Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan

Yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan / 20 Ekim 2005

İşletmelerde başarının sermaye değil de insandan kaynaklandığı gerçeği sanırım artık üzerinde tartışmamıza gerek duyulmayan bir gerçek. Oysa çok değil on yıl önce böyle bir cümle kursanız, kimse size beklediğiniz primi vermezdi. Bu kadar kısa bir süre önce insandan sermaye olarak söz etmek de ayıpların en büyüğüydü.

Artık belli konuları geçtik. İnsanın işletmelerin sahip olduğu en büyük sermaye olduğunu göğsümüzü gere gere söyleyebiliyoruz. Geleneksel sanayi şirketleri bile insanı baş tacı ettiklerini ilan ediyor, ‘insan’ diyor başka bir şey demiyorlar.

İşi teoride geçtik. Belli konularda kendi aramızda sonunda fikir birliğine vardık. Ancak bizi bekleyen daha büyük sorunlar olduğunu müjdelemeliyim. İnsandan daha büyük bir sorun da yok. Örnek mi istiyorsunuz, çoğu sektörde insan maliyetleri sermaye maliyetlerinin üzerinde. İşletmelerin başarısının sıkı sıkıya bağlı olduğu insan merkezli işletme ekonomisinin, günümüz performans ölçüm araçlarına ve yönetim uygulamalarına yansımadığını da biliyoruz. Her şeyi ölçebiliyoruz ama şu insan denen sermaye varlığını ve hareketini ölçemiyoruz. Şaşırtıcı bir durum değil mi?

Bazı temel kavramsal sorunları aşmak gerekiyor. Ancak şunu iddia edebilirim ki, bundan sonraki süreçte insan kaynaklarında konuşup tartışacağımız konuların başında insanın yarattığı katma değeri ölçebilmek gelecek. Bugünkü yazı, ilerideki yazıların bir temeli, daha doğrusu bir düşünce jimnastiği olacak diyebiliriz.

Sorunların başında insanın oynak bir sermaye türü olarak karşımıza çıkması yatıyor. Kurumlar çalışanlarına ve bunun yarattığı sermayeye olduğu gibi sahip değiller. İnsanların ücret karşılığında istihdam edilmesi bir diğer ifadeyle saatlerinin kiralanması, bu süre içindeki çalışmalarında yeterli verim alınabilmesi için motive edilmesi diğer bir ifadeyle iyi bir eleman ise elde tutulması gerekiyor. Sermayenin tersine, şirketlerin çalışanlarına sahip olmadıkları gerçeği, “insan sermayesine” bir değer tayin edilmesi ve bilançoya dahil edilmesinin bu kadar zor olmasının nedeni.

Bu temel farklılar nedeniyle işletmelerin en önemli kaynağının insan olduğu durumlarda, bazı genel performans göstergeleri ve yönetim alışkanlıkları işleri idare etmek için pek de uygun değil. Ekonomik kâr kavramını ele alalım. Ekonomik katma değer (Economic Value Added, EVA) veya nakit katma değer (Cash Value Added, CVA) yöntemleriyle hesaplanan ekonomik kâr, geleneksel kâr-zarar hesaplarına yansımayan, sermaye maliyeti (cost of capital) bir parçası olan borç ve özkaynak (debt and equity) maliyetlerini de hesaplara kattığı için çok işe yarar bir uygulama olmuştu. Bunun gibi sermaye ile ilgili hesaplamalarda işe yarayan kavramların insan maliyeti yüksek, sermaye maliyetinin görece düşük olduğu yerlerde uygulanması maalesef her zaman doğru sonuç vermiyor. Performansın asıl iticisi konumundaki kaynaklar (yani insanlar) hakkında çok az bilgi veriyorlar. Yaratılan değerin nerede ve nasıl yaratıldığını veya boşa harcandığını görmek için sermayenin değil insanın üretkenliğini ölçen; finansal titizlik anlamında tıpkı ekonomik kâr gibi ölçüm mekanizmalarına ihtiyaç var.

İnsan merkezli işletmelerin pek de araştırılmaya gerek görülmemiş ekonomisi yeni ölçüm yöntemleri dışında yeni yönetim uygulama ve alışkanlıklarına duyduğumuz ihtiyacı da ortaya koyuyor. Kârlılıkta en büyük payın çalışan verimliliği olduğu işletmelerde, insan kaynakları yönetiminin yan bir uğraş değil, bölüm müdürlerinin asıl uğraşı olması gerekiyor.

İnsan merkezli işletmeler; genel anlamda alışan maliyetleri yüksek olan; çalışan maliyetlerinin sermaye maliyetlerinden daha yüksek oranda olduğu; ileride gelir getirebilecek ARGE gibi uğraşlara az harcama yapılan işletmeler ya da birimler olarak tarif edilebilir.

Çoğu işletmeyi siyah-beyaz gibi insan merkezli işletme insan merkezil olmayan işletme şeklinde tanımlamak mümkün değil. İnsan merkezli işletmeler, şirket olabildikleri gibi, şirketler içinde ayrı bölümler de olabiliyorlar. Bu bölümlerin tanımının yapılmaması ya da yapılamaması; kendi çalışma doğalarına uygun performans analizi yapılmaması, yaratılan değerin tanımlanmasını da  zorlaştırıyor. Tanımlanamayan konuların ölçümü, örneğin artış gösterip göstermediği ya gözlenemiyor ya da doğru gözlemlenemiyor.

 

Diğer bir zorluk da insan merkezli işletmeleri belli kategoriler içerisine yerleştirememek. En iyi tanımı yapabilmek için her işletmede “insanın” ne kadar değer yarattığını ve nasıl yarattığını ayrı ayrı belirlemek gerekiyor. Fakat yine de bazı genel kurallar var. Tahmin edilebildiği gibi, hizmet sektöründeki çoğu işletme insan merkezli işletme olarak anılıyor. Tabii hepsi bu kurala uymuyor. Örneğin, McDonald’s insan temelli bir işletme midir?  Olmadığını iddia edenler çoğunlukta. Çünkü büyük miktarda sermayesi (gayri menkul ve marka) ve az miktarda insan maliyeti bulunuyor. McDonald’s restoranlarında çalışanların maliyeti büyük ölçüde McDonald’s franchise’ını alan kurum tarafından karşılanıyor.

İnsan merkezli işletmenin “bilgi işletmesi” olduğu ise rastlanan diğer bir sorun. Bazı durumlarda bu varsayım doğru olabilir. Fakat düşük katma değerli, çalışanların fikri katılımının can alıcı bir durum yaratmadığı otel işletmeciliği gibi, şirketlerin insan merkezli şirket olduğu da unutulmamalı.

Peki üretimdeki insan merkezli işletmeleri nasıl tanımlayacağız? Örneğin büyük sansör üreticisi firmalar… Gelirlerinin büyük bir kısmı üretimden değil, verdikleri hizmet faaliyetlerinden geliyor. İnsan merkezli işletmeler, kendilerine özgü maliyet yapılarıyla, endüstri şirketlerinden bilgi teknolojileri danışmanlık şirketlerine, işletmecilikten sigorta şirketlerine ya  da telekomünikasyon hizmet şirketlerine kadar çeşitli alanlarda görülebiliyor.

İnsan merkezli işletmeler gelişmiş ülke ekonomilerinin önemli aktörlerinden. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da özel sektör istihdamının yüzde yirmi beşini sağlayan bu işletmeler, istihdam artışının da yarısından sorumlular.

Birçok sektörde insan maliyeti sermaye maliyetlerinin üzerinde. Bir havayolu şirketinde çalışan maliyetleri, pahalı teçhizat alımlarına rağmen sermaye maliyetlerinin yaklaşık bir buçuk katı. Havayolu şirketlerinin bir diğer büyük maliyet kalemi yakıt, fakat yakıt fiyatı oynak olsa da bütün rakiplere benzer fiyattan satıldığı için işletme performansını arttırmak konusunda kullanılabilecek birincil araçlardan değil. Ağır sanayi olarak kabul edilen otomobil üretiminde bile çalışan maliyeti sermaye maliyetinin üzerine çıkıyor. Üretimini geniş alanlara yaymış şirketlerin çoğunun işletme ekonomisi, insan merkezli işletmelerin ekonomik karakteristiklerini bünyesinde barındıran satış ve servis gibi çalışan-yoğun faaliyetlerden oluşuyor.

Sıkıntıları özetlemek gerekirse; yöneticilerin pek çoğu çalışan verimliliği yerine, sermaye verimliliğine yoğunlaşıyor. Bunu aktiflerin getirisi ya da özsermaye getirisi gibi sermaye bazlı ölçüm araçlarıyla yapıyorlar. Bu tür araçların insan merkezli işletmelerin başarısını belirlemede fazla bir fonksiyonu olmadığı iddia ediliyor. Bu tür araçlar çoğu zaman zayıf performansı gizleyip, olmayan yerlerde iniş çıkış gösterip, yanlış yönlendirmelerde bulunmakla eleştiriliyor.

Çalışan verimliliğini ölçmek için kullanılan yöntemlerin sorunlu olduğu gerçeği ise bir başka konu. Çoğu yöneticinin pek önem vermediği bu göstergeler insan merkezli işletmeler için hayati önem taşıyor. Fakat çalışan başına satış ve çalışan başına düşen kar gibi çalışan verimliliği belirlemede sık kullanılan yöntemlerde kolayca tahrifat yapılabilmesi, yöneticilerin bu yöntemlere duyduğu güveni de azaltıyor. Her iki yöntem de çalışan verimliliğini doğru ölçemiyor. Küçük bir örnek vermek gerekirse, çalışan başına satışların hesaplanması hem outsourcing, hem de sermaye yatırımlarının miktarından etkileniyor. Eğer bir şirket çalışanların yarısının gerçekleştirdiği faaliyetleri outsource ederse ve outsource maliyeti bu faaliyetleri şirket içinde yapmakla aynı ise çalışan başına satışlar iki katına çıkacaktır, fakat verimlilik değişmeyecektir. Böyle bir durumda çalışan başına satışlar güvenilir bir ölçüm mekanizması değil doğal olarak.

İnsan’a dair farklı düşünce platformuna hoşgeldiniz. Sizin şirketinizde insan sermayesinin ölçümlenmesine ilişkin ilginç bir yöntem uygulanıyorsa ya da bu konuda çeşitli sıkıntılar ve endişeler taşıyorsanız, önerim bir forum platformu gibi görüşlerinizi aktarmanız. Belki ortak bir akıl, farklı bir yöntem geliştirilebilir.

Hayatın başka gerçekleri / 1 Aralık 2005

Türk halkı hiç bu kadar çok ekonomi konuşmamıştı. Türk halkı para/yatırım/vergi/faiz/istihdam kelimelerini hiç bu kadar çok kullanmamıştı. Hepimiz bir küçük ekonomist olduk. Bir tek Türk halkı değil tahmin edeceğiniz gibi… Bütün dünya böyle. Bizim farkımız çok sancılı, çok heyecanlı, çok canlı günlerden geçiyor olmamız. Çok düşüp çok kalkmamız… Yara almamız asla hatalarımızdan öğrenmek gibi bir hisse kapılmamız… Yaşayarak öğrenmeye bayılmamız!

Bu haftanın en önemli ekonomi gündemi konusu vergiler oldu. 1 Ocak 2006 itibariyle hayatımız radikal şekilde değişecek. Hükümet aldığı kararlarla yatırım ortamını teşvik etmek üzere adımlar attığını ilan etti. Kurumlar vergisi ile gelir vergisinde indirim yapılmasının yerli ve yabancı sermaye tarafından büyük bir heyecanla beklendiği, yatırımlarının mutlaka artacağı havası var.

Sağduyum olaylara tek taraftan bakmanın bana yanlış olduğunu söylüyor. Örneğin yıllar boyunca sorunumuzun enflasyon olduğunu düşündük. Sorunlarımızdan ‘birinin’ enflasyon olduğunu göz ardı ettik. Bugün hala istihdamı sorun olarak telaffuz etmekten kaçınıyoruz. Oysa sorun bir değil, bir çok. Çözüm bir değil birçok…

Yatırım canlandıracak önlemlerin başında tabii ki vergi konusu  geliyor. Bugüne kadar yalnızca bir kesimden alınan ve yüksek oranlarda seyreden vergi dünyanın pek çok coğrafyasında bizimkinden daha adil. Düzeltilerek normal seviyelere çekilmeye çalışılması son derece olumlu. Kaldı ki, hükümetin en yetkili ağızlardan diğer alanlarda da vergi konusunda iyileştirme yapılacağının söylenmesi sevindirici.

Dünya 1990’ların başından bu yana biraz daha hızlı ve biraz daha farklı dönüyor, siz de hissediyor olmalısınız. Bir zamanlar dünyanın farklı coğrafyalarında olma lüksünü tekelinde bulunduran çokuluslulardan sonra irili ufaklı pek çok firma dünyanın dört bir yanında geleceğini arıyor, istihdam yaratıyor, üretim yapıyor, hizmet satıyor.

Son 25 yıldır irili ufaklı şirketler uzak bölgelerdeki yatırımlarında klasik dengelerin dışında farklı risk kriterlerini göz önünde bulundurmak durumunda kalıyor; iç savaşlar, etnik çatışmalar, salgın hastalıklar, doğal afetler… Risk analizi şirketlerin üzerinde önemle durdukları bir konsept, özenle adam seçtikleri yönetim birimi olarak karşımıza çıkıyor. Yatırım kararları, ‘haydi biz Çin’de bir fabrika açalım, bizim Memo Libya’ya gitti ben de gideyim’ şeklinde yürümüyor. ‘Duydun mu Türkiye’de vergiler inmiş hemen gidelim’ demiyor hiç kimse…

Afrika kıtası yoğun risk içeren bölgelerden. Genel olarak kıtayı kasıp kavuran risk faktörleri; demokrasi eksikliği, askeri harcamaların yüksekliği, ekonominin zayıflığı, mülteci nüfus, yaygın AIDS, silahlı çatışmalar…

Sözü edilen riskler arasında en fazla AIDS üzerinde duracağım çünkü, bu yazıyı yazdığım gün dünya AIDS günü. Afrika’da ölümlerin en büyük nedeni AIDS. Hastalığın başlangıcından beri 15 milyondan fazla Afrikalı hayatını kaybetti. 2005’te bilanço 2.4 milyon yetişkin ve çocuk oldu. Dünyadaki AIDS’li insanların neredeyse 2/3’ü dünya nüfusunun yüzde 10’unu barındıran kıtada AIDS yüzünden ekonomik faaliyetler ve sosyal gelişim ciddi ölçüde sekteye uğruyor.

Oysa Afrika geneli yüksek karlılık oranına sahip. Fakat doğrudan yatırımlar çok düşük. Risk analizlerine bakınca tanıdığımız temel tehlikelerin altında başka bir risk grubunu daha fark ediyoruz; eğitimsiz işgücü, yüksek suç işleme hırsızlık oranları yüksek, bürokrasi, çalışma eteği, enflasyon, dağınık kamu fonları, istikrarsız faiz oranları, organize suçlar, adam kayırma ve yetersiz teknoloji.

Bugüne kadar ciddi hastalık olarak AIDS’i, ciddi riskli kıta olarak Afrika’yı gördük ve duyduk. Meğer bu doğru değilmiş. Bundan bir süre önce ortaya çıkan SARS bizi hayatın diğer gerçekleriyle tanıştırdı. ilk kez 1997’de Hong Kong’da bir salgın halinde ortaya çıkan kuş gribi ise hayatımızı altüst etti.

Ben bundan bir süre önce bu sitede bir yazı yazdım. Yazı kuş gribini ve tehlikelerini anlatıyor insan kaynakları ve iş dünyası boyutundan bakıyordu. Kuş gribi bizim ülkemizi vurana kadar beni anlayan çıkmadı. Bundan bir süre önce sonunda bizi de vurdu. Kuş gribi, Türkiye’de en çok kümes hayvanı üreticilerini etkiledi. AB Türkiye’den kanatlı hayvan eti ithalatını durdurdu. Önce büyük bir telaş yaşandı ancak çabuk atlatıldı, hatta unutuldu. Bize bir şey olmaz yaklaşımı baskın çıktı. Nasıl çıkmasın, kuş gribi salgını patlak verdiğinde, halkı bilinçlendirmek ve tehlikeye karşı mücadele etmek üzere televizyona çıkan devlet temsilcisi kendisine uzatılan tavuğu nerden geldiği belli değil diye reddetti ve yemedi. Ancak program süresince hiçbir tehlike olmadığını altını üstünü çizerek anlattı.

15 Ekim’de hükümet, “Endişeye gerek yok” çağrısı yaptı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Merkez Karar ve Yürütme Kurulu Toplantısı’nda hükümet üyelerine yerli yersiz konuşma yasağı getirdi. Şimdilik atlatmış gibi duruyoruz.

BusinessWeek dergisinin son sayısı ise tehlikeyi atlatmadığımızı söylüyor. Dergide yayınlanan araştırmaya göre işdünyasının bölgesel bir grip salgınıyla ilgili bir hazırlığı yok. Çok uluslu şirketler arasında düzenlenen ankette şirketlerin yüzde 72’nin henüz hazırlığa başlamadığı ortaya çıktı. Uzmanlar birçok şirketin, coğrafi sınır tanımayan salgın hastalıkların ne kadar ciddi ekonomik etkileri olabileceğini fark etmediklerini söylüyor. Kuş gribinin ya da benzer bir salgın hastalığın yüzde 40 kadar yüksek oranda iş kaybı yaratması bekleniyor. Dünya Bankası rakamlarına göre kuş gribi küresel ekonomiye yaklaşık 800 milyar dolar  zarar verebilecek kapasitede. Kuş Gribi, sanırım adından, hala yeterince ciddiye alınmıyor.

Eğer en kötü senaryoyu ele alıp milyonların hastalandığını ve yüz binlerin öldüğünü düşünürsek; su ve güç gibi temel ihtiyaçlar sağlanamayacak, arz zinciri kesilecek ve uluslar arası seyahat ve ticaret engellenecek. Potansiyel yıkım düşünülürse yöneticilerin ellerinizi yıkayın ya da maske takın gibi uyarıları hafif kalacak.

En belirgin önlem alan şirket Deutsche Bank. Gerçek bir hareket planına sahip. İnsandan insana bulaşma olduğu anda, ne tür önlem alacakları belli. Önlem alan diğer bir şirket DuPont. Acil durumlar ve bilgilendirme çalışmaları için 20 kişilik bir grup oluşturdu. Fransız LaFarge firması Uzakdoğu Asyayı yerle bir eden tsunami felaketinde 200 işçisini kaybettikten sonra bu kez  tedbiri elinden bırakmadı ve iç iletişim ağında uzaktaki operasyonlara bilgi göndermek için kuş gribi sitesi kurdu. ABD 17 havaalanının karantina programı olduğu biliniyor.

Yatırımı çekmenin en önemli koşullarından biri ülkenin mevzuatı şüphesiz. Ülkeye yatırım çekmenin diğer koşullarını da unutmamak gerek.

Ayıkla Pirincin Taşını / 2 Haziran 2005

Medya, her türlü haberin aktarılmasında en dikkat çekici araç… İletişim araçları arasında ciddiye alınanların başında yazılı basın geliyor. Gazeteye çıkmak, gazetede yer almak çoğu zaman çoğumuz için çok ama çok önemli.

Ama madalyonun bir de diğer yüzü var. Medyaya konu olmanın bedeli ağırdır. Çoğumuz çoğunlukla popüler olmanın, tanınır ve sayılır olmanın sarhoşluğuna çabuk kapılırız. Oynadığımız aracın ne kadar tehlikeli olduğunu görmeyiz. Oysa, herhangi bir medya kuruluşuna verilen bilgide kelimelerin ne kadar kuvvetli olacağını önceden düşünmek gerekir. Bir kere yazıldıktan, bir kere söylendikten sonra varsa hasarı gidermek, eskiye dönmek çok zordur, çok!…

Newsweek dergisi 9 Mayıs sayısında tarihi hatasını yaptı. Şimdi ayıkla pirincin taşını dansını oynuyor. Haber kısaydı ama etkisi o denli büyük oldu ki, yer yerinden oynadı. Diyebilirsiniz ki topu topu 13 kelimeydi. Üstelik bir alıntıdan ibaretti. Konu Müslümanlardı…  Kuran’a yapılan uygunsuz davranış hakkındaki alıntı haber dünyayı yerinden kaldırdı. Haber özetle, Guantanamo’daki Amerikan askeri üssünde mahkumlara baskı uygulanması için Kuran’ın tuvalete atıldığını iddia ediyordu. 

Haberi takip eden bir hafta içerisinde Afganistan’da yapılan gösterilerde 17 kişi öldü. Olaylar tırmandı. Pakistan’da ciddi sokak gösterileri düzenlendi. Müslümanlar ayaklandı. Her gün konuyla ilgili yüzlerce haber yayınlanmaya başladı. Haftalık Newsweek dergisi neredeyse saat başı haberlerde görüldü. Gösteri haberleri uluslararası haber kuruluşlarına aktarılırken Newsweek’in 13 kelimelik haberi kaynak gösteriliyordu.

Newsweek’e ne oluyordu? İtibarını mı yitiriyordu?

Gösteri haberleri manşetlere çıkınca, Amerikan Savunma Bakanlığı Newsweek’ten Kuran hakkındaki haberinin doğruluğunun kanıtlanmasını istedi. Newsweek haber kaynağını açıklamadı, ama dergi, ismini vermediği kaynağı tarafından doğrulanamadı.

Sonuç, kanıtı olmayan haber yapmak doğru mudur, yapılır mı yapılmaz mı, cezası var mıdır yok mudur sorgu suali bir kez daha tartışmaya açıldı. Her seferinde de Newsweek…

Newsweek dergisinin baş editörü Mark Whitaker televizyonlara çıkıp özür diledi, Newsweek’in habercilik anlayışını anlatmaya çalıştı. Whitaker’a göre Newsweek de diğer medya kuruluşları gibi haberlerini çok sıkı bir biçimde kontrol ediyordu. Ama olan olmuştu.  Hatta, Kuran’la ilgili haberin kopyası basılmadan önce Savunma Bakanlığı’na gönderilmişti. Aktarılan bilgiye göre, Amerikan Savunma Bakanlığı yetkilileri haberin Kuran’la ilgili kısmı hakkında herhangi bir itirazda bulunmamıştı.

Olan Newsweek’e oldu. Müslüman dünyasından ve okuyucularından özür diledi. Doğal olarak bu özür para etmedi. Newsweek Müslüman ülkelerde yalan haberle sansasyon yarattığı için; ABD ise bildiğimiz, benzer, olağan nedenlerle protesto edildi.

Olayın üzerinden zaman geçtikçe, bazı detaylar biraz daha aydınlandı. Afganistan’daki kanlı protestolarda, olayların patlak verme nedeninin militan grupların kışkırtması olduğu anlaşıldı. Protestocuların çoğunun, Newsweek dergisinin haberini duymadığı, görmediği anlaşıldı.  Küçük bir grubun ise konuyla ilgili son derece kısıtlı bilgisi olduğu anlaşıldı.

Diğer yandan Amerikan Savunma Bakanlığı ve Beyaz Saray, gerçekten olup olmadığı kesin olarak tayin edilemeyen Kuran’a saygısızlık olayının aktarılmasını yanlış bulduklarını, ABD’nin prestijinin zarar gördüğünü belirtip tartışmayı sürdürdüler.

Haberin üzerinden geçen haftalar içerisinde büyük küçük orta boy tartışmalar yaşanmaya devam ediyor. Topu topu 13 kelimeden oluşan doğruluğu kanıtlanmayan ve ortada kalan bir haber…

İletişim, sandığımızdan çok ama çok daha önemli, önemli olduğu kadar kritik ve bir o kadar tehlikeli. İletişim olmadan hayat devam edemez. Ama iletişimi hayatımızın içine aldığımız andan itibaren attığımız her adımı hesap etmek zorundayız.

Newsweek’in yazı işlerinde ne tür tartışmalar yaşandı ya da yazı yayınlanmadan önce halkın ve Müslümanlar’ın tepkisinin ne olacağı düşünülüp hesap edildi mi bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var bir daha benzer bir olay çok daha ciddi tartışılacak. Birkaç kez düşünülüp öyle yayınlanacak.

Newsweek dergisi yazı işleri müdürü, özür dışında habercilik sorumluluklarının farkında olduklarını anlatmak için ard arda televizyon programlarının konuğu oluyor, diğer bir taraftan devlet yetkililerinin oklarından kurumunu korumaya çalışıyor. Beyaz Saray ve ordu kendilerini haberden uzak tutmak, olayın hiç olmadığını veya bir kerelik olduğunu, askerlerinin bu konularda çok hassas olduklarını anlatmak için her türlü medya kurumunu kullanıyor, kamuoyuna açıklamalarda bulunuyorlar.

Birebir ilişkide olduklarınızın veya dolaylı ilişkide olduklarınızın hassasiyetlerinin farkında olmak ve bu hassasiyetlerin farkında olduğunuzu hissettirmek iletişim ve ilişki kurmanızdaki en hayati noktayı oluşturuyor. Bir kere bunu atladığınız zaman olaylar kopmuş, söylenenler söylenmiş oluyor.

Bunlar Türkiye’de olsaydı sizce ne olurdu. Böyle bir hassas konuda iletişim faciası yaşamak tabii ki ölümlerden ölüm beğenmek gibi bir şey.

Ancak damarımıza basmayacak konularda bu ülkede hiçbir şey olmaz. Bizim ülkemizde hayatımız iletişim kazalarının üzerine kurulmuş. Bini bir para…

İletişiyoruz da nasıl yaptığımızı umursamıyoruz. Yalan yanlış önemli değil… Unuttunuz mu, biz hala reklamın iyisi kötüsü olmaz melodisini mırıldanıyoruz, aman canım mantığıyla hareket ediyoruz, ben söylemiştim diye zeytinyağı gibi üste çıkıyoruz, unut gitsin deyip kaydı siliyoruz. Her gün gazeteler türlü eksik ve yanlış haberle çıkıyor. Televizyonlar onlardan geri kalmıyor. İletişim tetikçi olmakla eş değer tutuluyor ama kimsenin sesi çıkmıyor. İnsanlar hala birbirini çiğneyip görünme telaşı yaşıyor. Sonra da ayıkla pirincin taşını bakalım.

Bir  Stajyerin Hikayesi / 2 Şubat 2005

Ortalama iki yıl önce İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’yle bir tür anlaşma yaptık. Bu okulun 3 ya da 4’üncü sınıfında okuyan öğrenciler gelip bizim şirkette staj yapabilecekti. Di’li geçmiş zaman kullanıyorum nedenini hemen açıklayacağım. Bir heves bu okuldan iki arkadaşımız geldi. İki genç bayan. Staj deyip geçmemek gerek, mülakat yaptık. Uygun olduklarına karar verdik ve işe başlattık.

Anlaşma şartları şöyle, bu staj programını sürekli yapalım, gelen arkadaşları eğitelim, onlara pratik hayattan çözümler gösterelim, aralarından iyi olanlar ve staj dönemini başarıyla tamamlayanlar kalsın. Bünyemizde istihdam edebilecekler bizde kalsın, yoksa başka benzer kurumlara onları tavsiye edelim, işe girmelerine yardımcı olalım.

Staj denince getir götür işi akla gelir. Bunu yapmazsa, stajyer bir köşede saksı gibi bekletilir. O sıkılır, siz onu göremekten sıkılırsınız. Mutsuzluk yaratır.

Bir şartımız da gelenlerin eti senin kemiği benim diğer herkes gibi çalışması zorunluluğu. Yani onlara eksik insan muamelesi yapılmayacak.

İlk iki stajyerimizinden biri süre sonunda fire verdi. Ama süresini tamamladı. “Derslerime zaman ayırmam gerekiyor” dedi ve okuluna döndü. Diğeri ben ikisini birden yürütebilirim deyip mezuniyet takvimini yaptı, takvimi bize onaylattı, ne zaman geleceğim dediyse geldi, işi arta kaldıysa yanına aldı, bir şekilde evde yaptı…

Onun adı Demet. Mini minnacık bir şey. Sevimli. Sessiz.

Demet mezun olana kadar gık demedi. Derslerini çalıştı, işe gelip gitti. Üzerine sorumluluk almaktan kaçınmadı. Sonra bir gün bir baktık onsuz hayat olmuyor. Demet’in mezuniyeti geldi. Devam etmeyi teklif ettik. “Tamam” dedi.

Önce oturduk bir toplantı yaptık. Neler öğrendiğini çıkardık. Öğrenmediklerini gözden geçirdik. Nasıl bir yöntem izlemek gerektiğini belirledik. Kolay bir toplantı değildi. Zaman zaman Demet’in yüzü güldü, zaman zaman gözleri doldu…

Kararlılıkla yola koyulduk..

Demet’i kazandığımız için çok mutluyum doğrusu. İşin ilginç yanı bugün İndeks Strateji Yarışmaları ona emanet. Yani Türkiye’nin ilk staj yarışmasının sorumlusu Demet. Bizim eski stajyer. Başvuranlarla bire bir ilgileniyor, onları yönlendiriyor, süreçleri izliyor. Kolay olmadı, böyle bir yarışmanın sorumluluğunu almak için kendisini geliştirmesi gerekti. Teknik bilgisi seviyesini yükseltmesi şarttı. Yaptı. Sorumluluktan kaçmadı.

Bugün yarışmayı ondan başka birine emanet etmek aklımın köşesinden geçmez. Bir başkasının benim güvenimi kazanması zaman alacak. Bu arada Demet’in tek işi bu değil. Bu yan işi. O da diğer arkadaşlarımız gibi, aslında haber kovalıyor, araştırma yapıyor, yazı yazıyor, röportaja gidiyor.

Diğerlerine ne oldu. Zaman içinde tek tük de olsa bu okuldan gelip giden arkadaşlar oldu… İnanılır gibi değil ama bazıları istedi ailelerinden izin alamadılar. Babası önce derslerin diyen bir güzel kız üzülerek ayrıldı. Bazılarını geri çevirdik.

Bir başka şartımız dil bilmekti. Dil bilen genç arkadaş henüz kapımızı çalmadı. Beni çok üzüyor. Diğer şartlarımız olması gerekenler. Sorumluluk alacak, kendini geliştirecek…

Hala kapımız açık ama ne yazık ki, şartlara uyanların sayısı çok az…

Üniversitelerimiz liseye denk eğitim verdiği sürece, aileler çocuklarına yaşamı anlatmakta geciktiği sürece, toplum olarak biz gençlerimizi önceliklerimizin sonuna attığımız sürece,  genç arkadaşlarımın çoğunun niteliklerinin beklenin altında kalması kaçınılmaz.

Bu küçük çabamız Demet dışında büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Biz yılmadık. Bu sorunu görmezlikten gelmektense üstüne gittik. İndeks Strateji Yarışması’nı yarattık. Türkiye’de daha önce eşi benzeri yapılmamış bir çalışma. Bir şirketin değil. Tüm şirketlerin, Türkiye’nin projesi. 

30 Ocak’ta yarışmanın 5’incisi start aldı. İlk dört yarışmada pek çok arkadaşımıza staj olanağı, pek çoğuna da eğitim fırsatı sunduk. Stajyer arkadaşlarımızı izlemeye çalışıyoruz. Bazıları stajlarını başarıyla yaptı, bazıları da doğanın kanunu bu başarılı olamadı, stajı iyi değerlendiremedi. Değerlendirenler hayatı da iyi değerlendirecekleni gösteriyorlar. Stajını başarıyla tamamlayıp tam zamanlı iş teklifi alan arkadaşlarımız bugün işsizler ordusunun değil, profesyonel çalışma gücünün bir parçası.

Staj çoğu fakülte için zorunlu değil. Olmak zorunda da değil. Ama staj yapacaksanız bunu kuralına göre yapmak zorunlu. Terlemeden bir şey olmuyor. Stajda yaşanan problemlerin hepsi stajyer arkadaşlardan kaynaklanmıyor. Türkiye’de ne yazık ki staj kültürü olan kurum sayısı çok az.

Bu ayın forum konusu “staj”. Gelen yorumların bir kısmını paylaşacağım sizlerle. Bir kısmı da soru, onları da yanıtlayacağım. Her zaman olduğu gibi benzerleri elediğimi göreceksiniz. Buyrun foruma;

 

E.Y., 18-23

Merhabalar, 9 Eylül Üniversitesi Çalışma Ekonomisi 3.sınıf öğrencisiyim. Bu konuya değindiğiniz için teşekkür ederim. Gerçekten en büyük derdimiz staj yapabilmek. Aslında staj derken ne anlamda kullanıldığına bakmak gerek. Çünkü bir sürü staj çeşidi var. Dosya doldurmak maksatlı yapılan başvurular gibi. 2 senedir staj yapıyorum. Stajın öğretici olup olmamasının bence birkaç kriteri var. Birincisi staj yaptığın yerdeki çalışanlar tanıdıklarınsa haliyle çok ilgileniyorlar. Ama tanımadığın bir yer/kişilerin arasındaysan açıkçası pek bir görev düşmüyor. Fotokopi / faks hariç. Diğer durum ise, stajının zorunlu olup olmaması. Bizim zorunlu değil, mesela bu yüzden kendimi stajyer yaptırmak için çalmadığım kapı kalmadı diyebilirim. Birçok şirkette stajyer kelimesi yanlış anlaşılıyor. Onlar biz işi bilmediğimiz için bize görev vermiyorlar. Halbuki biz zaten oraya işi öğrenmeye gidiyoruz. İşi bilip de çalışmaya değil. Görev verilmediği takdirde nasıl öğrenebiliriz ki? Zaten okulda her şey teoride kalıyor. Bu konudaki görüşlerinizi paylaşırsanız sevinirim.

Sorun da bu değil mi zaten… Çalışma hayatına başlayanlar gibi staj için aldığınız kişilerin çalışmalarını düzenleyen bir sistem olmalı. Staj ülkemizde tanıdık vasıtasıyla yapılan, okullar istediği için bir imza olarak görülüyor. Sanırım terslik buradan kaynaklanıyor. Okulların staj konusunda daha aktif olması şart. Yalnızca nerelerde staj yapılır diye bir liste çıkarmak da değil, aynı zamanda stajın takibi sağlanmalı, geri bildirim alınmalı. Staj hem öğrenci arkadaşlar hem de kuruluşlar için öğrenilmesi gereken bir süreç. Her iki taraf da ne yapacağını hala iyi bilmiyor.

 

A. B., 18-23

Ben Sivas Cumhuriyet Üniversitesi İşletme 3. sınıf öğrencisiyim. Benim diğer üniversitelerdeki öğrenciler karşısında şansım ne kadar? Diğer bir sorum, ben staj yapmadan iş bulmanın çok zor olduğunu biliyorum. Ancak iş ilanlarına baktığımda genelde işle ilgili deneyim istiyorlar. O zaman sizce ben staj yapmadan iş bulabilir miyim? Benim diğer bir sorum da iş hayatıyla ilgili olacak. Okuduğum bölümle ilgili işler genelde hep büyük şehirlerde oluyor. Benim şimdi iş bulmam için memleketimi değiştirmem gerekiyor.

İş olanakları söylediğin gibi daha çok büyük illerde. Türkiye’nin en önemli sorunu bu. İş yaratamamak. Biliyorsun ciddi bir işsizlik rakamıyla boğuşuyoruz. İşin garibi ekonomik göstergeler iyiye gitse bile iş yaratamıyoruz. Bu konuda ne yapacağımızı da bilmiyoruz. Bulunduğun yerde staj ayarlayabilmek için çok umutlu olmasam da okulunun kariyer bölümü ya da benzer bir bölümü varsa başvurmanı tavsiye ederim. Staj için şehir dışına çıkmak mümkünse güzel, ama pek çok arkadaşımız için olanak dışı. Bu arada en büyük tavsiyem yılmadan araman. Birebir bölümünle ilgili bir staj yapmak zorunda değilsin, stajın bir amacı da iş dünyasını ve iş yapış şekillerini biraz olsun tanıyabilmektir.

A. T., 18-23

Merhaba, üniversiteden mezun olduktan sonra ben de hemen iş bulmak istiyorum. Fakat tecrübesiz eleman istenmiyor. Ne yapacağım bu durumda? İyi bir yerde staj yapmak istiyorum ne önerirsiniz? Uluslararası 2.sınıf öğrencisiyim.

A.R. U., 18-23

Her işveren işe deneyimli eleman almak istiyor. Peki herkes deneyimlileri işe alıyorsa, yeni mezunlar bu işlere nasıl girecek?

Evet herkes deneyimli istiyor. Çünkü üniversiteden çıkan arkadaşların kitapların satırları arasında geçen bilgilerden haberi var ama gerçeklerden yok. Üniversite ile iş dünyası bir türlü istenen beraberliği ve uyumu sağlayamadı. Üniversiteler ne yazık ki sanki bu ülkeye insan yetiştirmiyor. Böyle bir kaygı görülmüyor. İş dünyasında ise gençlerin bir şekilde eğitimini sağlayabilecek geçici sınırlı formüllere katkıda bulunmak gibi bir kültürü yok.

 

24-29

Denetçi yardımcısı olarak çalışıyorum. Staj konusu hep kafamı bulandıran bir konu. Hep denir ki, “Staj yapmak şarttır, eğer iş bulmak istiyorsan.” Ben bu görüşe katılmıyorum. Çalıştığım yerde ve tanık olduğum diğer yerlerde böyle bir şey genelde geçerli değil. Çünkü insanlar stajyer de olsa sizin niteliklerinize, uyumunuza, isteğinize bakıyor. Ben stajyer olup birkaç ay sonra giden pek çok insan tanıdım. Ayrıca iş hayatında sadece mesleki bilgi de yeterli değil. “Bitir Boğaziçi’ni, sonra 2 dil öğren” işi kap artık geçerli değil. İnsanlar size bakıyor. Belki krizden önce böyleydi, ama şimdi böyle bir şey geçerli değil. Sorum şu: stajyerlik neden bu kadar abartılıyor? Ben bunu bir türlü anlamış değilim. Öyle bir hale geldi ki, stajyerlik bir işe girmenin kıstası olmuş durumda. Acaba bu Türkiye’ye özgü bir şey mi, yoksa yurtdışında da benzer bir yaklaşım var mı? Ayrıca sizin bu konuya yaklaşımınız nedir?

Staj yapmaya inanıyorum. Yapanların yapmayanlara göre daha donanımlı olduğunu düşünüyorum. Stajını, sözüm ona çalıştığı kuruma uğramadan yapanlar olduğunu ben de biliyorum. Tanıdık vasıtasıyla girdiği stajda yazın güzel zaman geçirenler olduğunu da… Bu stajyer arkadaşlara getir götür işi yapanlar olduğunu da, hatta kendini bilmez bir şekilde kötü davrananlar olduğunu da… Staj bir fırsattır. Kesin bir iş garantisi değil. Bir türlü anlayamadığımız şey bu. Bu fırsatı yakalayanlar, onu ciddiye alanlar mutlaka ileride bir başka noktada iyi bir işe sahip oluyorlar. Benim stajın önemi konusunda kafamda hiçbir soru işareti yok. Stajın şekli ve amacı konusunda ise ne yazık ki çokca var.  Kötü staj deneyimi geçiren ya da tam tersi verimli bir staj yaptığına inanan, bugün işdünyasında karar verebilecek ya da ön ayak olabilecek durumda olan herkesin kendi tecrübesinden yola çıkarak stajın kurumsallaşabilmesi için çabalaması gerekir.

A.D., 18-23

Ben Ticaret meslek lisesi muhasebe bölümü mezunuyum. Ayrıca İ.Ü SBMYO Muhasebe mezunuyum. Şu an İ.Ü İşletme Fakültesi’nde okuyorum. Aynı zamanda İ.Ü SBMYO Dış Tic. ve AB programında yan dal yapıyorum. Sizce iyi bir işe sahip olabilmek için bundan sonra ne yapmalıyım? 

Artık işin pratiğine de girmen gerek. Gördüğüm kadarıyla istediğini bulmak için epey uğraş vermişsin. Bir arayış içinde olduğun kesin. Artık bir nokta koyup, bir yerlerden başlamak gerek.

 

R.A., 18-23

Endüstri mühendisi 3. sınıf öğrencisiyim. Staj yapmak için tercih edebileceğiniz yer ve işimi içeriklerini en iyi öğrenebileceğim kaynak (kitap, internet sitesi, çalışılacak kurum vb.) tavsiyesinde bulunursanız size minnettar kalırım.

18-23

Merhaba ben Marmara Üniversitesi Aktüerya bölümü 2. sınıf öğrencisiyim. Sorum şu: Mezun olduktan sonra birçok kişinin iş bulma, daha doğrusu doğru işi bulma konusunda sıkıntıları olduğu bir gerçek. Ama peki staj yapılacak yerin belirlenmesi de bir sıkıntı değil mi sizce? Yani staj yapılacak yerin adı, markası, tanınması, kalitesi… Ayrıca beni staj yeri tercihi konusunda yönlendirebilirseniz çok memnun olurum.

Türkiye’nin her neresinde bulunursanız bulunun www.indeksiletisim.com adresine girerek, devam etmekte olan strateji yarışmasına katılabilirsiniz. Bu yarışmanın amacı, belli bir sorumluluk almaya hazır, çalışmaya gönüllü, sınava girmekten korkmayan öğrenci arkadaşlara, Türkiye’nin önde gelen kurumlarında staj olanağı sağlamak. Bunun yanı sıra sınırlı iş deneyimi olan çalışan arkadaşlara da kendilerini geliştirecekleri eğitim olanakları sunmak. Staj arayanlarla stajyer arayanları disiplin içinde buluşturmayı hedefliyor bu yarışma. Korkmayan, çalışmaktan zevk alan, kendisini geliştirmek isteyen, stajın önemine inanan arkadaşlara sesleniyorum, zamandan ve eğlenceden fedakarlık yapın. İndeks Strateji Yarışması’nı deneyin. Yarışmayı değil, yanlış anlamayın kendinizi deneyin.

 

Hepinize başarılar diliyorum.

Gelecek bayram değişik olur mu / 2 Kasım 2005

Bu bayram da her bayram gibi… Farklı bir şey yok bizim burada. Türkiye aynı Türkiye. Biz aynı biz. Bayramınızı Türkiye’den insan manzaralarıyla kutlamak istedim. Ama bu bayram için ne diledin diyorsanız, ben medeni, kültürlü, eğitimli, refah içinde, halkı sağlıklı, çocuklarına bakabilen, kadına saygı duyan, kızlarını okutan bir Türkiye diledim. Umutsuzluğğa kapılmadan dilek diliyorum ama bu dileklerin oturtuduğun yerden dilenerek yerine gelmeyeceğini de biliyorum. Biliyorum çünkü  Türkiye ve traji komik olaylar neredeyse eş anlamlı. Artık ne beni ne sizi güldürüyor, tam tersine yıldırıp bezdiriyor. Aşağıda bir kaç haber derledim. Hiç biri uydurma değil. Ne yazık ki hepsi gerçekleşti, hepsi  gazetelere düştü. Hepsini de ne yazık ki günlerce tartıştık.

Bu yazıyı size geçtiğimiz hafta yazmıştım. Site güncellenmediği için bu hafta aynı yazıyı kullanmak isteyip istemeyeceğimi sordular. Dönüp baktım. Haksızlık etmiş olabilir miyim diye… Bu bayram da her bayram gibi doğru, ama içim daha çok acıdı… Küçük bir ekleme yaptım.

Ben bayramı İstanbul’da geçirenlerdendim. Küçük çocuğu olanların gündemi bekar olanlardan, çocuksuz  ya da çocuklarını artık büyütmüş olanlardan biraz daha farklı maddeler taşıyor. Kızım okulda sosyal bilgiler dersinde İstanbul konulu ilginç bir tema üzerinde ilerliyor. Bu dersin içinde yerel yönetimler, vatandaşlık gibi öğeler de var. Tarihi doku da… Nasıl katkıda bulunabilirim diye düşününce Topkapı Sarayı, Aya Sofya Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Kariye Müzesi gibi tarihimizi anlatmanın faydalı olacağını düşündüm… Hepsini gezdik. Sayfalar dolusu not aldık. Fotoğraf çektik. Kartpostal ve kitap satın aldık. Hepsini okuduk, üzerinde yorum yaptık… Bu hafta öğrendiklerini arkadaşlarıyla paylaşacak.  En kısa zamanda onu Atatürk’le tanıştırmak için Anıtkabir’e de götüreceğim. Kızım bu bayramda Aziz Nesin Vakfı tarafından yayınlanan  Aziz Nesin’in çocuklar için kaleme aldığı kitapları okudu. Bu kitapları görür görmez satın almıştım. Türkçe dersinde serbest okuma olarak öğretmeninin verdiğini görünce çok mutlu oldum. Bilirsiniz çocuklar sesli okumaya bayılır. O okudu biz dinledik. Bu vatanın nasıl kurtarıldığını anekdotlarla aktaran Nesin’i bir kez daha sevgiyle ve rahmetle andım. Ancak kızıma bazı şeyleri anlatmakta çok zorlandım. Örneğin Topkapı Sarayı’nı gezerken önde takkeli adam, iki adım  arkasında kara çarşaflı 4 kadın manzarasını anlatamadım. Kadını eve tıkayan, erkeğe köle yapan zihniyetin bize hediyesi. Topkapı Sarayı’nın bahçesinde bir onlar bir de turistler vardı bu yıl…

Ve işte derlediğim bazı haberler…

REKTÖR ERMENİ

10 Haziran 2005 tarihli Vakit gazetesi, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın’la ilgili şu haberi yayınladı; “Aşkın’ın sonradan ‘Müslüman’ olmuş ve ‘adını değiştirmiş’ Ermeni kökenli Agop Vartovyan’ın torunu olduğu ortaya çıktı”.

Meğer Aşkın’ın etnik kökeni, ünlü tiyatro oyuncusu ve yönetmen Güllü Agop’a uzanıyormuş. Niye tutuklandığını anlayamadığımız rektörün “Ermeni kökenli” olması tartışmaya açıldı. Bu arada, oyuncu ve yönetmen Agop Vartovyan, 1840-1902 yılları arasında İstanbul’da yaşadı. Kurduğu ve yönettiği topluluklarla başarı kazanan Vartovyan, ilk olarak 1861-1862 yıllarında Balıkhane’de memurken Ermenice oyunlar sergileyen Naum Efendi yönetimindeki Şark Tiyatrosu’nda sahneye çıktı. 1882’de II. Abdülhamid’in emriyle Mızıka-yı Hümayun’a alındı. Kendi isteğiyle Müslüman olarak “Güllü Yakub Efendi” adını aldı. Hayatının sonuna kadar sarayda yaşayan Güllü Agop’un mezarı Beşiktaş’taki Yahya Efendi Mezarlığı’nda bulunuyor.

HÜLYA DAHİL RAKİBİM YOK

Şarkıcı Gülben Ergen durduk yerde demeç verdi; ‘Rakibim yok, Hülya dahil kimseyi tanımıyorum’ dedi. İki gün süreyle yer yerinden oynadı. Hülya denilen kişi Hülya Avşar. Bayram değil seyran değil bu sataşma neden diye düşünmüyoruz bile artık, merakla ertesi gün kim kime ne yanıt verir diye bekliyoruz, aynı gazetenin yine birinci sayfasında tabii, büyük olasılıkla da aynı köşesinde (sağ üst)… Hülya Avşar yerine kardeşi Gülben Ergen’e yanıt vererek haddini bildirdi. Avşar’ın menajeri de Ergen’in yeni projesi için reklam yaptığını söyledi. Ergen, iki gün sonra hedefine ulaşmış muzaffer komutan edasıyla ‘ne var canım, niye bu kadar üstüme geldiler anlamadım’ dedi. Reklam tamam, işimize bakalım…

GELMEDİLER, GİTTİK!

Orhan Pamuk gurur kaynağımız. Ancak neden iki de bir konuşur ve gündemi bu kadar yerinden hoplatır, bir türlü anlamam. Gülben Ergen sağolsun durumu kavramama yardımcı oldu.

Orhan Pamuk, Alman Yayıncılar ve Kitapçılar Birliği’nin Barış Ödülü töreninde devletten hiçbir yetkilinin olmadığını öne sürerek, ‘Türk devletinden kimsenin katılmaması benim için şeref oldu’ dedi.

Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan “Türkiye Cumhuriyeti’nin Frankfurt Başkonsolosu Boğaç Güldere, törenden önce Sayın Pamuk’un yanına giderek ismi ve titriyle kendisini tanıtmış ve aldığı Barış Ödülü nedeniyle Pamuk’u tebrik etmiştir. Başkonsolosumuz bu tebrikten sonra tören salonunda kalmış ve töreni sonuna kadar izlemiştir’ diye açıklama yaptı.

Günlerce herkes bunu tartıştı. Ama bitmedi…

SÖZÜMÜN ARKASINDAYIM

Orhan Pamuk, Barış Ödülü’nü almadan bir gün önce Frankfurt Kitap Fuarı’nda düzenlediği basın toplantısında, fonda asılı olan kendi portresiyle gazetecilere poz verdi. Pamuk bu toplantıda, ‘Türkiye’de 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt  öldürüldü’ sözlerinin ‘arkasında’ olduğunu söyledi. Neden pişirip pişirip gündeme getiriyor. Pamuk başka türlü satmıyor mu?

DİNLEMEM GİDERİM

Pamuk konuşmaya devam ediyor. Bir süre sessizlik sonra birden patlatıyor. Bir durup bir konuşuyor. Ne zaman yazıyor merak ediliyor. Son olarak, ‘aşırı milliyetçilik ve aşırı din türerse ben giderim’ diye bir açıklama yaparak bir kez daha gündeme geldi. Pamuk açıklamalarının hepsini, kitaplarının piyasaya çıktığı ülkelerde yapıyor. Satışların nasıl gittiği yönünde henüz bir bilgi yok.

İŞADAMLARI ORTAKLIĞI SEVDİ                        

Özelleştirmelere ortak girişim grupları şeklinde katılıp, bu girişimi seven işadamları başka alanlara da girişmeye karar verdiler. Tam 22 işadamı özel müze kuruyormuş… Ömer Koç, Erdoğan Demirören, Jefi Kamhi, Mustafa Taviloğlu ve Ali Kibar’ın da aralarında bulunduğu 22 işadamı antika ve sanat koleksiyonlarını sergilemek amacıyla hazırlık yapıyorlarmış. Birden ülkemiz daha doğrusu İstanbul sanat merkezi oldu. Evini açan müze yapıyor. Hem ziyaret hem ticaret. Aman karşı çıktığım anlaşılmasın, sonunda bu eserler herkesin malı olacak, herkes yararlanacak. Ben bu özelleştirmelerin arkasına denk düşmesine takıldım. Eskiden küçük olsun benim olsun diye diretenler fikir mi değiştiriyor. Değişim güzel şey.
 

ÇOCUKLARI ÇEKİNCE GÖZALTINA ALDILAR

Gazeteci Uğur Dündar Arena programı için Tekirdağ Kumbağ’da bir tuğla atölyesinde küçük yaşta çocukları çalıştırdığı ve sağlıksız koşullarda işçi barındırdığı için yaptığı haber sonucu işyeri sahiplerinin şikayeti üzerine Jandarma tarafından bir süre gözaltına alındı. Van’ın Gevaş, Özalp, Başkale ve Merkez ilçelerinden getirilen yaşları 12 ile 18 arasında değişen çocuk işçilerin tuğla fabrikasında sağlıksız şartlarda çalıştırıldığını tespit eden Dündar, Çalışma Bakanlığı fabrikaya gelerek çocuklarla röportaj yaptı. Gözaltına alındı, serbest bırakıldı, herkes durumu çok ayıpladı, çocuklara ne olduğunu bilmiyoruz.

 

KIZDI MI PATLAR

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan buaralar öfkeli. Üstüne gitmeyin size de patlayabilir:

(Baykal’a) Adam okusa, nelerin pazarlanacağını bilir. Ama ‘marketing’de nelerin olduğunu bilmediği için konuyu kendi dünyasına götürüyor.

(Rektörler ve eşlerini Cumhuriyet Bayramı resepsiyonuna davet eden Cumhurbaşkanı’nın tutumuna ilişkin soru üzerine) Adama derler ki, bayram değil, seyran değil… (Başbakanlık, yoğun tepki gören bu sözler üzerine ertesi gün bu sözlerle aslında gazetecilerin muhatap alındığına ilişkin bir açıklama yaptı.)

(İSO toplantısında CHP’ye) Bunlar hesap kitap da bilmiyorlar. Hayatlarında iki koyun gütmemiş adamlar bunlar…

(Rektörlere) Ben dünyayı dolaşıyorum, onlar Van’a gidiyor yahu…

(TBMM resepsiyonunda Avusturya’nın Ankara Büyükelçisi Marius Calligaris’e) Başbakanınla görüştüm haberin var mı? Bir daha böyle siyaset yaparsanız yanarsınız. (Yanıt alamayınca) Fazla içmedin değil mi?

(YÖK Başkanı Teziç’i eleştirirken kafasını göstererek) Burası basmıyor. Hayatta iki koyun gütmediği ve hayatı yaşamadığı için bunu kavrayamıyor.

(Erzurum’da ‘çiftçinin durumu ne olacak?’ diye bağıran vatandaşa) Yahu bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak?

DÖVERİM DİKKAT

Konya merkezli Kombassan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Haşim Bayram, ‘Yeter bizi kandırdığın’ diye bağıran ortağına çıkışırken görüntülerini çeken DHA muhabirini yumrukladı. Ardından korumalardan biri muhabire tekme tokat saldırarak kamerasını alıp birkaç kez yere çarptı. Parçalanan kameradaki kasetin sağlam kaldığını gören koruma, bu kez tekmeyle kaseti de parçaladı. Bayram’ın koruması gözaltına aldı. Konya Adliyesi’nde savcı tarafından ifadesi alınmak için bekletilen Bayram, bu duruma sinirlenerek, ‘Ben bir işadamıyım, beni nasıl bekletirler’ diye bağırdı.

Doğru ya, önemli insanlar nasıl bekletilebilir. Ama önemli insanlar dövebilir!

BAKAN SAKALI KAÇIRIRKEN YAKAYI ELEVERDİ

Almanya’nın önde gelen gazetelerinden “Die Welt”, bir süre önce gündeme gelen “Sakal-ı Şerif” krizini, okurlarına birinci sayfadan duyurdu. Gazetenin dili için nükteli yerine alaycı denebilir. Haberde, “Sakal-ı Şerif”in İstanbul’da 600 metre yüksekliğinde gökdelen yaptırmak isteyen Dubai Veliaht Prensi’ne verilmek üzereydi” dendi. Gazete, prensin Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Sakal-ı Şerif’i sordu, bunun üzerine “Bakan Koç dikkat çekmeden götürmekle görevlendirildi. Ama Erdoğan da havaalanında görüldü. Hem de aynı zamanda” diye yazdı.

Bu nasıl bir kazaydı tanımlayamıyorum. Dine saygısızlık olduğu kesin. Yönetim kazası olduğu da… İletişim kazası boyutu ise evlere şenlik. Herkes kendince bir şeyler söyledi, Bakanınkileri anlayana aşkolsun, Başbakan esti gürledi. Tepedekilerin iletişim danışmanları da yok galiba…

VURDUĞU YERDE GÜL BİTTİ

Gönül Yazar, Fahrettin Aslan’ın ardından duygu ve düşüncelerini şöyle ifade etti: “Bana vurdu, vurduğu yerde gül bitti. Fahrettin Bey sadece patronumuz değil babamızdı. 18 yaşında hayata onun yanında adım attım. O beni aldı, adımı neonların en tepesine yazdırdı. Evet bana vurduğu da oldu ama vurduğu her yerde gül biterdi. Hiçbir gün bile ona kahretmedim. Rahmetle anıyorum.”

Türkiye’de pek çok kadının yanağında, şakağında, sırtında, kalçasında, göğsünde gül bitiyor. Kadın kendine sahip çıkmadığı sürece ona kimse sahip çıkamaz. Güller açmaya devam eder.

YÖK BAŞKANI TABANCA MI SOKACAK

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Yücel Aşkın’ın tutuklanmasıyla patlak veren hükümet-YÖK gerginliğinde rektörlere destek verdi. Demirel, ‘Rektörlerin Van’da ne işi var’ diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı ise ‘Hukuksuzluğa ve yanlışa ortak oluyorsun’ diyerek uyardı. Başbakan’ın ‘Rektörlerin ne işi var’ yolundaki sözlerini de eleştiren Demirel, şunları söyledi: ‘Protesto ediyorlar. Demokratik bir ülkede bir tepkidir. Korkudan yaprak kıpırdamayan, kimsenin bir şey söylemeye cesaret etmediği bir ülkede önemli bir hadise. ‘Ne işleri var?’ dediğin yerde başka kademelerin yaptığı yanlışlara ve hukuksuzluğa ortak oluyorsun. Yarın mahkeme beraat kararı verirse bu adama yapılan haksızlığı telafi etmek imkansız.’ Demirel, YÖK Başkanı Teziç’in üstünün aranmasına da, ‘Bu kadar güvensizlik olur. YÖK Başkanı tabanca mı sokacak oraya?..“ diye tepki verdi.

Bu ülkeyi en uzun süre yöneten kişilerin gün gelip her konuda eleştirdiklerini görünce, eleştirilerine hak versem de ne diyeceğimi bilmiyorum. Bu ülke sizin eseriniz değil mi Sayın Cumhurbaşkanım?..

 

Hayatım Kaymış / 3 Mart 2005

Forum zamanı geldi çattı.

“Sizce iş ve özel hayat dengesi nedir, sizin bu konuda şikayetleriniz var mı?”  diye sormuştuk.

Yine çok şikayet eden  var. Şikayetlerin altında sistemli bir çaba olduğuna inandıramadınız beni. Darılmayın ama ben böyle düşündüm. Aşağıda sorulara verdiğiniz yanıtları gördüğünüzde siz ne düşüneceksiniz bilmem. Yazın lütfen onları da yansıtmak isterim.

Dikkatimi ve ilgimi çeken sorulardan bir tanesi şuydu;

“İnsanlar yaşamak için mi çalışıyor, çalışmak için mi yaşıyor?”

Aranızda ayırım yapabilen varsa, bana da öğretsin. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan tartışmasına benzemiyor mu. Ben zaman zaman sonuçsuz tartışmalara, doğru ya da yanlış bir son vermenin, o tartışma içinde kaybolmaktan daha iyi olduğunu düşünürüm. En kötü şey kararsızlıktır bilirsiniz. Bu da onun gibi değil mi…

Evet, bazılarımızı kariyer hırsları ve hayattan beklentiler çok çalışmaya itiyor. Zaten onlar hiç bir şey yazmamışlar. Muhtemelen bir yola girdim sonuçlarına katlanırım mantığını güdüyorlar. Onları zaten bir süre sonra bir yerlerde buluyoruz.

Çalışmak zorunda olmayan, bir eli yağda bir eli balda olanların da sesi solu çıkmıyor.  Onların çalışmaya ihtiyacı yok, hırsı da yok, halinden memnun, kararını vermiş. Kendi içlerinde rahatlar.

Sevgili arkadaşlarım kendinizi boşuna hırpalamayın derim, yaşamak için mi çalışıyorum yoksa çalışmak için mi yaşıyorum gibi dramatik noktalara getirdikçe ne işin içinden çıkabilir, ne de sağlıklı düşünebilirsiniz. Ne yazık ki günün koşulları istediğimiz gibi yaşamamıza pek de izin vermiyor. Yalnızca bizim ülkemizde mi dersiniz? Hayır, küresel bir sorun sözkonusu. Çalışabilen Alman da en az sizin kadar çok çalışıyor, çalışabilen Amerikalı da İtalyan da…

Benim bir önerim var, şartlar içinde bulunduğumuz şartlar. Daha iyisini bulabiliyorsak, ne ala… Dün, beni Coca Cola’dan 2003 yılında departmanı kapatıldığı için ayrılmak zorunda kalan genç bir hanım ziyaret etti. O gün bugündür iş arıyor. Aklı başında biriydi. Başarısız olduğu için işinden çıkartılmamış, bıraktığı pozisyonu da bir daha doldurulamamış. İyi eğitimi ve iyi bir özgeçmişi var. Ben aynı soruyu ona sorsam sanırım, uzun süredir iş bulamayan biri olarak, o dengeyi kurmakta zorlanmayacağını söylerdi. Çünkü gerçekten iş arıyor. Maddi açıdan desteğe, manevi açıdan çalışmaya gereksinimi var.

Buradan benim adil olmayan yöntemlerden yana olduğum sonucunu  çıkarmanızı da istemem. Çalışma saatleri yasalarla belirlenmiştir, kaldı ki hemen her iş yerinde, işe  girdiğinizde ister sözlü ister yazılı iş tarifi ve çalışma koşullarını anlatan bilgiler bulunur. Yoksa, keşke sorsaydınız derim, anlatmadılar ya da sakladılarsa  ufak bir araştırma yeterdi… Ben adil olmayan çalışma koşullarını hiç bir zaman onaylamadım, bundan sonra da onaylamam mümkün değil. Ancak bizim de bir aklımız var. Bu akılla biz bir tercih yapabiliyoruz değil mi. Kendimden başka herkesi suçlayayım mantığını doğru bulmuyorum.

İş ve özel hayat dengesinin her koşulda öyle ya da böyle sağlanabileceğine inanıyorum. Her zaman ibre bir tarafa daha fazla kayacak. Bu kaçınılmaz. Ortada durması, her ne koşulda çalışıyorsanız çalışın çok mümkün değil. Önemli olan ibrenin bir yere çok az diğerine çok fazla kaymaması. 

Çok çalıştınız diye eşiniz kızıyor… Çocuğunuzu yeterince göremiyor üzülüyorunuz… Kendinize zaman ayıramıyor, sinirlerinizi bozuyorsunuz…

Sanırım sıraladığım her cümle kendi içinde çok doğru. Peki siz zaman yönetimi yapmayı biliyor musunuz? Bir işi yaparken ikinci ve takip eden üçüncü işi düşünebiliyor musunuz. Bir saate ne kadar iş ya da yapılması gereken şey sıkıştırıyorsunuz. İşte yoruldunuz diye hırsınızı eşinizden ya da çocuklarınızdan, olmadı yakın çevrenizden mi çıkarıyorsunuz… Kimsenin size tahammül etmek gibi bir zorunluluğu yok. Önce kendinize sahip çıkın göreceksiniz başkalarına da daha çok sahip çıkabileceksiniz.

Zamanı o kadar hovardaca harcıyoruz ki, günlerinizi gözünüzün önünden geçirin…Tatil günlerinizi de. Çocuğunuza ayıracağınız bir saatin önemini… Çoğunuzun yardımcı olabilecek kimsesi yok, derdini dinleycek yakını da… Belli! Üzüldüğünüzde çözüm buluyor musunuz? Tabii ki hayır.

Verdiğiniz yanıtları aldığımda önümde iki seçenek duruyordu, biri sizinle birlikte ağlamak, salya sümük moral vermek… Bunu günün her saatinde popüler televizyon programları yapıyor. Diğeri, bir dakika diyerek  sizi kendinizi acımayı bir kenara bırakıp, içinde bulunduğunuz şartlar içinde en iyisine ulaşmaya heveslendirmek.

Ben ikinciyi seçtim. Zor olanı. Merak etmeyin ben de en az sizin kadar çok çalışıyorum. Ben de en az sizin kadar zaman fakiriyim. Çocuğuma istediğim gibi hatta zaman zaman hiç vakit ayıramıyorum. Evimle yeterince ilgilenemiyorum, kendimi listenin sonuna koyuyorum…  Daha iyisini yapabileceğimi biliyorum. Bir gün çok çalışmaktan şikayet etmedim.

Değiştirebildiğimiz zaman içinde bulunduğumuz koşulları değiştirelim, değiştiremiyorsak, benim çözümüm hayatı kendime zindan etmek değil. Tabii tercih sizin.

YANITLARDAN BAZILARI

√ İş ve özel hayatın birbirini tamamlayan iki unsur olduğunu düşünüyorum. Fakat gereğinden fazla iş hayatı, özel hayata yeterince zaman ayırmamaya neden oluyor. Örneğin şu anda çalıştığım firmada gereğinden fazla mesai yaptırılması gibi… Yalnızca benim değil, diğer tüm mesai arkadaşlarımın ve çalışanların bu konuda şikayeti var. Tabii ki insanlar hayatını sürdürebilmek için çalışmalı, ama haddinden fazla iş temposu yalnızca özel hayata vakit ayıramamaya değil, aile ilişkilerinin kötüye gitmesine de neden oluyor. Dengeyi bulmak gerekir, tabii ki elimizde olan bir şeyse eğer. Ama şu anda elimizde olmayan bir şey…

Söyledikleriniz makul. Bu konuyu üstleriniz, firmanızdaki İK sorumlularına dile getirmeyi denediniz mi… Bir eylem ya da bir karşı hareket gibi görülmediği zaman sizi dinleyeceklerini düşünüyorum. Şunu hatırlatmak isterim, kurumların İK politikalarını, tepe yönetimi kadar orada çalışanlar belirler. Belirlemeli.

√ Çoğu özel sektörde, özel hayata pek bir zaman kalmamaktadır. Özellikle Mega Center gibi büyük iş merkezleri çalışanlarına bu konuda pek iyi bakılmıyor. Sabah 10, akşam 10 misali insanları haksız yere çalıştırıyorlar ve bu konuya tüm kesim sessiz kalıyor. Sizin yerinizde olsam bu tür yerlerde ön araştırma yaparım ve o zaman gerçekler ortaya çıkar. Bunun için arenaya da gerek olduğunu sanmıyorum. Her şey ortada. Bu yüzden işimden istifa ettim ve özel hayatıma da yer verecek zamanlı iş arıyorum.

Umarım en kısa zamanda dilediğiniz koşullarda bir iş bulursunuz. Çalışma koşullarınız anlattığınız kadarıyla olumsuz. Tarifini yaptığnız iş yerlerinin çoğunda benzer koşulların hakim olduğu görülüyor. Ben yine de işten ayrılmadan önce bir kez daha düşünmenizin iyi olabileceğine inanıyorum. Sanırım ayrılmışsınız, hayırlı olsun.  

√ Şu anda çalıştığım sektör inşaat-elektrik-taahhüt. Ancak gece gündüz fark etmeden çalışıyorum. Kendime ayıracak vaktim yok. Bu denge ancak kurumsallaşmış şirketlerde mevcut. Kendime zaman ayırmak bile bazen zor geliyor. Uykuya hasret kaldığım günler de olmakta.

Kurumsallaşmak gibi konsept ifade eden kelimeleri çokca kullanıyoruz. Ancak kullandığımız kadar yaygın değiller. Ben kurumsallaşmanın Türkiye’de faaliyet gösteren çok az firmada var olduğunu düşünüyorum. Olanlarda da zaman zaman çalışma koşullarında bir değişiklik görebileceğinize inanmıyorum.

√ Altı yıldır çalışma hayatındayım, mahvoldum. 4 iş değiştirdim ve artık gerçekten yoruldum. Hem kalıcı iş bulabilme hususunda hem de kalıcı olmak için işe ilk girişimden çıkışıma kadar fark edilirim çabası ile çok çalışmaktan yoruldum. 6 yıldır her gün çalışıyorum. Bazen pazarlarım tatil oluyor. Neden Türkiye’de yaşıyoruz diye mi? Bu arada ben üniversite mezunu biriyim, ama keşke o kadar okumasaydım dedim.

Altı yılda bu kadar yorulmanıza üzüldüm. Onaltı yıl, yirmialtı yıl sonra ne olacak dersiniz. Ben düşünmek bile istemem.

√ Aslında bu sorudan önce bence şu soru sorulmalı, “Yaşamak için mi çalışıyoruz, yoksa çalışmak için mi yaşıyoruz?” Türkiye’de kanunlarda bile çalışma saatleri diğer ülkelere göre fazla olmasına rağmen, yine de sevgili patronlarımıza yetmediğinden, özel hayat diye bir şey zaten kalmıyor. Hayatımız iş oluyor. Durum bundan ibaretken, insanın insan bile olduğunu anlayamazken, bu durumdan şikayet etmemek herhalde suda boğulurken yardım istememek gibi bir şey oluyor.

Ben de size yazının başında belirttiğim gibi tavuk mu yumurtadan yumurtamı tavuktan sorusunu yönelteyim. Ikimizin de yanıt bulamayacağı ortada. Yaşamak için çalışma koşullarını sağlayacak ortamın ne olabileceğini düşündünüz mü, o ortamı yaratacak kriterlere ulaşmak için bir planınız var mı?

√ Muhasebe departmanında çalışıyorum. Kendimi işime fazlasıyla veriyorum. Adıyorum kendimi. Eşim kendini ikinci planda hissettiğini söylüyor. Sorun kendisine vakit ayırmam değilmiş, mesai saatlerinde yanıma geldiğinde beni daha enerjik ve hareketli buluyormuş. Ne yapayım ben? İşime kendimi vermemeli miyim?

Özel hayata girmek doğru değil ama eşinizle konuşmayı denediniz mi. Belki ona bir şeyler anlatırken, kendinize de anlatır, aynı konsantrasyonu devam ettirmenin mümmün olabileceğini görürsünüz.  Eşiniz ve işiniz arasında enerji ve konsantrasyon olarak bir ayırım yapmanızı yadırgadım.

√ Maalesef Türkiye’de boş zamanı tembellik olarak gören genel bir kanı var. Bunu boş zamanla özel hayat arasında pozitif bir ilişki olduğu için belirtmek istedim. Bence iş ve özel hayat arasındaki oran: yüzde 65iş-yüzde 35özel hayat şeklinde olmalıdır (Bir gün içinde geçen zaman). Ben “hedonist” bir insanım…

Bu boş zamanın nasıl geçtiği konusunda fikir birliğine varmamız gerek. Bir de boş zaman kavramını aynı anlamda kullanıp kullanmadığımıza bakmalıyız. Tembellik boş zamanlarınızda özgürce ve kimseye danışmadan yapabileceğiniz bir eylem türü. Sizin o saatlerinizi herhangi bir kuruma kiralamadığınız kendinize ayırdığınız zamanlar olduğunu varsayıyorum. Neden rahatsız olduğunuzu anlayamadım.

√ İnsanların 23 yaşından itibaren haftanın 5 gününü 8:30-18:00 arasında gün ışığından mahrum, telefon ve bilgisayar ağıyla donatılmış olarak geçirmesi doğal mı? Değilse alternatiflerimiz neler olabilir?

Mesai saatleri içinde çalıştığınızı hatırlatmak istedim. Sizin alternatifiniz açık havada yapılabilecek işler olabilir mi acaba diye düşündüm kendi kendime…

√ Merhaba, özel hayatımdaki sorunlar ister istemez işime yansıyor. Yani boşlukta hissetme şekli ve çabuk sıkılma. Bu ayrımı kimi zamana koruyabildiğimi düşünüyorum. Fakat aksine koruyamadığım da oluyor. Bu dengeyi nasıl sağlayabilirim?

√ İş yaşantısındaki olumsuzlukları özel yaşantıya yansıtmamak için nasıl bir tutum sergilenebilir? Bu tutumun doğuracağı sonuçlar neler olabilir?

√ Kişi özel hayatını iş hayatına yansıtmamak için neler yapabilir? Depresyondayken işe devam etmemeniz ne kadar doğru olur?

Yukarıdaki üç sorunun ortak yanıtı şu, hayatınızı kompartmanlara ayırın. Özel hayatınızı iş hayatınıza yansıtmak bir tercih. Ne kadar çaba sarfettiğinizi bilmiyorum. Ben çalışma hayatım boyunca özel hayatlarını iş hayatlarına yansıtan çok sayıda kişiyle karşılaştım. Nedense kendilerinde başkalarını taciz etmeye hak görürler. Kimsenin onların özel hayatlarındaki sorunlarını dinlemek, bunlardan etkilenmek gibi zorunluluğu yok. Hele de özel sorunlar yüzünden iş yükünüzü başkaları omuzlamak zorunda kalıyorsa. Siz aynı konumda olmak ister misiniz? Hiç sanmam, o zaman yapmayın.  Eve iş hayatınızı taşımayın. Kapıdan içeri girerken “Sn. ya da Bayan” gibi titrelerinizi paspasa bırakın derin bir nefes alın ve boğuşacağınız sorunları yarın sabaha öteleyin.

Sizce Türkiye’de multinasyonal firmalar dışında, gerek kurumsal, gerek kurumsal olduğunu iddia eden, gerekse diğer firmalarda çalışanlar arasında iş-özel hayat dengesini sağlayabilen kimseler var mıdır? Varsa bunu nasıl başarıyorlar çok merak ediyorum.

Ben hiç bir çokuluslu firmanın yerel firmalardan daha az çalıştırdığını görmedim ve duymadım. Aranızda bilen varsa aman söylesin, sanırım bazılarımız başvurmak istiyor.

Eşler arasındaki statü, iş özel hayat dengesindeki en önemli faktör olmalı diye düşünüyorum. Son yıllardaki istatistiklere göz gezdirerek eşler ve aradaki statü hakkındaki düşünceleriniz neler? Sevgi ve saygılarımla.

Sanırım üzerinde kafa yorulması gereken önemli konulardan biri.  Statü farkı kadının leyhine ise ben sınır ve milliyet tanımadan aile dengesinde negatif bir unsur olduğunu düşünüyorum. Istisnaların olduğunu biliyorum. Ancak dünyanın hemen her yerinde erkeğin daha üst mevkilere çıkacakmış gibi büyütüldüğünü, yasalarla aksi konumlandırılsa da evin reisinin kültür olarak erkeğe verilen bir statü olduğunu biliyoruz. Statüsü yüksek kadınların IQ’larının da yüksek olduğunu düşünüyor ve bu dengeyi bir şekilde çözebileceklerini umut ediyorum. Gördüğüm örnekler fedakarlığın kadın tarafından yapıldığını ortaya koyuyor. Keşke erkekler egolarını biraz tırpanlayıp, kendilerini ve çevrelerini rahatlatabilseler.

Eğer bir çalışan işini düzgün takip ediyor ve yönetici konumda olup da gerekli olan bütün tüm sorumluluklarını yerine getiriyorsa, iş veren ”Yok arkadaş, senin özel hayatın iyi değil, seninle çalışamayız” deme hakkına ne kadar sahiptir? Ben bunu gerçekten çok merak ediyorum. Özel hayatı herkesin kendini bağladığı düşüncesindeyim.

Sanırım olaya kendi tarafınızdan bakıyorsunuz. Özel hayatınızı işe yansıtmadığınızı düşünüyorsunuz. Acaba başkaları da sizin gibi mi düşünüyor? Sorun eminim söyleyecek bir kaç şeyleri vardır.

 

Paylaş