Vermek mi zor, almak mı kolay

 

 

ABD eski Başkanı Bill Clinton, “Giving: How each of us can change the world” (Vermek: Her birimiz dünyayı nasıl değiştirebiliriz) başlıklı kitap yazdı, geçtiğimiz haftalarda 750 bin adetlik ilk baskı satışa sunuldu, kitap anında en çok satanlar listesinin başına oturdu. Nesi daha çok ilgi çekti bilmem, ben başlığa ve bana anlattığına takıldım: Vermek!

 

Clinton siyasetin bir “alma/elde etme” işi olduğunu söylüyor. Sanırım bu yüzden almayan yok, vermeyen çok. Clinton, Başkanlık öncesiyle sonrası arasında denge kurmak istemiş. Anlaşılan yeterince aldım, “vermeliyim” diyor… Başkanlıktan ayrıldıktan sonra kurduğu Clinton Vakfı dört alanda faaliyet gösteriyor: Sağlık, ekonomik yetkinlik, lider geliştirme,  farklı ırk/etnik/din arasında uzlaşı.

 

Clinton herkesin verebileceğini iddia ediyor: “Siz de verebilirsiniz”. Sözkonusu bir Amerikan Başkanı olunca insan çelişki içinde kalıyor. Eleştirenler Başkanlık sonrası altı yılda yalnızca yaptığı konuşmalardan 46 milyon Dolar kazandığına dikkat çekiyor. Bazıları da servetini borçlu olduğu yerler ve insanlara günah çıkarırcasına yardım yapmasının bir şey değiştirmeyeceğini, zengini zengin fakiri fakir kılan düzeni değiştirmek gerektiğini söylüyor: “Sadaka değil adalet istiyoruz.”

 

Amerikan Başkanlarında görev sonrası yardımseverlik moda olmalı. Ya da alacağını alan vermeye başlıyor. Kefenin cebi yok. Bu bile bir şey… Örneğin, Jimmy Carter 1982’de Atlanta’da kendi adını taşıyan bir vakıf kurdu, özetle, dünya üzerinde demokrasiyi yaymak, çatışmaları önlemek, arabuluculuk yapmak ve seçimlerde gözlemcilik yapmak üzerine çalışıyor. Merkez, aynı zamanda küresel sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi, Gine Kurdu, sıtma gibi hastalıklarla mücadele ediyor. Dünya çapındaki birçok krizde arabuluculuk görevini üstlenen Carter, 2002 yılında bu konudaki katkılarından dolayı Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.

 

Diyeceksiniz ki, Nobel Amerikalılarla “Barış” içinde: Theodore Roosevelt (1906), Woodrow Wilson (1919), George Marshall (1953), Henry Kissinger (1973) ödül aldılar. Son Nobel Barış Ödülü geçtiğimiz hafta Al Gore’a gitti. Nobel Komitesi, iklim değişikliklerinin insanlığı tehdit eden ciddi bir sorun olduğunu, Gore’un konuyu erken teşhis ettiğini ve uzun zamandır mücadele veren bir çevreci olduğunu, siyasal faaliyetlerinin yanı sıra film ve kitaplarıyla ödüle layık görüldüğünü açıkladı.

 

Nobel’de torpil işliyor mu? Bilmiyorum. Hadi diyelim Nobel Amerikalıları kayırıyor, diyelim bizimkilere de haksızlık yapılıyor. Ehh soruyorum o zaman, hangi siyasetçimiz oy alma kaygısı taşımadan, nereye bir ağaç dikmiş gösterin. Türk siyasetinin son 20-30 yılına damga vuran başbakan ve cumhurbaşkanlarını gözden geçirdim. Dilerseniz siz de bakın, yanılıyorsam bana yazın. Çocuklara arabasının bagajından çıkardığı sponsor çikolata, çiklet verenden başkasına rastlamadım. Düzgün işleyen bir vakıf, sürdürülebilir/sürekli ve bir amaca yönelik bir çalışma yok… Hırs var ama!.. Halka hizmet için yarattığımız diğer bir ifadeyle “vermek” için kendi ellerimizle oluşturduğumuz siyasette başarı performansı, “ne aldığın ve ne kadar aldığın”la ölçülüyor.

 

Bizler, “Almadan vermek Allah’a mahsustur” cümlesiyle büyüdük. Anlıyoruz ki, “vermek”, bu dünyadaki vatandaşlık görevlerimiz arasında değil, bu dünyada “almak” vazifesini yerine getiriyoruz. Güzel bir deyiş daha var: “Bal tutan parmak yalar”. Düşünsenize Ankara’ya giden herkes parmaklarını yalıyor. Dini emellerimize alet ederken utanmak şöyle dursun korkumuz da yok.

 

Bugün referandum var. Yine istiyorlar! Ne vereceklerini söyleyemiyorlar: “Sen şimdi ver bana, ben da Allah izin verirse öbür dünyada veririm sana!“

 

“…istendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat
istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlıdır.

ve cömert olan için, verecek kimseyi aramak,
vermekten daha fazla sevinç getirir.”

Lübnan asıllı ressam, şair ve filozof Halil Cibran’ın “Ermiş” adlı kitabından.

Paylaş