İktidara Koşan Erkeklerin Favori Konuları

Sınır tanımayan söylemler ile standardı yakalayamayan eylemler arasında sıkışmış yaşıyoruz. “Yapıyoruz, ediyoruz…” diye biten cümleleri “yıkayarak” noktalıyoruz.

Yıkama malum temizlemek, güzelleştirmek demek. Son zamanlarda farklı kullanımları temel anlamından daha yaygın. “Yeşil yıkama” sürdürülebilirlik şemsiyesi altındaki konularda… “Pembe yıkama” kadın ve toplumsal cinsiyet konularında yaygın icraat türü. “Mış gibi” desem zahmetsiz anlaşılacak aslında.

Cinsiyetçi başlıkla alakasını kurmama izin verirseniz; uzun zahmetli konuların yılmaz savaşçısı kadınlar ile sonuca odaklanan erkeklerin farkını dile getirmek istedim.

Bildiğiniz gibi, kadınların meraklısı olduğu uzun döneme yayılan temalar erkek egemen toplumda satmıyor. Kadınların güzel cümlelerini satın alıyormuş gibi yapar, biraz pembe, biraz yeşille yıkarlardı. Güzel haber; iktidar yolunda çaresiz kaldıklarını gören erkekler, önce yeşile, sırasıyla da pembeye sahip çıkmaya başlamışlar.

Doğruyu söylemek gerekirse beni de şaşırttı bu gerçek. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. Nasıl olursa olsun diyerek sevinmek istesem de mideme oturdu!

Bu ilginç söyleşinin aktörü Prof. Dr. Melsa Ararat. Ararat’ın ismi, özellikle profesyonel hayattaki kadınlar, sürdürülebilirlik konsepti adı altında çalışma yapanlar, bir diğer ifadeyle iş dünyasının kayıtlı kesimi tarafından ezbere bilinir. Enerjisi yüksek bir akademisyen, uygulamalı pek çok projenin lideri. Birkaç hafta önce Sabancı Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi olarak emekliye ayrılmış olsa da üniversite bünyesindeki Türkiye Kurumsal Yönetim Forumu Kurucu Direktörü olarak forumun aktif katılımcısı olmaya devam edecek. Pandemi Ararat’ı ayırmış Türkiye’den. Uzun yıllardır sürdürdüğü iki coğrafyalı yaşam bundan sonra ağırlıklı Avrupa topraklarında süreceğe benziyor. Çalışmalarına Groningen Üniversitesi’nde devam edecek.

Ararat’ın, bugüne kadar çoğu uluslararası kurumda yürüttüğü çalışmaları çok şey söylüyor: Dünya Bankası Global Kurumsal Yönetim Forumu Danışmanlığı, Avrupa Kurumsal Yönetim Enstitüsü’nde Akademik üyelik, Sürdürülebilir Finansal Piyasalar Ağı üyeliği, İklim Tahvil İnisiyatifi Danışmanlığı… Borsa İstanbul İklim Endeksi… İngiltere Kraliyet Sanat ve Ticaret Topluluğu üyeliği dikkatimi çekenlerden birkaç tanesi.

 

Söyleşimiz Youtube‘da, dinlemek isteyenler Spotify‘a davetli…

Yaprak Özer: Yaşadığımız doğal felaketler, kadının olmayan yeri, en zayıf halka sürdürülebilirlik adına verdiğiniz mücadeleyi suya yazılmış yazı olarak değerlendirdiğiniz oldu mu?

Melsa Ararat: Farkındalığın yıllardır yavaş yavaş geliştiğini söyleyebiliriz. Sürdürülebilirlik konularının gündeme geldiği 20 sene önce… sadece kadınlar vardı toplantı ve konferanslarda… Başkalarının ilgilenmediği konulara dikkat eden, çözüm bulmaya çalışan, daha ileriye daha uzun vadeyle bakan kişilerin çoğu kadındı. Bugün sürdürülebilirlikle ilgili toplantılarda çoğunluğun erkeklerden oluştuğunu görüyoruz. Bu da demektir ki, konu iktidarda olmanın önemli bileşenlerinden biri haline geldi… Her zaman iktidar konusunda çok hırslı olan erkekler de bu alana el attılar. Dolayısıyla suya yazılmadığı kanısındayım. Farkındalığın giderek arttığını söylemek mümkün ama sürdürülebilirlik konusunun ekonomik ve toplumsal hayatımızın temel meselesi olduğu anlamına gelmiyor ne yazık ki…

Daha geçen hafta bir araştırmayı okumaktaydım. Pek çok büyük uluslararası şirketin CEO’su büyük büyük laflar ediyor: “Politikalarımızın ekseninde sürdürülebilirlik yer alıyor” gibi…  Bu çok büyük lafları eden CEO’ların faaliyet raporlarına, genel kurullarına, yönetişim ilkelerine, ana sözleşmelerine baktığınızda, yani şirketin nasıl iş yaptığıyla ilgili temel hukuki belgelerinde, örneğin CEO’nun performans kriterlerinde bu ifadeyi yansıtan bir durum görmüyorsunuz. Piyasa, eski kurallara göre işlemeye devam ediyor demek. Ancak, genel kurullarda yatırımcıların yönetimlere sorular sorduğunu, örneğin Hollanda’da Shell’i mahkemeye verdiğini, mahkemenin Shell’in emisyonlarını 2050 yılına kadar belirli bir tarihten sonra yüzde şu kadar indirmek zorunda kalmasına karar verdiğini görüyoruz… Shell de karşı dava açtı. Bir arayış içinde dünya. Herkes sürdürülebilirlikten bahsediyor ama tüketicinin, yatırımcının, çalışanın, yani bir şirketin paydaşlarının şirketle ilgili davranışlarını değiştirerek seçici olmasını sağlayacak bir düzenlemenin ortada olmadığını, emarelerinin olduğunu ama orada olmadığımızı söyleyebilirim.

Yaprak Özer: Şunu mu anlamalıyım; değişim içinde olsalar da aslında iş dünyası başından bu yana pek samimi değildi; “yeşil yıkama” faaliyeti içerisindeydiler.

Melsa Ararat: Evet, erkeklerin konuya sahip çıkmaya başlamasını değişimin bir emaresi olarak söyleyebilirim diyorum. Eskiden bir raporla olay bitiyordu… O raporu yazan, küçük bir odada köşede bir masada oturan bir genç kadındı. Artık öyle değil, herkes sürdürülebilirliği kişiliğiyle, yönetici imajıyla birleştirme çabası içerisinde. Dolayısıyla eskiden adet yerini bulsun diye yapılan, maliyeti olmayan, kimsenin kontrol etmediği ya da kimsenin davranışlarını değiştirmediği birtakım raporlar yerine, meselenin üst düzeyde konuşulur ve yönetici kimliğinin unsurlarından biri haline geldiğini görüyoruz. Bir değişiklik var.

Yaprak Özer: Trajikomik bir şey; erkekler sahip çıktığı için daha ümitli olabiliriz demek canımı acıtıyor. Aslında denizin bittiği noktadayız galiba. Türkiye bağlamında konuşmaya devam edecek olursak uluslararası referansların Türkiye’yi ne kadar zorladığını anlatmanızı rica edeceğim. Ne kadar vakit var? Ne yapılabilir?

Melsa Ararat: İklim krizi sistemik bir risk. Sistemik riskle; ülke sınırlarından, coğrafi sınırlardan bağımsız olarak, bütün dünyanın sosyal ve ekonomik durumunu etkileyen risklerden bahsediyoruz. İklim riski, eşitsizlik riski, adaletsizlik riski sınır tanımayan riskler. Afganistan’daki riskler Afganistan’a özgü riskler değil; onlar bizim, Avrupa’nın, Amerika’nın kapısında…

İklim riski, okyanusun pek çok ada devletini sular altında bırakıyor ya da sel felaketlerine, yangınlara yol açıyor. Hiçbirinin bir devletin ya da hükümetin politikalarıyla değiştirilmesi mümkün değil. Sistemik risklere, sistemik cevaplar verilmesi lazım. Uluslararası kurumların güçlü ve yaptırımları olan kurumlar halinde faaliyet göstermesini gerekli kılıyor. Ne yazık ki uluslararası kurumsal yapılar, bugünün koşullarına uygun yaptırımlarla ya da amaçlarla donatılmış değiller. Daha çok 2. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan konjonktüre odaklanmış kurumlar. IMF’nin, Dünya Bankası’nın, IFC’nin, Birleşmiş Milletler’in, Merkez Bankalarının rolü değişiyor… Bu uluslararası kurumların yaptırım güçlerinin artması için, temsil ve demokratik unsurlarının da güçlendirilmesi lazım. Uluslararası planda yaptırım gücü olmayan kurumlardan bahsediyoruz. Peki  ülkeleri nasıl zorlayabilirsiniz? Zorlamanın piyasalar yoluyla olmasını beklemek maalesef yeterli değil. Avrupa’nın “Yeşil Mutabakat”la çok önemli bir adım attığını görüyoruz… Avrupa ülkelerindeki iş dünyası için bir dezavantaj yaratmaması için Avrupa’ya ihraç edilen bütün ürünlerden sınırda karbon vergisi alınması uygulamasına geçiliyor.

Türkiye’ye gelince, iki tip ekonomik oluşumdan söz edebiliriz. Bir tarafta Cumhuriyet sonrası ortaya çıkan, büyüyen, kurumsallaşan ve arkasından ihracata, uluslararasılaşmaya yönelmiş şirketlerden eski sermaye var. Bu şirketlerin çoğunluğunun, büyük, halka açık TÜSİAD çatısı altında birleşmiş, ekonomik çıkarlarının Avrupa’yla entegrasyondan, Avrupa normlarına uymaktan geçtiğinden söz edebiliriz. Daha fazla seslerinin çıktığını, iklim değişikliğiyle ilgili politikalar konusunda otantik olduklarını söyleyebiliriz. Çok iyi örnekler var; Arçelik gibi mesela.

Diğer tarafta ekonomik gücünü, hükümetle olan ilişkilerden, kısa dönemli yatırımlardan, sektörel olarak uzun vadeli yatırımlara ihtiyacı olmayan proje bazlı ekonomik aktivitelerden alan bir aktörler grubu var ki, bunların ufukları çok kısa… Sektörleri itibarıyla ve piyasadaki rekabet avantajlarının kaynağı olarak iktidarla ilişkilerinden  bunlardan böyle bir yaklaşım beklememiz oldukça zor. Genel olarak baktığımızda şu anda uluslararası şirketlerin bu konuyla haşır neşir olduklarını görüyoruz çünkü pek çok ülkede faaliyetleri var.

Şunu iddia ediyorum; bir taraftan şirketlerin “yeşil yıkama”, kadın konusunda “pembe yıkama”… gibi kendilerini boyayarak içlerinde bir şey değiştirmediklerini iddia etsek de, genel olarak sivil toplum, devlet, hükümet ve iş dünyası, ekonomi arasındaki ilişkilere baktığımızda iş dünyasının ufku en uzun aktörler olması gerekir. Şirketler kurulurken ölümsüz olmak üzere kurulurlar. Ekonomik aktivitelerin sürekliliği ve devamlılığı esas. İş dünyasının bu sistemik riskleri anlaması, rekabet dezavantajı getirmeyecek şekilde ele alınan konular olarak görmek istemeleri son derece normal. Özetle rekabet dezavantajı yaratmaması gerekir bu çalışmaların. Nasıl değiştirebiliriz? Fayda sağlamalarını bekleyebiliriz; müşteriler daha sıcak davranabilir, yatırımcılar daha fazla yatırım getirebilir.

Önemli bir sorunla karşı karşıyayız. Dünyadaki ticareti, ekonomiyi regüle eden hukuk normlarına baktığımızda, şirketleri yönetenlerin temel sorumluluğu, hissedarlara karşı tanımlanmıştır. Size bir varlık emanet edilmiştir, hukukla tanımlanmış olan vazifeniz, emanet edenlere getiri sağlamaktır. Uzun vade çok muğlak. Bazı sektörlerde uzun vade 10, bazılarında 6 ay… bazılarında 3 – 4 sene… Hukuksal olarak yöneticilerin görevini sorumluluk içinde yapmalarıyla ilgili kendilerinden beklenenler ile toplumsal beklentiler ve doğanın beklentileri maalesef birbirini karşılamıyor.

Bizim hukuksal reformlara ihtiyacımız var; şirketlerin sosyal sorumlulukları ya da çevresel sorumlulukları nasıl hukuksal sorumluluklarının bir parçası haline getirilebilir? Burada henüz araştırmacıların, ekonomistlerin cevap veremediği önemli bir teorik zayıflık var: Şirket bir ekonomik birim midir? Yönetici ekonomik çıkarları korumak üzere görevlendirilmiş bir vekil midir yoksa bu varlıkları yöneten kişi başka sorumluluklara da sahip midir? Bir avukatın, mimarın, mühendisin, bilim adamının meslekten kaynaklanan sorumlulukları çalıştıkları şirketlerin çıkarlarının ötesine gider; mesleki normlar vardır. Bir meslek olarak tanımlarsak yöneticiliği, bu yöneticilerin mesleki sorumluluklarının “özen borcu” tanımının içerisine yedirilmesi gerekir.

Aynı şey yatırımcılar için söz konusu… Yatırımcıların görevlerini, örneğin mütevellilerin görevlerini tanımlayan hukuksal normlar onlardan neyi bekler? Getirileri maksimize etmeyi bekler. Ama bunu belirli sınırlar içinde yapar. Bu sınırları kanunlar koyar. Buradaki sorunumuz, kanunlar ve iş dünyası arasındaki ilişkilerin hesap verilemeyen ilişkiler haline dönüşmüş olması… Kime hesap verecek bu ilişkilerde? İş dünyası ve hükümet arasındaki diyalog da önemli. Ama bu diyalogun kolaylaştırıcısı, hükümetlerden bağımsız devlet olmalı. Yani devletin sürekliliği… devletin içindeki hükümetlerin hayatlarından daha uzun olan politika-stratejiler vs… kolaylaştırıcı bir rol oynaması gerekir ki, politikaların sürekliliği sağlanabilsin.

Yaprak Özer: Şunu ifade ettiğinizi anlıyorum; yönetici de yatırımcı da verdiği kararların da sorumluluğunu taşıyor olmalı.

Melsa Ararat: Birtakım gelişmeler var. Örneğin Amerika’da SEC (sermaye piyasalarını regüle eden otorite) yatırımcılardan son 10 senedir “özen politikaları” dediğimiz, “stewardship”, vekilharçlık politikaları olarak tanımlanan politikalarını açıklamaktalar. Şirketlerin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda normlar, 1998 krizinde, sonra Asya’da ortaya çıktı. Ama sadece şirketlerin değil, şirketlere finans sağlayanların da regüle edilmesi son 10 senenin önemli gündem maddesi haline geldi. Pek çok ülke “vekil harçlık” – “özenli yatırım” kodlarını geliştirdiler. SEC “Bu politikayı hayata nasıl geçirdiğinizi bilmiyoruz. Artık yatırım yaptığınız şirketlerin genel kurullarında ne yönde bu politikaları hayata geçirmek üzere çaba gösterdiğinizi ve yatırımlarınızı nasıl bu kararlara dayanarak yönlendirdiğinizi net ve açık bir biçimde açıklamanızı istiyorum” dedi. “Yeşil yıkama”, “pembe yıkama”… yatırımcıların yıkamasına ne renk yıkama deriz bilmiyorum. Açıklananların yeterli olmadığıyla ilgili bir yaptırım mekanizması varsa işe yarar. Mesela Türkiye’de kurumsal yönetim kodu vardır ama kurumsal yönetim koduna uymuyorsanız, herhangi bir yaptırımı yoktur; yaptırım piyasadan beklenir. Yani eğer bir şirket sizin doğru bulduğunuz bir ilkeye uymuyorsa, o zaman siz bir yatırımcı olarak bu şirkete daha az yatırım yaparsınız, bu da şirketi disipline edici bir etki yaratır varsayımına dayanır. Ama böyle olmadığını görüyoruz.

Yaprak Özer: Anlattıklarınızı Türkiye’de görebilecek miyiz? Yatırımcının veya tüketicinin bilinçlenmesi eğitimle ya da yasaklarla hızlandırılabilecek bir şey.

Melsa Ararat: Düzenlemelerle ve yasalarla, evet…

Yaprak Özer: Vaktiyle Gümrük Birliği’nde de gördüğümüz gibi Türkiye’yi ne beklendiğinin çerçevesini çizer misiniz?

Melsa Ararat: Tabii… Bugün dünyada iki farklı eğilimin pek çok ülkede kendini gösterdiğini görüyoruz. Bir tarafta dünyanın, ekonominin, medeniyetin tekliğini öngören ve küreselleşmenin, birtakım grupları dışarıda bırakmayan küreselleşmenin, devam etmesi gerektiğini düşünen bir paradigmadan bahsedebiliriz. Diğer tarafta bunun tersine korumaya çalışan, sınırlarını kapatan, kendi yağında kavrulmak diyebileceğimiz, izolasyona yönelik milliyetçi politikalar belirli ülkelerde kendini gösteriyor.

Bir zamanlar bizde de ‘Türk malı yurdun malı herkes onu kullanmalı’ ana fikrinde yerli malı haftaları vardı. Şimdi Çin’de benzer bir şeyin başladığını görüyoruz. İmalat sektörüne çok önem vermek servis sektörünün gelişmesini o kadar önemsememek… yüksek teknoloji sektöründeki şirketlerin üzerine acayip baskılar uygulamak, onları canından bezdirmek; çeşitli vergiler… cezalar kesme gibi… Her ülkede siyasi iktidarın ne istediği, halka ne vadettiği ve halkın iktidardan ne beklediği, ülkelerin politikalarını belirleyecek. Türkiye’de de ne olacağını belirleyecek politik süreçler olacaktır. Toplum ne beklediğini tanımlama konusunda yeterli verilere bilgilere sahip mi? Bu süreçler içerisinde toplum, iş dünyası, hükümet ve devlet arasındaki ilişkiler nasıl cereyan edecek? Bu tabii ki iç dinamiklerin yanı sıra küresel ekonomik duruma, Türkiye’nin diğer ülkelerle ilişkilerine, dünyadaki siyasi konjonktüre bağlı…

Geleceği öngöremediğimiz, çok fazla parametrenin, karar alma konusunda dikkate alınması gereken bir dönemdeyiz. Bu giderek de daha karmaşık hale gelecek. Bir şirket yöneticisinin önce mühendislik okuyup arkasından MBA yapmış olması yetmiyor. Bu yöneticinin, bir entelektüel olması, dünyayı anlaması lazım, şirketini dünyanın içinde bulunduğu konjonktüre oturtan, şirketin ekonomiyle, toplumla, hükümetle ilişkilerini karşılıklı etkileşimlerini anlayabilecek, buna anlam verebilecek ve şirketin devamlılığını sürekliliğini sağlayabilecek olan politikaları görebilecek seçebilecek bir kişi olması lazım.

O anlamda dünyada CEO dediğimiz, (bizde ne dediğimiz biraz karışık) kişiler hakikaten yetenekli, akıllı, aydın entelektüel kişiler olmalı. Böyle bir eğitim ve böyle bir formasyon veriyor muyuz, onların kendi kimlikleriyle şirketlerin geleceklerini kurmalarına fırsat veriyor muyuz? sorusunun cevabı da işte biraz bu yönetim kurullarıyla ilişkileniyor. Çünkü CEO – icranın başındaki kişiyi seçenler, yönetim kurulları. Yönetim kurullarının, neyi temsil ettiği, kimin çıkarlarını koruduğu son derece önemli.

Yönetim kurullarının görevlerinin hissedarların haklarının korunması olarak tanımlandığı bir sistemde, doğru kişileri seçme olasılığı olduğu kanısında değilim. O görevin de yeniden tanımlanması gerekir. Yönetim kurullarının görevi, kamuya ait pek çok varlığın da yönetilmesi için bir yöneticiyi iş başına getiren ve şirketin toplumla, ekonomiyle, çevreyle, hükümetle ilişkilerini yönetebilecek, görebilecek, konumlandırabilecek… yönetim kurulu üyelerinin de böyle olması gerekir. Bu bir formasyon meselesi, yönetici eğitimlerimiz ya da geleneksel olarak şirketleri başarıya götürmüş yöneticilerin geçmişleri böyle değil. Dünya çok hızlı değişti ve değişen dünya haline uygun yöneticilerimiz Türkiye’de ancak gençlerden çıkacak. 40 yıldır yöneticilik yapan birinin, yeni bir paradigmayla yepyeni söylemler geliştirebileceği kanısında çok değilim. Dünyada yönetim kurullarında çeşitlilik deyince, hem kadınların yönetimde yer almalarını anlıyoruz hem de genç fikirlerin yer almasını anlıyoruz.

Yaprak Özer: Kurumsal dünya olarak, yeni dünyaya ne kadar hazırız diye iklim krizine bağlayıp soracak olursam…

Melsa Ararat: Türkiye’nin emisyonları giderek artıyor. Fakat sektörel analiz ve en son araştırmalara baktığımızda, bazı sektörlerde piyasa koşullarının gerektirdiği biçimde, emisyonların herhangi bir zorlama olmadan ortalamanın daha altında dünyada rekabet edebilecek şekilde emisyonlarını azalttıklarını da görüyoruz. Yani piyasaları disipline edici etkisini kenara bırakmamak lazım. Uluslararası piyasalarda faaliyet gösteren, uluslararasılaşmış, ekonomik olarak belirli bir olgunluğa erişmiş şirketlerin piyasalar tarafından ister istemez disipline edileceği konusunda benim hiçbir şüphem yok. Burada mesele, ekonomiyi bir bütün olarak ele aldığımızda nasıl ilerleyeceğimiz…

Yaprak Özer: Ufku daha kısa olan firmaların buraya çekilmesi…

Melsa Ararat: Gerekli uyarlamaları yapma konusundaki maliyetleri karşılayamayacak kadar zayıf finansal durumları olan şirketler var. Sürdürülebilir finansal enstrümanların geliştirilmesi, finansal piyasalardaki enstrümanlardan yararlanabilecek bir yatırım ortamının gelişmesini gerektirecek. Kredilerin buna göre verilmesi gerek. Kalkınma bankalarının önemli rol oynadığını; EBRD’nin, IFC’nin küçük ve orta boy şirketlere verdikleri kredilerde yansımalarını görüyoruz. Ama yavaş ilerliyor.

Biz bu olumlu unsurların daha hızlı, daha çabuk ve daha kapsamlı bir biçimde hayata geçirilmesi için ne yapmalıyız? Birincisi, Paris Anlaşması’nı Meclis’ten geçirmeliyiz; açık seçik taahhütlerimizi vermeli belirsizlikten kurtulmalıyız. Arkasından da mutlaka rekabette dezavantaj yaratmayacak şekilde finansal sermayenin şirketlere akması ve sürdürülebilir iş modellerinin benimsenmesi konusundaki engellerin ortadan kaldırılmasına yönelik bir politika çerçevesini oluşturmalıyız. Hepsi konuşuluyor, ama bir odak meselesi var; yangın çıkıyor unutuluyor, sel oluyor unutuluyor…

Yaprak Özer: Zaten o da bunun sonucu neticede.

Melsa Ararat: Biz yaraya tuz basmaktan yaranın sebeplerini ortaya çıkartıp onlarla ilgili uzun vadeli kararlarımızı, politikalarımızı hayata geçirmekte gecikebiliyoruz.

Yaprak Özer: Bir de KOBİ’ler-çok küçük firmalar var ki, isteseler de yapamıyorlar. Sanırım asıl tehlike bu…

Melsa Ararat: Aynen… Sadece iklim konusunda değil, her konuda öyle. Enformel çalışanlar da öyle… Kayıt dışı Suriyelilerin büyük çoğunluğu bu şirketlerde çalışıyor. Suriyeliler olmasaydı, bu şirketler batacaktı. Çünkü hiçbir zaman uzun vadeli politikaları olamadı. Öyle bir ekonomik konjonktürde faaliyet gösteremediler.

Küçük ve orta boy işletmelerin bu süreçte adaptasyonunu sağlayacak enstrümanlar son derece önemli, fakat bunun bir yolu da büyük şirketlerden geçiyor. Çünkü bu şirketlerin önemli bir bölümü büyük şirketlerin tedarik zinciri içerisinde yer alıyor. Büyüklerin sorumluluklarının net ve açık olmasından asla vazgeçemeyiz. Yani küçük şirketlerle ilgili politikaların da belirlenmesinde büyük şirketlerin, onların müşterisi olarak önemli rolleri var. Büyük şirketlerin yüzde 15 küresel vergi alınması konusunda mutabakat sağlanmak üzere hükümetler arasında… Büyük ekonomik aktörlerin gerek ulusal gerekse uluslararası çapta politik aktörler haline geldiklerini kabul etmemiz lazım. Politikacılardan beklediğimiz hesap verebilirlik sorumluluğunu şirket yönetimlerinden de beklememiz lazım. Şirket yönetmek artık kamusal bir görev…

Yaprak Özer: Kadın konusuna gelelim, bunca zamandır yaptığınız çalışmalarda boşa gitti hissi yaşadınız mı?

Melsa Ararat: Bütün dünyada genel kalkışmadan söz edebiliriz. Artık kadınlar, kararlarda söz sahibi olmak ve karar verme noktalarına gelmenin liyakata dayanması konusunda ısrarlılar, takipteler. Diğer taraftan ekonomik gerçekler, hayatın karmaşıklığı, öngörülemezlik… farklı perspektiflerin karar alma süreçlerinde kadınların yer almasını gerektiriyor.

Suya mı yazdık bütün bunları? Bazen bu duyguya kapıldığım oluyor gerçekten. Ama yavaş yavaş dünyadaki bütün bu girişimlerin, taleplerin birbirileriyle etkileşim içine girdiğini de görüyorum. Artık bu moda bir şey, buradan geri dönelim olmayacak. Özgürlük bazlı değil hak bazlı bir perspektiften kadınlar talepkar durumdalar.  Ve bu talebin ekonomik karşılığı olduğu konusunda da elimizde veri var. Kadının ekonomiye katılması ve yönetmesi lazım, kadının vinç kullanması, bilim insanı, kadının doktor olması lazım… Yani liyakat bazlı otorite son derece önemli… Bu, devlette de kendini gösteriyor. Yani devletin işlevini görmesi için devletteki pozisyonların liyakat esasıyla doldurulması ve sürekliliğinin sağlanması son derece önemli. Suya yazma faslını yavaş yavaş geçtiğimiz kanısındayım. Kadınlar karar mekanizmalarına katıldıkça, kadın oldukları için değil; o cinsiyetin en yetkin kişileri dışarıda bırakılmamış olduğu için katıldıklarından dolayı bu sürece, karar süreçlerinde karar kalitelerinde iyileşme olacağı kanısındayım. Dolayısıyla ben ümitliyim. Ancak kadınların karar süreçlerine katılmasıyla konunun bitmemesi gerekir. Tartışmada eksiklik görmekteyim: Mesele kadın meselesi değil mesele, farklı görüşlerin dinlendiği, doğru kararların alındığı karar alma ortamlarının yaratılması meselesi… Bu ise, bir bütün olarak zaten siyasi partilerimizin, şirketlerimizin, hükümetimizin, belediyelerimizin, uluslararası kurumların nasıl bir yönetişim sistemine sahip olduğuyla ilgili… Nasıl yönetiriz? Nasıl hesap veririz ve nasıl sorumluluk alırız? Erkeklerden farklı olmayan kadın başbakanlardan da gördük memlekette…

Yaprak Özer: İklim endeksi nedir tarifini yap mısınız?

Melsa Ararat: Pek çok ülkede, borsada, yatırımcıların yatırımlarını sürdürülebilir şirketlere aktarmasını sağlayacak enstrümanlar var. Bazı yatırımcılar bazı sektörlerdeki şirketleri dışarıda bırakıyorlar. Örneğin tütüne, alkole yatırım yapmayanlar…  yatırım yapılabilir endekslere dayanan fonlar kurulabilir… ETF’ler kurulabilir… Bunlar yatırımcıların kendi isteklerine, kendi yatırım politikalarına uygun olarak şirketleri seçmesinde yardımcı olacak olan enstrümanlar. İklimle ilgili de çok sayıda benzer endeks var.

2009 yılından beri Türkiye’de Sabancı Üniversitesi Kurumsal Yönetim Forumu olarak çalışıyoruz ve devam ediyor proje. Türkiye’deki en büyük şirketlerden (BİST 100) iklim değişikliği stratejilerini açıklamalarını talep eden uluslararası bir kurumun Türkiye bacağının operasyonunu hayata geçirdik. 10 şirketle başladı 2009-10 yılında. 60 şirkete çıktı. Türkiye’nin sermaye piyasalarında hisseleri işlem gören şirketlerin yüzde 50’sinden fazlasını temsil edenlerden bahsediyoruz ekonomik büyüklük olarak…

Bu şirketler, içinde karbon emisyonlarının miktarı, ölçülüp ölçülmediği, karbon emisyonlarının hangi scope’da olduğu bilgileri gibi, iklim değişliğini nasıl yönetiyor, kimin sorumluluğunda, hedefler var mı, açıklanmış mı, hedeflerle ilgili raporlamalar yapılıyor mu gibi sorulara cevap veriyorlar.

Bu verilen cevaplar CDP (Carbon Disclosure) Londra bazlı Karbon Saydamlık Projesi tarafından derecelendiriliyor. Türkiye’deki şirketler arasında yanıt verenler arasında en az “B-“ notu almış olan şirketler bir endekste bir araya getiriliyor. Endekse BIST 100 şirketleri katılabiliyor… Zaten belirli kurallara, uyan şirketlerden oluşan Borsa’nın her gün hesaplarını yaptığı bir endeks. Bunun içerisinden iklim değişikliği konusunda daha iyi performans gösterenleri alıyorsunuz ve bunları da likidite kurallarına uyarak bir araya getiriyorsunuz. Şimdi elimizde böyle bir endeks var. Bu endeksi kullanarak Exchange Trade dediğimiz bir ETF fonu oluşturulması halinde iklim değişikliğine dayanıklı şirketlere yatırım yapmak isteyen yatırımcılar için yatırım enstrümanı oluşturulmuş olacak. Henüz oluşturulmadı ama oluşturulmasına imkan verecek endeks var ve bu endeksin içinde bulunan şirketlerin hisselerinin değeri, diğer endekslerdeki hisselerin değerlerine paralel olarak izlenip gözlenebiliyor.

Yaprak Özer: Neden bu enstrüman oluşmadı henüz?

Melsa Ararat: Oluşması için bir portföy yöneticisinin bu konuda inisiyatif alması gerekir. Türkiye maalesef tasarrufların çok düşük olduğu bir ülke. Portföy yöneticisi tarafından kullanılan bir yatırım fonu olması için belirli bir büyüklükte sermayenin bu fona akmasının sağlanması lazım.

Yaprak Özer: Muhtemel mi?

Melsa Ararat: Türkiye’de iş grupları ve bankaları var. Bu bankaların portföy yönetim, emeklilik şirketleri var. Maalesef kendi içlerinde işlemleri gerçekleştiriyorlar. Bir grubun portföy yönetim şirketiyle diğeri rekabet halinde… Birinin geliştirdiği fona başkasının yatırım yapmasını bekleyemiyorsunuz.

 

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir