Kalpsiz Dünyaya, Yeni İlişki Modeli

İnsanlığa inancımızı, arkadaşlığı… bir yurttaşlık bağı olarak tekrar düşünebilir miyiz? Öfkemiz işe yarıyor mu? Çevremizdekilerle “bağlantıda mı yoksa ilişkide miyiz? Ne paylaşıyoruz bağlantıda olduklarımızla? Alçakgönüllü olmak ne demek düşünüyor muyuz ya da alçakgönüllü olduğumuz bir halimizi bir anımızı anımsayan var mı? İnsan kalabilmenin tanımını yapabilir miyiz? Çok mu zor…

 

Ece Temelkuran’ın yeni kitabı Hep Beraber; Kalpsiz Bir Dünyaya İnat’la yeni güzel şeyler söylemek lazım diyerek böyle zor sorular soruyor. Kitapta dikkatimi çeken bir iki saptamayla buluşturayım sizleri hemen;  dikkat ile öfkeyi eşleştiriyor ya da gurur mu onur mu ikilemiyle buluşturuyor… yalnızlık mı, arkadaşlık mı diye soruyor… kaçmak mı korkuya sarılmak mı yanıtını aramamızı istediği soru kümesi içinde yer alıyor. Korkmaktan korkma saptamasını da ayrıca düşünmenizi öneriyorum…

 

Az sayıda tescilli küresel kadın fikir önderlerimizden biri Temelkuran. İçine bir sürü şey sığdırayım diye bilmece türü bir tanım olsa da sevdim yazdığımı… Genç kuşak felsefe temsilcisi, siyaset düşünürü ya da yalnızca yazar ve düşünür. Özgün fikirleriyle yaptığı konuşma ve yazıları küresel takdir ötesinde tartışmalara neden topluyor. Bu arada hatırlatayım, tartışmak dövüşmek değildir, fikirler kavgasız tartışılır… Özetle sevgili Ece’nin ulaştığı başarı ve üne bakınca çok hızlı yol aldığını düşünüyorum, kadın olarak gurur duyuyorum… Bazıları yersiz yere korktuğu için gözlerini kapıyor, kulaklarını tıkıyor ve kaçırıyor… o da bu arada Türkiye’yi cansiperane temsil ediyor. Şahane bir örnek daha size; Ece “Let’s Talk It Over”da lütfen Google’layın. Kaç düşünürümüz, küresel entelektüel çevrenin iliklerine işleyip, “Türk” sözcüğünü dudaklardan sese dökebiliyor. İşi hiç kolay değil aslında, çünkü inatçı, hiç kimseye de yaranma derdi yok… Söyleşide ki, youtube kanalımdaki versiyonu özellikle izleminizi öneriyorum çünkü Ece mimikleriyle, elleriyle ve aynı zamanda nefesiyle konuşan bir kadın, naif bir anlatım bulacak, ne demek istediğimi göreceksiniz. Ayrıca ağır konular üzerine konuşurken nasıl oluyorsa, çok da komik olabiliyor!…

 

Yaprak Özer: Kitabında çokça “kafi” diyorsun ya… ben “kafi”yi pek severim, çocukluğumu anımsatır ve altında “kafi” diyemeyeceğin kadar anlam barındırır. “Hep Beraber”de geçmişten gelip anın ruhunu tanımlıyor geleceğin kodlarını deşifre etmeye çalışıyorsun…  Aslında bir sürpriz daha yapmışsın bize; “LettersForNow” (Şimdi İçin Mektuplar) diye bir blog yeri açmış, mektuplaşıyormuşsun… yeni eski derken sağ gösterip sol vuruyorsun. Sorum şu; seksi olmayan “Hep Beraber”le ne anlatmak istiyorsun?

Ece Temelkuran: Bence çok seksi bir şey bir kere. Şundan seksi ve önemli buluyorum; sadece Türkiye için değil bütün dünya için çok büyük bir problem var. O da giderek hep beraber olmaya karşı bir tepki geliştirmeye başladık, beraber olmak zorlaştı, bugün kullandığımız moda söylemler birbirimizden ne kadar farklı olduğumuza dair. Toplumların parçalanan, sökülen, eprimiş bağlarını tekrar onarmak için bir tür hep beraberlik duygusuna ya da niyete ihtiyacımız var. Bu kadar kutuplaşmayla, sadece siyasal değil, her anlamda kutuplaşmayla toplumlar var olamazlar. Bu yüzden kitabın adını “Hep Beraber” koydum. Alt başlığı da “Kalpsiz Bir Dünyaya İnat”. Ve dünyaya yeni bir kalp getirmeye çalışıyorum. Siyasete, siyasal düşünceye, genel olarak bozulan ahlaki değerlere dair de bir kalp yaratmaya çalışıyorum.

 

Yaprak Özer: Bizi birleştirmeye çalışıyorsun da aslında komün yaşamıyor muyuz sosyal medyada? O kadar çok arkadaşımız, birlikteliğimiz, o kadar büyük “network”ümüz var ki, biz herkesi, herkes bizi tanıyor. Hep beraberlik bu değilse nedir?

Ece Temelkuran: Bu sadece bağlantıda olmak, ilişki kurmak değil. İkisi arasında büyük bir fark var. Biz çok bağlantıdayız, bir networkün içinde bağlantılıyız birbirimize ama birbirimizle ilişki kurmamız giderek zorlaşıyor. “Hep Beraber” on kavramı ele alıyor. İnsanlığa inanç, arkadaşlığı bir yurttaşlık bağı olarak tekrar düşünebilmek, öfkemiz işe yarıyor mu özellikle sosyal medyada yoksa yerine dikkati mi seçmeliyiz?… gibi başlıklar var. Bir tanesi de senin dediğin “bağlantıda olma ama ilişkide olmama” konusuyla ilgili. Evet bağlantıdayız ama bir şey paylaşmıyoruz. 21. yüzyılın bize sunduğu en güzel imkan, alçakgönüllülük. Artık alçakgönüllü olabiliriz. Herkesin elinde bir mikrofon var ve her yer bir sahne. Dolayısıyla aslında 21. yüzyıl ve bu yüzyılın iletişim olanakları bize alçakgönüllü ve eşit bir ilişki kurma imkanı sağlıyor. Biz bunu yeterince değerlendirmiyoruz diye düşünüyorum. Zaten “Letters For Now”, “Şimdi İçin Mektuplar” konusu da buradan çıktı ve gerçekten okurlarla mektuplaşıyorum. Onlar da bana mektup yazıyorlar, bir oluşum yarattık, büyümeye başladı hem İngilizce hem Türkçe. Global bir hep beraberlik tasarlarken derdimiz şuydu: iletişim olanaklarının, bize sunduğu imkanlarla insanlıktan uzaklaşmış, öfke, kutuplaşma ve nefretle dolu bir dijital evrene yeni bir insan ilişkisi modeli sunabilir miyiz? Buradan yola çıktık, global bir oluşum. Dünyanın her yerinden üyeleri var ciddi konuları, özellikle 21. yüzyılda insan kalmaya dair konuları derinlemesine birbirimizle yazışarak konuştuğumuz bir toplum oluşuyor. Yani sadece bağlantıda değiliz ilişki kuruyoruz birbirimizle.

Yaprak Özer: Kitabın temel noktası, insan olmak, bu kadar zor bir şey mi gerçekten. Dikkatimi çekti, dikkat ile öfkeyi eşleştirmişsin. Gurur mu onur mu diye soruyorsun… Ayrıca yalnızlık mı, arkadaşlık mı ya da kaçmak mı yoksa korkuyla arkadaş olmak mı diyorsun… Korkudan korkmak gibi bir saptaman var. Niye ben anlatıyorum kitabı, sen anlat lütfen…  

Ece Temelkuran: Ben artık tek başıma konuşmaya inanmıyorum. Ben konuşuyorum siz dinliyorsunuz modeli geride kaldı. Artık kimsenin böyle bir iktidarı yok. Çok kafa karışıklığı yaratıyor, öfkenin, kutuplaşmanın yaratıldığı bir ortam da hazırlıyor. Herkesin elinde bir mikrofon olması bir yandan bir imkan sunuyor. Benim meselem bu imkanı, daha iyi daha güzel insanlar olmak için ve daha güzel bir dünya yaratmak için nasıl kullanırız? Şimdi şöyle bir şey var, ben “Hep Beraber”i -İngilizce orijinal ismiyle “Together” hayata, insana, siyasete, bütün bu sisteme olan inancımı tamamen kaybettiğimi düşündüğüm bir zamanda yazdım. Biraz da kendimi iyileştirmek için yazdım. Dolayısıyla söylediğim bu başlıklar benim gibi birçok insanın ve dünyadaki hemen hemen bütün toplumların yaşadığı bozulmayı ve krizi anlatıyor. Bu krizden nasıl çıkılacağına dair 10 öneri sundum. Türkiye’de çeşitli nedenlerle çok ağır yaşıyoruz bu krizi, ama bu kriz sadece Türkiye’de yaşanan bir kriz değil. Ekonomik sistem çözülüyor. Siyasal sistem, temsili demokrasiler çözülüyor ve sökülüyor. Yeni bulduğumuz iletişim olanakları neticesinde gerçek dediğimiz ve eskiden tek olduğuna inandığımız şey artık çok parçalı ve insanlar üzerinden kavga ediyorlar. Bakınız, aşı meselesi vs. ve ölümcül sonuçları olabiliyor. Kriz sürecinde derdim, insan kalmak.

Temel soru şu: 21. yüzyılda nasıl insan kalırız? Bu kitap bunun üzerine, “Letters For Now – Şimdi İçin Mektuplar” da bunun üzerine yapılmış bir proje. Biliyorsun, insanlar kapitalizm sonrası toplum için komünler kuruyorlar Avrupa’da, Amerika’da. Nasıl başka bir sistem içinde yaşayabiliriz diye küçük deneyler yapıyorlar. “Letters For Now – Şimdi İçin Mektuplar” dijital evrende bunun deneyi. 21. yüzyılda, nasıl ilişki kurabiliriz? “Hep Beraber’de” bu iletişim konusunu da içine alarak ahlaki olarak kendimizi nasıl yenilememiz lazım ki, 21. yüzyılın sunduğu olanaklar sadece bir bela olarak algılanmasın? Yani eskiyi özlerken bulmayalım kendimizi. Yenide güzel bir şey bulalım onunla güzel bir şeyler yapalım.

Biliyorum, Türkiye’de insanlar çok yorgun, bitkin, bıkkın, öfkeli, hatta artık öfkeli bile değil. Çok ünlü mizah yeteneğimizi kullanamayacak hale geldiğimizi düşünüyorum. Öyle bir zamana geldik ki bugün, birbirimize vereceğimiz insanlıktan başka bir şey kalmadı ve başkaları için değil, kendimiz için yapmalıyız. İki yıl boyunca bu kriz ne, sonucu ne, insanın ahlaki değerleri, kendini ve insanı algılayışı üzerindeki sonucu ne, diye düşündüm ve şu sonuca vardım: Biz inancımızı kaybettik. İnsana olan inancımızı kaybettik. Yaşadığımız şeyin adını doğru koymak lazım. Modern tarihte ikinci kez büyük bir soruyla karşı karşıyayız. O da şu: İnsan özünde kötü müdür? Birinci kez bununla karşılaştığımızda toplama kampları vardı, Nazi dönemiydi ve insan algılayamadığı radikal bir kötülükle karşılaşmıştı. Biz ikinci kez aynı noktadayız. “İnsan kötü mü acaba?” diye sormaya başlıyoruz, sonucunda yeni bir nesil doğuyor ve o nesil insanın var olmayı hak ettiğinden o kadar emin değil. Özellikle gençler arasında görüyorum… çok kötü bir zamana denk geldi onların gençliği. İnsana inanç kaybedilirse bu krizi atlatamaz. Ne Dünya atlatabilir ne insan türü atlatabilir. Meseleye ben buradan bakıyorum, Türkiye’de yaşananları da bunun içinde görüyorum, global çözümler sunulduğu bir ortamda “Hep Beraber’i” yazdım. Çeşitli ülkelerde, filozoflarla, edebiyatçılarla, düşünce insanlarıyla kitabı tartışıyorum; Bu bizde çok ağır olsa da bir tek bizim başımıza gelmiyor, yalnız değiliz ve başkalarından öğrenebileceğimiz, başkalarına öğretebileceğimiz çok şey var.

 

Yaprak Özer: Sen, şu anda cesaretle el kaldırıyorsun, güzel bir yaklaşım. Zarif bir çığlık. Zarafeti, nezaketi unuttuk!

Ece Temelkuran: Söylediğin el kaldırma konusu enteresan. Çünkü çeşitli nedenlerle Türkiye’de yayınlanmamış olan kitabım “How to Lose a Country – Bir Ülke Nasıl Kaybedilir?”de global anlamda yükselen sağın siyasal kalıplarına ve tüm dünyadaki ortaklıklarına baktım.  Kitap 12 dilde yayınlandı. Dünyayı 2 kere dolaştım o kitapla ilgili konuşmak için. Şimdi yine dünyayı dolaşıyorum “Hep Beraber”i anlatmak için…  Çeşitli ülkelerde yayınlanıyor. Dikkatimi çeken bir şey oldu, seninle de paylaşmak istiyorum bunu, bana çok enteresan gelen “böyle el kaldırıp, bakın arkadaşlar biz buradan böyle çıkabiliriz” diyenlere gösterilen bir tavır var. İlk kitapta anlattığım, dünyada yükselen sağ dalga var ve başımız belada gibi bir şeydi. Sürekli kötü bir şeylerden bahsediyordum ve insanlar bunu şehvetle, merakla dinliyorlardı. Fakat “Together”da, “arkadaşlar buradan böyle çıkacağız” dediğim zaman, baskın tepkilerden bir tanesi; “Olur mu canım!” gibi alaycılıkla naiflik gibi görmeye çalışmak oldu. Şunu fark ettim, insanlar distopyalardan şehvetli bir keyif alıyorlar ama sorumluluk, sorumluluğun kendilerinde olduğunu onlara hatırlatan bir çıkış yolu önerildiğinde, kendine inanmayan insanların yaptığı gibi alay etmeye başlıyorlar. Bu da kitabın temel tezini doğruluyor. Biz insanlığa inancımızı kaybettik. Yoksa bu kadar alaycı olmaz, naif olmaktan korkan insanlara dönüşmezdik.

 

Yaprak Özer: Ben bir benzetme daha yapayım, sana o tepkiyi veren kişiler bence iklim krizine de aynı tepkiyi veriyorlar.

Ece Temelkuran: Evet, evet.

 

Yaprak Özer: Aslında hepimizin bu çamurda bir parçası var. Şimdi marifet, nasıl çıkılacağına dair ders alabilmek. “Hiçbir şey yapmadan umudun nerede olduğunu merak edenleri o kadar çok gördüm ki” diyorsun kitapta “Sözcüğün kendisi baskı karşısında dik durmaya yanaşmayanlar için duygusal bir koltuk değneğine dönüşüyor.” Diye devam ediyor satır… Sanırım hepimizin duygusal koltuk değneği var. Yazarken “iyileştim” dedin nasıl oldu?

Ece Temelkuran: Bu krizli çağda, öyle bir insan tanımı yapmalıyız ki; güçlü olmalı. Bizim insanlık için kurduğumuz yüksek idealleri de taşıyabilmeli. Benim insan tanımım: İnsan, ancak güzellik yaratarak hayatta kalabilen bir canlı türüdür. Bu tanım Suriye için de Sibirya, Amerika için de geçerli. Bu soyut bir insan tanımı çünkü. Ahlaki ve politik seçimlerimiz de bununla orantılı, tutarlı olmalı. Demek ki biz güzellik yaratmalıyız hayatta kalmak için. Güzellik yaratmak derken bahsettiğim şey birlikte dayanışmayla politik ve ahlaki bir güzellik yaratmak. Bunu hepimiz öyle ya da böyle yapıyoruz. Yapmasak bile sosyal medyada birisi güzel bir şey yaptığında, çekilen görüntüleri inanılmaz bir coşkuyla, neredeyse gözlerimiz dolarak paylaşıyoruz. O davranışımızda bir sır var. O sır da insanın güzel olduğuna, güzellik yaratmaya çalıştığına inanmak isteği. Böyle bir ihtiyacımız var. İnanç meselesi önemli. Çünkü inanç deyince insanların aklına doğal olarak dini bir mesele geliyor. Ben inancın kendisinden bahsediyorum. İnanmak, inanmanın öznesini ilgilendiren bize iyi gelen bir şey. Ve insanın hem böyle bir kabiliyeti hem de böyle bir gücü var. İnanarak yapıyor, inanarak değiştiriliyor, inandığı için devam edebiliyor. Umut bu işin pasif bir parçası, biz inanmayı seçmek zorundayız. Bu, bizi daha iyi insanlar, daha güzel insanlar yapacak ahlaki bir tavırdır.

 

Yaprak Özer: Bir tarafta tarih ya da antropoloji perspektifiyle konuşan bir Harari var, öbür tarafta farklı dokularla yetişmiş, eğitim almış sen varsın… Herkes bir el kaldırıyor. Bundan çok mutluyum açıkçası.

Ece Temelkuran: Harari ile Londra’da konuşacağım. Bir televizyon programına davet edildik. İki düşünürün konuşması olan bir format, El Cezire’de. Harari ile insan konusunu konuşacağız bir iki ay içinde. Heyecanla bekliyorum. Çünkü hem ona sormak istediğim hem de tartışmak istediğim konular var. Bakalım O bana ne soracak, merak ediyorum.

 

Yaprak Özer: Dinlemek konusunda hiçbir şey söylememişsin. Dinlemek konusunda ben çok rahatsızım.

Ece Temelkuran: Öyle mi?

 

Yaprak Özer: İletişimin temelinde dinlemek – duymak konusunda sorunlarımız olduğunu düşünüyorum. Dinlesek enteresan bir sıçrama yaşardık. Ayrıca, insan ve kadın olmak, kurduğun felsefenin içerisinde nerede var?

 

Ece Temelkuran: Dinlemekle kadın olmak arasında çok büyük bir bağlantı var. Dinlememekle erkek olmak arasında da maalesef bir bağlantı var. İmrenerek bakarım erkeklere. Sözlerinin bölünmeyeceğinden ne kadar emin konuşurlar ne kadar rahat kullanırlar zamanı. Kadınlar toplumun yüksek bir mevkiinde olsalar bile, her zaman telaşla konuşur. Gazetecilikte öğrendiğim bir şey benim bu, röportaj yapmak; soru sormakla ilgili değil, dinlemekle ilgilidir. Çok soru sormadan hatta hiç soru sormadan anlattırabilirsiniz insana. Çünkü nasıl dinlediğinizi o görür. Dinlemek ahlaki bir mesele, ayrıca hem politik hem de psikolojik sebepleri var. Yani bir toplum da hasta olabilir ve Türkiye zorla hasta edilmeye çalışılan bir toplum. Dinlemek imkansız geliyor olabilir onlara. Kadın olmak meselesine gelince, bugünlerde benim en çok ilgimi çeken şey erkekler. Erkekler yeni rollerini bilmiyorlar.

 

Yaprak Özer: Ne demek o?

Ece Temelkuran: Birbiriyle konuşmuyorlar. Kadınlara soruyorlar, kadınlara sinirleniyorlar ya da dertleniyorlar ama birbirleriyle konuşmuyorlar. 21. yüzyıl dişi bir yüzyıl olacak. Bu kadınlar yönetime gelecek vs. demek değil. Dişi ile kadın arasında büyük bir fark var. Çünkü her erkeğin yüzde 50’si dişi. İçinde yaşadığımız bu kriz, dünyadaki dişi olan her şeyi öldürmeye çalışıyor. Doğadan kadına, kadından erkeğin içindeki şefkatli ve yumuşak tarafa kadar. 21. yüzyılda bu dişi, dünyayı yönetmeye başlayacak diye bir öngörüm var. Kadınların daha güçlendiği bir toplumsal sisteme doğru gidiyoruz. Çünkü insanlık tarihinde ilk kez, kadınlar bu kadar eğitimli, ilk kez kadınların bu kadar ekonomik gücü var ve çok çok daha önemlisi kadınlar ilk kez güçlü olmaktan utanmıyorlar, yalnız kalmaktan korkmuyorlar. 21. yüzyılın farkı bu ve erkekler bu hikayenin neresinde duracaklarını bilmiyorlar. Beyaz atlarından indirildiler eşeğe mi binecekler attan inip anlamaya çalışıyorlar, bu birincisi. İkincisi de; ne yapmalı tam bilemiyorlar. Dinlemeyi 21. yüzyılda öğrenecekler. Konuşmadan dinlemeyi, konuşmak zorunda hissetmeden dinlemeyi… Yeni rolü bulmak onlar için çok zor. Saldırgan ve baskıcı erkeklik figürünün içinde algılanmaktan çok rahatsızlar. Erkekler sürekli kadınları kurban eden bir zihniyetin parçası olarak görüldükleri için sinirleniyorlar ve ne yapacaklarını çok bilmiyorlar.

 

Yaprak Özer: “Hep Beraber” öğretelim madem…

Ece Temelkuran: Bence de. Katıldığım bir toplantıda bu konuda şikayetçi olan erkeğe bir kadın, “kusura bakmayın da bu konuyu da biz halletmeyelim, siz kendi aranızda halletseniz” dedi. Erkeklerin bu konuyu kendi aralarında konuştuğunu düşünmüyorum.

 

Yaprak Özer: Ece, yurt dışında yaşamayı öğrendiğini düşünüyor musun, bu kitaplar, dışavurumlar yaşadığımız sürenin bir tercümesi. Nasılsın?

Ece Temelkuran: Çok içimin içindeki şeyi söyleyeyim sana. Burada yorulmuyorum, çünkü sürekli kıymetimi ispatlamak zorunda değilim. Türkiye’de beni en çok yoran şey oydu ve bu yükten kurtulmuş olmak beni rahatlattı, dinlendirdi. Bu yüzden bu kadar çok şey yazabiliyorum, konuşabiliyorum, üretebiliyorum. Bu çok üzücü bir şey arkadaşlarımın hepsi Türkiye’de yaşıyor, hemen hemen hepsi. Kadın arkadaşlarımın hepsi hemen her gün tekrar tekrar kıymetlerini ispatlamak zorundalar, kaç yaşlarına gelirlerse gelsinler, hangi pozisyonda olurlarsa olsunlar vakit ve enerji harcamaları gerekiyor. İnsanı, kadını çok yoran bir şey. Onun dışında yazıya dönüştüm artık. O kadar çok çalışıyorum ki, galiba başka da bir şey yaptığım yok. Nerede yaşadığımla ilgili bir hissim yok. Zaten bir kere gidince, artık bir yere yerleşmekle ilgili bir gitme duygusuyla yaşıyorsun sürekli, bir yoldasın duygusuyla yaşıyorsun ama bunda böyle acıklı bir taraf yok.

 

Yaprak Özer: Cesur davranıp iradenle karar verip, soru işaretlerine doğru yol aldın. Her gün ayrı bir cüret. Kötü bir şey değil bu arada cüret etmek.

Ece Temelkuran: Yok, yok. Ben sürekli cüret ediniz diyorum. Yani sana şöyle söyleyeyim, Türkiye’nin bu gününü düşününce, birçok şeye sıfırdan başlamak zorunda kalacağız. Dolayısıyla herkes “resilient” kelimesini çok seviyor. Özellikle iş dünyası… resilient olmak o kadar kolay bir şey değil. Neşeli bir şey değil. Annem bana kocaman bir şey “phoenix”- anka kuşu broşu almış. “Sen benim anka kuşumsun” dedi. “Sakın bir daha bana böyle bir şey söyleme çünkü ben artık yanmak istemiyorum, yeter bu kadar!…” dedim. Herkes bana ne kadar dayanıklısın diyor ama ancak aptallar Nietzsche’nin “Seni öldürmeyen şey, güçlendirir” lafına inanır. Seni öldürmeyen şey, bin kere başka başka şekillerde öldürür ve yıpratır.

 

Yaprak Özer: Ve bir iletişimci olarak kitapta geçen sözcüklerin ne kadar önemli olduğuna dikkat kesildim. Çünkü, hovardaca düşünmeden konuşuyoruz.

Ece Temelkuran: Umarım benim sözcüklerim sana ve okuyanlara iyi gelir.

 

Yaprak Özer: Çok güzel geldi. Eminim herkes farklı okuyacaktır. Yeri gelmişken şunun altını çizmek istiyorum, İngilizce yazmaya başladın.

Ece Temelkuran: Evet. Benim işimi kolaylaştıran bir şey. Dünyaya konuşmayı çok kolaylaştırıyor. İkincisi de duygusal olarak daha mesafeli yapıyor beni meselelere ki biraz ona ihtiyacım vardı. İyi geldi bana İngilizce yazmak ve dünyayla konuşmak, çok iyi geldi.

 

Yaprak Özer: İyi ki dünyayla konuşuyorsun ama ben Türkiye’yle de konuşmanı çok isterim.

Ece Temelkuran: Ben de. Biraz önce, “kitabı herkes farklı okuyacak” dedin, zaten bu kitabı özellikle onun için yazdım. Konuşmak için yazdım, tartışmak için yazdım ve sabırsızlıkla bekliyorum bu kitaptaki fikirleri Türkiye’de test etmeyi, öyle söyleyeyim.

 

Yaprak Özer: Sen korkmaktan korkanlar için enteresan bir örneksin.

Ece Temelkuran: Çok güzel bir yolu var kurtulmanın, kitabı okusunlar.

 

Yaprak Özer: Kendini nasıl tanımlıyorsun? Yazar, fikir insanı, sen kimsin?

Ece Temelkuran: Yayınevlerim bana “political thinker” diyorlar. Ben kendime “hikâye anlatıcısı” diyorum. Ben düşünüyorum ve yazıyorum. Benim yaptığım şey bu. Düşünür ve yazar.

 

Yaprak Özer: 21. yüzyıl gidenlerin yüzyılı. Türkiye’den de çok giden oldu. Bir yazında önemli bir noktaya işaret ediyorsun, gitmek suç, bir yük gibi görünüyor. Kalanlar ve gidenler arasında bir burukluk mu var…

Ece Temelkuran: Birbirimize daha şefkatli davranmamız lazım. Birbirimizden nefret ederek ve birbirimizle acılarımızı yarıştırarak bir yere varmamız mümkün değil. Yazıda hatırlayamadığın şey; “…kalanların gidenlere olan otomatik ahlaki üstünlüğü. Ve bunun gidende yarattığı burukluk.” Evet, böyle bir şey var. Avrupa, Amerika’da bir konuşma yaptığımda benden istenen, “…ben yazı yazıyordum, barbarların eline düşmüştüm, neyse ki kendimi Batı uygarlığının kollarına attım kurtuldum…” Bu hikayeyi anlatırsam, o kadar rahat ederim ki, fakat onuruma dokunuyor ve yapmıyorum. Kendi ülkemden bahsetmeyeceğim, sizin ülkenizden bahsedeceğim diye bir de inatçı bir şey yapıyorum. Gidenlerin başa çıkmak zorunda olduğu maddi manevi, psikolojik-siyasal ve ahlaki bir sürü mesele var. Bunları kalanlar bilmiyor, bilmesinler çok önemli değil de. Benim memlekete söylemek istediğim şey şu; birbirimizle ilgili kötücül varsayımlardan vazgeçelim, o iş sizin bildiğiniz gibi değil. Birbirimize daha iyi davranmak zorundayız yoksa bu krizden çıkamayacağız.

Yaprak Özer: Güzel söylüyorsun. Konuşmak – dinlemek güzel. Sağlıcakla kal.

Ece Temelkuran: Ne güzel bir söz. Sağlıcakla kal, neşeli ol…

 

Paylaş