Yazık değil mi bize?

Yazık değil mi bunca yıla? Yazık değil mi bize?… Sanıyoruz ki, etrafımız düşmanlarla kuşatılmış… Evet S400, F35, Doğu Akdeniz, Suriyeli mülteciler, kaynak yetersizliği, ekonomik kriz, Avrupa Birliği… Adeta kuşatılmışız. Kuşatıldığımız doğru da düşman bizden başkası değil. Bıçak kemiğe dayanana kadar idrak sorunu yaşayanların dışarıdan düşmana ihtiyacı yok ki, bizim düşmanımız cehaleti seven, vasatı baş tacı yapan, hep benim olsun diyen, kendisini çok seven zihniyet.

 

 

Konuğum Şeref Oğuz. Ekonomi yazarı, yılların ekonomi servisi yöneticisi… Özellikleri yalnızca bir ekonomi gazetecisi olmak değil. Teknolojiyle harmanladığı kariyerinde cesur atakları oldu, gazeteciliğe ara verip özel sektörde önemli kuruluşlardan birinin dijital dönüşümünde rol aldı. Türkiye Zeka Vakfı’nın kurucularından ve hala yönetiminde. Alışagelmişin dışında düşünüyor. Gündemi nasıl düşünüyor ve yorumluyor diye bakacak olursak, aslında bu yazıyı okumaya hevesli olan sizlerden farklı değil. Renkli saptamaları var. Ben bunu böyle bağlamadım, bunu böyle düşünmemiştim diye geçirebilirsiniz aklınızdan.

 

Aşağıda bıçağın kemiğe dayandığını, fırsatların arasında darı ambarındaki aç tavuk misali yaşadığımızı okuyacaksınız. Ne yazık ki, kendimize “Uygarlığın Taşrası” olmayı yakıştırdığımızı, insan kaynakları politikamızı nitelik yerine nicelikle yönettiğimizi, gelişmeleri okuyamadığımızı ve her şeye karşın bir çıkış yakalama şansına sahip olduğumuzu bir kere daha okuyabilirsiniz. Aşağıda bol umut ve hayal yok ne yazık ki, çünkü biz başkasının parasıyla doyuyor, giyiniyor, ev kuruyor, ısınıyor, savaşa gidiyoruz… Kim bizi sonsuza kadar besler… Sormak için çok geç ama bir kere daha küllerinden doğmak için çabalamalıyız.

 

İçinde yaşadığımız günleri ekonomi ile okumak istesek -çünkü siyaset-sosyal endeks ve kişisel veriler üzerinde okuma yapılıyor-  nasıl bir resim olur karşımızda?

Dünyada 206 adet devlet var ve başı belada olmayan yok. Başı büyük olanın derdi de büyük derler ya eskiler, mesela Çin ve Amerika sanki yakın gelecekte büyük bir derbiye hazırlanıyor gibiler. Ticaret savaşı üzerinden belki sıcak çatışmalara dönebilecek. Türkiye öyle enteresan bir yerde duruyor ki eski dünya ile yeni dünya arasında. Şimdi eskiden eski dünya Çin’di yeni dünya Avrupa. Tamamen yer değişti. Bugün “yeni dünya” Pasifik oldu, “eski dünya” Atlantik oldu. Türkiye, Kuzeyden Güneye, Doğudan Batıya dünyanın tam da ortasına geldi. Dünyanın cazibe merkezi, ekonomi merkezleri Atlantik’ten Pasifik’e doğru kayarken enteresan tehditler ve fırsatlar da üzerimizden vızır vızır geçiyor. Farkındalığımız derecesinde zenginlik, fark etmediğimiz derecede de gaflet ve maliyet yükleniyoruz. O yüzden Türkiye’nin ekonomisi, Türkiye’nin durumu ne olacak dediğim zaman bu ekonomi ile ilgili olarak sizin duruşunuza bağlı. Ne yazık ki, herkes aynı farkındalıkta değil. Şu anda gördüğüm fırsatlar denizinin içerisinde, darı ambarında açlıktan ölen tavuklara benzer bir halimiz var. Sebebi, olup biteni, yeni dünyayı okumada sıkıntı çeken şirketler… Sadece kamu değil, aynı zamanda özel sektörün de olup biten noktasında bir fikri var ama bir eylemi yok. Umudu var fakat yöntemi yok. Bu anlamda başarabilen şirketlerimiz var fakat onların da sayısı az. KOBİ’lerimiz can damarlarımız, KOBİ’lerle gideceğimiz yerleri biz çoktan geride bıraktık. Bizi fert başına 10 bin dolar gelire taşıdı ama öteye geçme noktasında KOBİ’den fazlasına ihtiyaç var.

 

Neymiş o?

OBİ. Orta büyüklükte, ölçekte, bir de nitelikli KOBİ. Yani herhangi bir şeyi yapan değil, özel bir şeyi yapan, katma değeri daha yüksek bir şeyi yapan. Peki, bunlar bizde var mı? Var. Sayıları ve onlara aktardığımız enerji düşük. Türkiye’nin yeniden orta gelir tuzağından üst gelir düzeyine çıkma noktasındaki enerjisine uzak kalıyorlar. Nükleer fizikte bir kural vardır. Zincirleme reaksiyonun başlayabilmesi için aktif madde miktarının kritik kütleye ulaşması lazım. Bizde kritik kütleye ulaşmamasının sebebi yarına yönelik değer üreten, Türkiye’nin gerçekten enerjisini taşıyan şirketlerin arasında iş birliği yok, iş bölümü yok. İttifak olmaması. Bunu başaranların da mucizelere imza attığı ortada.

 

Nasıl başaracaklar?

Çok basit.

 

Ben bildim bileli organizasyonlar, odalar kurulur ama öncelikle önemliyi, amaç ile aracı birbirine karıştıran organizasyonlar bütünü çıkar ortaya. Bu mudur?

Türkiye’nin bir kaynak sorunu değil, idrak sorunu yaşadığını görüyoruz. En maliyetli yöntemle öğreniyoruz. Başımıza bela geliyor, o belaya karşı bir refleks gösteriyoruz, yetenek geliştiriyoruz. Tıpkı kullanışsız bir ittifak dediğimiz Amerika’nın bize gösterdiği ittifak ki, ambargo bizi sektör sahibi yaptı. Aynı şekilde her küresel krizde biz birçok yetenekler kazandık. Ancak şimdi öyle bir dünyadayız ki, karmaşada yol alınan bir süreçte bu anlamda iş birliklerini arttırmak gerek. Yıllardır ağzımıza pelesenk olan bir şey var, üniversite sanayii iş birliği. Ben 45 senedir gazetecilik yapıyorum. 40 senedir doğrudan ekonomi gazeteciliğine bakıyorum, niye olmuyor? Ben bunun altında şunu buldum, tıpkı zeytinyağı ile su ilişkisi gibi, ikisini aynı kavanoza koyup çalkalasan bile sorun zeytinyağı olarak kimin üste çıkacağı noktasında. Çünkü özgül ağırlıkları farklı. Özgül ağırlığı, hem ortak tehdit hem ortak çıkar. Bu anlamda şirketlerin birbirleriyle rekabet etmeyi iş birliği yerine tercih etmeleri gerekiyor. Bakıyorum, aynı amaç doğrultusunda gitmede şöyle bir şey var, birincisi ‘azıcık aşım kaygısız başım’, ikincisi bir plan, bir iş birliği içerisinde değil ve tek başına işi başarmanın geldiği nokta bitti. Bu bize dinamizm kazandırmış olsa da bundan sonra bunla devam edemeyeceğimizi görüyorum. Çünkü tehditler, şirketlerin teker teker ya da kamunun kendi imkânlarıyla teker teker baş edebileceğinden öteye taştı. Yeni çağda hem Türkiye’nin hem şirketlerinin yeni bir öyküye ihtiyaçları var. Dijital dediğimiz konuda, bu yeni yolda eski ayakkabı ile yürüyemeyiz. Bize yeni yolda yeni ayakkabılar lazım. Yol belli, yol yenileniyor, o anlamda yol açık, yola çıkmak gerekiyor. Eğer onu siz yapmazsanız sizin yanınızdaki bir ülke sizi çok çabuk geçebiliyor. Bugün Romanya’nın tırmanışına bakıyorum pek çok alanda bizimle yarışa girmiş durumda.

 

Nüfusu bizim kadar büyük değil.

Onların dışında eğitim ve iş birliği konusunda zihin yapıları bizden ileri. Bizim Anadolu üretime girdiği zaman aynı saatlerde, belki aynı hafta içerisinde, aynı saatlerde Kore’de iki tane marka devreye girmişti. Biz bıraktık onlar devam ettiler. Bugün dünyanın her yerinde onların markalarını görüyoruz. 1962’de 3 tane otomobil yapmış olmamıza rağmen, yok ederek bugün kendi otomobilimize binmemiş durumdayız. Bu anlamda niye olmadığına bakıyorum, çok fazla iş birliği, iş bölümü gerektiriyor, “cooperation” dediğimiz yapı. Kültürel bariyerlere geldiğimde ‘azıcık aşım kaygısız başım’ dedim başka bir şey daha var, sahiplik anlayışında bir sıkıntı var.

 

Benim olsun.

Benim olsun. Ben yönetmek istiyorum. Hâlbuki yönetmek bitti yönetişim başladı. İşletmede bunları yapanların nasıl başardığına bakıyorum, öncelikle zihin yapılarını değiştirmişler. Yani çalışanla patron arasındaki dikey kademe alçalmış. Bu otoritenin ortadan kalkacağı anlamını taşımıyor. Otoriteyi İK konusunda yeniden tanımlamak. İkincisi, zeki ve yetenekli insanları seçecek sistemlerden ne yazık ki mahrumuz. İnanılmaz zeki çocuklar var. Ben aynı zamanda Türkiye Zekâ Vakfı kurucularındanım ve yönetimdeyim. Orada fark ettiğim şey şu, inanılmaz zeki çocuklarımız var. Nüfusumuzun yüzde 2’si zeki ve yetenekli, fakat ülkelerin kaderini o yüzde 2’ye nasıl davrandığın belirliyor. Ya onu alıyorsun devlet başı yapıyorsun, “ufukların efendisi” oluyorsun ya kuzgun leşe yapıyorsun “uygarlığın taşrası”na düşüyorsun. Zeki ve yetenekli insanlarımızı sisteme koymaktaki reflekslerimizi gözden geçirmeliyiz.

 

Niye olmuyor?

Çünkü herkes kendi başına davranıyor. Düşünün, nitelikli logoları bir araya getirip bir voltran oluşturamıyoruz. Meslek odalarımız ve örgütlerimize baktığımda orada nitelikten ziyade bir nicelik sorunu var. Bir yeri kurduğumuz zaman bununla ilgili tanım gereği olan insanları bir araya getiriyoruz. Kamu bir alanda bir çalışma yapacak onunla ilgili bakanlıklar, uzmanlar vs. fakat hevesi ya da tutkuyu bir araya getirmek yerine CV’leri bir araya getiriyorlar. Nuh’un Gemisi Sendromu diyorum. Her çiftten birer tane o gemiye koyuyorsan ancak hayatta kalmayı amaçlayabilirsin. Hücumbot olmak, vs. olmak için oradaki insanların tutku ile bu işe sarılması gerekiyor. Tutku öyle bir şey ki neye tutunduğuna bağlı. Türkiye’de merakı elinden alınmış insanlar kalabalığı içerisinde merakı hala elinde tutan insanların gayretleriyle yapılan pek çok iş var. Zaten toplumları ileriye götüren bu tür öncüler. Ama bunların da bir kaderi var. Bunlar yolda çok fazla eleniyorlar, kırılıyorlar. Bizde özellikle bir sıkıntı var. Bu öncülerin aralarında ittifak yok, birlikte davranmıyorlar.

 

Topuğuna sıkmak.

Evet. Yengeç tenceresi kapakla satılmaz. Haşlamak için koyduğun yengeç ve ıstakozlar birisi çıkmaya kalktığı zaman öbürü de onu oradan aşağı çeker. Restoran sahibinin ayrıca kapak için para ödemesine gerek yok. Bizim o kadar ileri seviyede startup’larımız, girişimci çocuklarımız var ama kamu algılamadığı bir sisteme asla geçit vermiyor ayrıca, en büyük düşman toplum. “Yapamazsın” diyor.

 

O zaman vasatların ortaklığıyla, niteliklinin birbiri ile dövüşü arasındaki bir mücadele.

Evet. Tutarlı bir vasatlık var. Mesela ben hatırlıyorum, eğitim sisteminde Pi sayısını vasati 3 alabilirsiniz derlerdi. Şimdi 3 aldığın zaman şu oluyor, lavaboya bile gidemezsin. Yörüngeye çıkmak için virgülden sonra 22 hane gerekiyor. 3,14 aldığın zaman bile ancak 4 işlemle kalıyorsun. Vasatları yücelttiğiniz zaman vasat ölümcül ortalamaya dönüşüyor. Çünkü pek çok vasat bir araya gelince ileri zekâyı geri çekiyor. Zeki ve yeteneklileri de aşağıya çekiyor. Onun için “Niye ihracatımdan kazanamıyorum?” diye şikayet etmeyeceksin. “Elin oğlu kilogramını 3,5 – 4,5 dolardan satarken ben niye 1,5 dolara sıkışıp kaldım?” demeyeceksin. Çünkü senin iyilerin niteliklerini doğrayan bir sistemin var. Onları alıp yücelttiğin zaman onların peşine takılıp gidebiliyorsun. Eğitim sistemi 15 yılda 17 kere değiştirilen, 5 yılda 7 kere seçim yapan, son 1 yılda 3 tane sandık kuran bir ülkeyiz…

 

Türkiye’nin gündeminde çok değişik konular var. Doğu Akdeniz’de bizi sıkıştıran bir siyasi yapı, öbür tarafta Rusya Amerika arasına sıkıştığımız S400, diğer tarafta Avrupa Birliği’nin yine yaptırımları var. Siyaseti duymak istemiyorum. Ekonomik olarak okuması var mı?

Var tabii. Akdeniz’i bütüncül okuyacaksınız. Ekonomi konusunda petrol sevkiyatı, Türkiye’nin enerji bağımlılığı ki, 3T ilkesi “transfer, tedarik ve tüketim” avantajlarını Avrupa’nın, Atilla İlhan’ın dediği gibi “Ben sana mecburum” noktasında Türkiye mecburiyeti okuyabilir ve yaratılacak olan ekonomiyle Avrupa anca oradaki enerji ile varlığını sürdürebilir diyebilirim. Ama öbür taraftan karmaşada yol alan dünyada Pasifik ve Atlantik arasındaki güç dağılımında Türkiye bir kritik eşikte duruyor. Şimdi orada S400’leri stratejik ortak olduğumuz Rusya, biz burada 10 gün boyunca canlı yayında hangi sorular sorulacak diye uğraşırken baktık ki Rusya Amerika gibi bize karşı rakibi ile iş birliği yapmış. Rum kesimi bize karşı, Yunanistan bize karşı, Macron bile. Mısır, İsrail. Şimdi bu kadar insanı bir anda karşınıza almış olmak sizin stratejik olarak bazı şeyleri gözden geçirmeniz zorunluluğunu getiriyor. Nedir o? Aynı anda bütün düşmanlarla savaşamazsın. Gücü anca bir cepheye koyabilirsin. 3-5 bin yılda savaş sanatlarından öğrendiğimiz şu ki, gücü cephelere dağıttığın zaman her cephede kaybedebilirsin. Şimdi bana göre Türk ekonomisi bir sıkıntıdan geçiyor. Biz aynı zamanda S400’ün yanı sıra Merkez Bankası’nın faiz indirimi 400 baz puan mı olacak konuşuyoruz. Yani S400 ile TCMB 400’ü aynı anda konuşuyoruz. Aynı şekilde Avrupa Birliği ile ilişkimizde yürümeyen ve gerçi yaptırımların bir önemi yok ama bizim de zihnimizi meşgul eden ve bu kadar dikkatimizi sağa sola dağıtmışken yeterince odaklanmadığımız Doğu Akdeniz var. Bana göre ekonomide bir tarafta durmalı bundan sonra ve diğer pek çok enflasyon, büyüme, vs. gibi çok temel argümanımız kendi içinde yürürken Doğu Akdeniz için bir stratejik akıl gerekiyor. Allah’a şükür eskisi gibi değil. Türkiye kötü müttefik yüzünden geliştirdiği pazularıyla beraber Ege, Akdeniz ve Karadeniz de aynı anda manevra-tatbikat yapabilecek güce sahip. SİHA, SİDA -insansız hava ve deniz araçları-  ve vurucu gücü ile beraber pazuları güçlendi. Artı teknik yetenek itibarıyla eskiden biz bir sıkıntı olduğu zaman Hora’yı oraya götürürdük, Hora bir diplomatik unsur gibi dolaşırdı ama şimdi orada nitelikli sondaj yapan cihazlarımız var. İki tane gemimiz var. Bunlar petrolü bulduğu zaman hemen şöyle okumaya başlıyorsun; S400 stratejik ortağımız orada karşımızda. Şundan dolayı karşımızda, eğer sen orada petrol çıkarırsan başka bir Türkiye’den söz ediyor olacağız. Çünkü artık Rusya’nın müşterisi olmayacaksın. Onun geliri düşecek ve denklemdeki Türkiye’nin ağırlığı yukarıya doğru gidecek. Peki Avrupa’ya ne oluyor dediğimiz zaman, Avrupa enerji güvenliği noktasında tamamen yönetemediği, menfaatleri doğrultusunda kendine göre şekillendiremediği Türkiye’yi dışarda bırakmak, ittifak kurabileceği ki ileri karakolu Yunanistan ile sponsor olduğu Rum kesiminin tezleri üzerinde Türkiye’yi sıkıştırmak istiyor. Diğer taraftan Amerika, “Türkiye batarsa okyanus taşar”ı fark etmiş durumda.

 

Taşar mı?

Türkiye batarsa okyanus gerçekten taşar. Yani bunu Türk olduğumuzdan, bu coğrafyanın önemi açısından söylemiyorum, dış okumalar da bunu gösteriyor. Nitekim Trump son açıklamasında, Türkiye’ye haksızlık yapıldığını vurgularken altında bir denge unsuru olarak Türkiye’nin bulunduğu noktanın stratejik önemini veriyor. Ama benim buradaki sıkıntım şu, işletmelerimiz ve patronları sadece dış politikayı ya da pek çok alanı kamuya terk edip, kredi- ticari faaliyetlerle gidebileceklerini ve şimdiki üretim gamı ve katma değerle var olabileceklerini düşünüyorlar. Bunu düşünen insanların sonunu görüyorum. Çünkü ISO 500’de 25 sene içerisindeki şirketlerin yarısı bugün orada yok. Gidenler katma değeri düşük olanlar.

 

Bundan sonra da gidecekler var mı?

Gidecekler.

 

İflasları görecek miyiz?

İflasları göreceğiz.

 

Daha büyük iflaslar mı?

Çok daha büyük iflaslar. İki sebepten. Klasik olarak nakit akışını yönetememenin getirdiği kolay para döneminden kazanılmış konfor alanları yüzünden ki, bunları anlıyorum. Bunlar her krizde olur. Ama şimdi başka bir şey geliyor. Değişen bir dünyada üretim modeli. Hem yönetişim modeli değişiyor hem üretim şekli değişiyor. “Endüstri 4.0” diyen var, “yeni ekonomik düzlem” diyen var. Tişört üreterek dünya liginde var olabilmeniz mümkün değil.

 

Kendi krizimizle dünyanın küresel krizini birbirine karıştırdık, okuyamıyoruz.

Evet. Başımıza daha önce geldi mi, geldi. Baş ettik mi, baş ettik.

 

O zaman daha rahattı.

Enteresandır, Türkiye sıkıntıya geldiği zaman çözüm üretebiliyor. Belki de bu dayanıklılığımız tarih sahnesinde ve bu coğrafyalarda bin yıl var olmamızın sebebi. Şimdiki çok katmanlı, çok boyutlu, çok taraflı bir kriz. Bu ortamda, (iş birliği ve iş bölümü) kurmay akıllarımızı işletmelerimize getirmeliyiz.

 

Kurmay akıl kaldı mı?

Var ama baskılanmış. Nepotizmi yukarı taşıdığınız zaman, kayırmacılığı, kan bağını ya da çıkar ilişkini koyduğunuz zaman akıl konusunda üstün olan insanlarımız coğrafyayı, kurumu, ülkeyi terk ediyorlar. Şu var, neyi beslerseniz onu geliştirirsiniz. Neyi konuşturursanız başınız oraya bağlanır, onu büyütürsünüz. Bizim konuştuğumuz konuları alt alta koyduğunuz zaman kafası son derece meşgul edilen ve pek çok anlamda dikkati dağıtılan bir ulus gibi duruyoruz. Ama dikkatimizi bir alana teksif ettiğimiz zaman, örneğin savunma sanayinde bunu yapmaya başladık. Neden, çünkü; yapmak zorundaydık.

 

Bu krizlerin yanı sıra dünya sanal parayı konuşurken, Merkez Bankaları mücadele ederken sanki dünyadaki tek ülke bizmişiz gibi davranıyor olmamız normal bir şey mi?

Değil. Dünyada Merkez Bankası anlayışı değişiyor. Bağımsızlık kavramını yeniden konuşuyoruz. Hiçbir Merkez Bankası bağımsız değil. Ülkesinin ekonomisine, vizyonuna bağlı ya da hükümetine. Bağımsızlık ya da bağımlılık yerine dünya ahenkten söz ediyor. Bugün Trump bile FED’le kavga içinde ama onu o görevden almak aklına gelmiyor. “Benle daha uyumlu ol, çünkü siyasi olarak hesap verecek benim” diyor. Aynı şekilde Cumhurbaşkanımız da diyor ama bunun bir ahenkle gidiyor olması gerekiyor. Türkiye gibi dışardan gelecek olan parayla ekonomisini çevirmek zorunda olan, büyümek zorunda olan ülke eğer kendi öz kaynaklarını geliştirmez, kendi enerjisini, zihin enerjisini, doğal kaynaklarını, faunasını, florasını, tarımını devreye sokmaz ise daima yabancının parasına ihtiyacı olduğu zaman Merkez Bankası’nı istediğin şekilde yönetemezsin. Onu kendi kuralları içerisine girmesi için çalışırsın çünkü bütün dünya sistemleri birbirine bağlı.

 

Bizim Merkez Bankası Başkanını görevden almak?…

Ona ben maliyet diyorum. Bu ülkenin, toprağın sahibi biziz. Buraya bu kadar şehit verdik kimse de bunu bizden alamaz. Ama tek başına evrende, gezegende yokuz. Pek çok insanla iş birliği, iş bölümü içerisindeyiz. Bunun içerisinde ilişkiyi nasıl kurduğumuz önemli. Sürekli cari açık veren, sürekli gelecek olan elin parasına muhtaç olarak ilişkini sürdürebilirsin. Ama uygarlığın taşrasındasın ve kural koyucu haline gelemezsin. 2011-2012’leri hatırlıyorum. Türkiye masa kuran, kural koyucu, ekonomide yükselen yıldızlarını dünyaya sevk eden bir ülkeydi. Ondan sonra başımıza pek çok şey geldi; 15 Temmuz, operasyonlar, kur atakları, vs. Ama sorun şu, bunlara karşı tedbir geliştirmediğiniz sürece bunlar yinelenebiliyor. Özellikle en son dünyanın ekonomik daralmaya gittiği bir ortamda biz paraları aldık, harcadık, 350 milyar dolar sadece betona gömdük. Bunun bir miktarını tarıma koysaydık belki gıda terörü yaşanmayacaktı ve domates, biber, patlıcan şeytan üçgeninin endeksler üzerinde hatta faizin üzerindeki baskısı azalacaktı. Başka bir unsur, dolar obezitesi dediğim kavram var. Hepimiz dolarla dolmuş durumdayız. Geçenlerde bir üniversitenin araştırma laboratuvarına gittim. Enzim araştırmaları, ekmeğimizin mayası döviz. Bu nasıl mümkün? Bu coğrafyalarda ekmeği bulan uygarlıklar içindeyiz.

 

Biz bunu yeni mi keşfettik? Daha öncede Türkiye kötü yönetildi. Ama her seferinde fevkaladenin fevkinde bir kötülükle karşı karşıyayız.

 

Para bolken, akarken doldur derler. Kusurlarınızı göremiyorsunuz. Düşünebiliyor musunuz yerli domates diye bir şey yok. Tohumu dolar, nakliyesi dolar, gübresi dolar, faizi dolar, aklınıza gelebilecek üretim zincirindeki her şey dolarken yerli ve milli domatesten söz edemiyorsan o zaman sen elin gıdasıyla toplumunu besleyemezsin. Elin silahı ile savaşamazsın, elin ilacı ile tedavi olamazsın, elin yönetim şekliyle de ülkeni yönetemezsin. Kendine özgü kodlarına dönmek zorundasın. Bu coğrafyada biz nasıl ayakta kaldık? Akıl insanlarımız, cesur insanlarımız ve yurt sever insanlarımız var. Şimdi kendi parana vereceğin değer başkasının vereceği değerin limitini oluşturur.

 

Bu romantizmi, bu kendi kendimize hikaye yazmayı sonsuza kadar sürdürebiliriz. Ama yani eyleme geçmek.

Bunu 100 yıl önce bir kere daha denedik. Sevr’i hatırlatmak istiyorum. Sevr’i hatırlayın, bir dikdörtgen Türkiye, şu toprak bile 100 yıl önce İngilizlerin elindeydi. Orada İngilizler bizi yönetiyordu. Ege kıyılarımız Yunanlılar, aşağıda İtalyanlar, Fransızlar, buradan Ruslar ve ortaya biz sıkıştırılmıştık. Biz buna itiraz ettik. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları dedi ki bu böyle olmaz. Bu vatanın misak-ı millisini çizdik. Şimdi bakıyorum aynı dikdörtgen içerisinde ekonomik Sevr’den söz edebiliriz. Finans birinde, gıda birinde, Telekom birinde, borsanızın yüzde 65’i yabancının elinde, bütün dış borçları işin içerisine koyarsak, topladığınız zaman 700 milyon dolar, neredeyse milli gelirimize yakın bir para kadar yabancıların burada varlığı var. Gafletin sonucu buraya gelmişken siz artık kendi silahınızı, kendi gıdanızı, kendi ilacınızı, kendi tohumunuzu üretmek için zorunlu bir noktaya geldiniz. Örneğin, nitelik ve nicelik konusunda tarım yeni bir yükselme alanı, bütün dünyada Türkiye’nin bu konuda inanılmaz şansı var. 40 tane ziraat fakültesi var. Her yıl 5 bin mezun veriyoruz ve bunlar içerisinden bitkiyi tanımayan, hocaların ayağına toprak, tarla çamuru değmemiş olarak mezun ettiği bu çocuklar bitkiyi tanımıyor ve biz bahçıvan arıyoruz. Neden bir tarım üniversitemiz yok? Ziraat fakültesini kastetmiyorum. Çin devlet başkanının 2035 vizyonunu dinledim. Diyor ki, 10 bin yıl sürecek yeni Çin Hanedanlığını başlattık. Bütün üniversitelerin, bütün Ar-Ge laboratuvarları bu ideolojiye hizmet edecek icat bulmak, teknoloji geliştirmek zorundadır. Şimdi böyle baktığımız zaman enerji üniversiten yok, tarım üniversiten yok. Güvenlik konusunda teknoloji üretecek üniversiten yok. 206 tane üniversite yerine bana göre bunları üretecek üniversite lazım. YÖK ile olmuyor. YÖK’ün bilimi yok eden yapısıyla yürümüyor. Finans kesimi cesaret veren, yatırımı teşvik eden yapı değil de teminat üzerinden eski kafa ile gidiyor. Size 100 Liralık kredi açabilmek için 206 lira ile 240 lira arasında teminat isteyen yapı ile Türkiye hangi yatırımları yapacak. Geldiğimiz nokta, bıçak kemiğe dayandı ve tam bu noktada ne yazık ki biz harekete geçiyoruz.

 

Bize yazık değil mi?

İyi haber başarıyoruz. Kötü haber yazık bize çünkü çok büyük maliyet ödüyoruz.

 

 

 

Paylaş