimiz… Kendimizle ilgili bildiğimizi düşündüğümüz var olduğunu sandığımız hiçbir şeyden emin değiliz artık.
Ekonomik kriz önce mideyi sonra kalbi vurdu. Hayalleri yıktı. Güvensizliğimiz pekiştirerek kucağımıza oturttu.

Araştırmalar insanların zaruri ihtiyaç maddelerini karşılamak dışında tüketim alışkanlıklarını yitirdiğini gösteriyor. En önemli neden satın alacağı maddi gücünün kalmamış olması, ancak bir o kadar da ya her şey daha kötü olursa endişesi.
Sosyologlara göre, ekonomik krizle birlikte artan güvensizlik gençleri ekonomik durum içine sıkışmış kalmış çaresiz bireyler haline getiriyor. Daha da önemlisi ve korkulan ise şu, durumun düzelmeden ve umut vermeden sürmesi kaderciliği körükleyebilir. Çalışmanın çabalamanın boşuna olduğu, ne yaparsa yapsın kendisi dışındaki etkenlerin hayatını zaten bir oraya bir buraya sürüklediğini düşünerek elini eteğini hayattan çekmesi başımıza gelebileceklerin en kötüsü.

Strateji Mori’nin TRT2 televizyonunda, hazırlayıp sunduğum Kariyer Dünyası adlı program için yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, işten çıkarmaların birey üzerindeki etkisi hiç de iç açıcı bir manzara yaratmıyor.

Araştırmaya katılanların yüzde 57.5′i daha sinirli olduğunu, yüzde 49.4′ü yaşamdan daha az zevk aldığı, yüzde 34′ü uykusuzluk çektiğini, yüzde 31 alkol ve sigarayı daha fazla tükettiğini, yüzde 25′i ailevi kavgaların arttığını söylüyor.
Daha da kötüsü… “”Her şey düzelecek mi”” sorusuna yüzde 36 “”Hiç inanmıyorum”” ; yüzde 18.8′i “”Pek inanmıyorum”” yanıtını veriyor.

Kriz yalnızca işten çıkarılanları mı vuruyor. Hayır!
Aynı araştırmaya göre, araştırmaya katılanlar arasında çalışmaya devam edenlerin yüzde 30.8′i “”Bu olaylardan sonra ilk fırsatta ben de ayrılacağım””; yüzde 52′si “”Çalışma motivasyonumu kaybettim””; yüzde 53 sıra bana gelecek mi diye bekliyorum; yüzde 49 “”Şirketime ve yöneticilerime güvenimi ve sadakatimi kaybettim”” diyor.
Peki ne oluyor?

DÜŞMAN NEREDE

Düşman içimizde!
İşte size bir milli güvenlik dersi.
Nerede düşman emeller taşıyan Suriye, İran Irak… Nerede ezeli rakibimiz ve yanı başımızdaki düşman Yunanistan? Nerede kuzeydeki düşman Rusya?
Nerede bu düşman?
Düşman içimizde.
Düşman toplumsal olaylara sırt çeviren oy kaygısı. Düşman, köhnemiş yönetim ve yönetilme anlayışı.
Düşman biziz.
Haydi, milli güvenliğimizi tehdit eden unsurları tartışalım. Bu kez konvansiyonel ve nükleer silahların, füzelerin füze başlıkların, tankın tüfeğin hiçbir işe yaramadığı bir güvenlik sorununu tartışalım. Bireyi tartışalım. İnsan kayn

Paylaş