Uzun uzun kavaklar

 

 

Ben bu yazıyı 10 Kasım günü yazıyorum. Duygularımı hüzün ve yılgınlık diye özetleyebilirim. Hüzünlüyüm çünkü havanda su dövüyoruz. 10 Kasım 2005 tarihinde  Cumhuriyet’in kurulduğu günlerde bile yapılmayan tartışmalarla zaman yitiriyoruz.

 

Bu yazıyı yazmadan önce, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimlerini aktardığı Nutuk’u bir kez daha okudum. Size de tavsiye ederim, yine okuyun ve okutun.

 

Bazılarımız onu putlaştırdı, duvara astı, körü körüne bağlandı, söylediklerini ezberledi. Ama bir kelimesini bile anlamadı. Bazılarımız ondan çıkarlarına dokunduğu için nefret etti. Kulaktan dolma bilgilerle kötüledi ama tam olarak niye kötülediğini bilemedi. Hangi kampta olursak olalım çoğumuz onu anlamadı. Anlamaya da çalışmadı. Zaten biz neyi anlamak için zahmet ettik.

 

Ben ilkokula giderken 10 Kasım’ları şiir ezberleyerek, küçük Mustafa’nın kargaları nasıl kovduğunu anlatarak kutlardık. Mutsuz… Bize Mustafa Kemal’i anlatanlar da onu anlamamışlar. Anlamış olsalardı, neşeyle ve sevgiyle anmamıza izin verirlerdi. Görevimizi yapalım mantığıyla solmuş yapraklarla bezenmiş kara karton üzerine yapıştırılmış bir Atatürk resminin ya da büstünün önünde düzenlenen törenlerle anmazdık.

 

10 Kasım benim için bu yıl daha anlamlı. Çünkü, siyasi hedefleri doğrultusunda önüne gelen her konuyu dine alet eden bir hükümet tarafından yönetiliyoruz. Avrupa’da yaşanan terör eylemlerini dahi türbana bağlayabilme cesaretini göstererek, kendi insanını birbirine kırdırmayı göze alacak kadar tahrikkar bir yönetim… Geçmişte milliyetçiliğe de solculuğa da böyle yaklaşanlar olmuştu. Hepsi tarih oldu.

 

Nutuk gün be gün yaşananları anlatan, zorlukları ifade eden, atılan adımları gerekçelendiren açıklamalı bir tarih kitabı. Nutuk’u okumak ve anlamak gerek. Ezberlemek değil. Tapınmak hiç değil.

 

“1919 yılı Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş şuydu: Osmanlı Ordusu her yerde yara almış, koşulları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmıştı. Ulusu ve ülkeyi Dünya Savaşı’na sürükleyenler, kendi canlarının kaygısına düşerek yurttan kaçmışlardı. Padişah ve Halife olan Vahdettin, yalnızca kendini ve tahtını koruyacak önlemler araştırmaktaydı. Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümet yalnız Padişahın isteğine bağımlı durumdaydı. İtilaf devletleri ateşkes antlaşması hükümlerine uymaya gerek görmüyorlardı. Donanmaları ve askerleri İstanbul’daydı. Adana Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep İngilizlerce işgal edilmişti. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon’la Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyordu. Yunan ordusu İtilaf devletlerinin onayıyla İzmir’e çıkarılmıştı…”

 

O günler geçmiş. Cumhuriyet kurulmuş… Şimdi Cumhuriyet yıllarından bir anı paylaşacağım; …Ankara Palas’ta Cumhuriyet Balosu heyecanı yaşanıyor. Atatürk de baloda. Dans eden genç bir çift dikkatini çekti. Danstan sonra yanına çağırdı ve hangi okullarda okuduklarını sordu. İki genç bir yabancı okulun adını verdi. Sohbet ilerleyince Atatürk “Milli Mücadele ve Türk İnkılabı” üzerine sorular sordu. Öğrencilerin yanıtı, “Atam bize okulda yalnızca Fransız İnkılabı okutuldu” şeklinde oldu. Atatürk üzüldü ve “Siz Milli Mücadele ve Türk İnkılaplarına katılmamış olabilirsiniz. Yaşınız buna uygun değil. Fakat bu mücadeleye katılmış olanlarla burada eğlenebilmeniz için bu işlerin nasıl yapıldığını mutlaka bilmelisiniz” dedi. Yaverine döndü ve “Bayanla bayı evlerine götürsünler. Derslerine çalışacaklar” diye emir verdi…

 

Ya hala Atatürk fotoğraflarını kara karton üzerine yapıştırıyor, iki şiir bir şak şakla savuşturuyoruz. Ya hala Fransız Devrimini Kurtuluş Savaşı’ndan daha iyi ezberleyen çocuklar yetiştiriyoruz. Ya da O’nun kafir olduğunu öğrettiklerimiz var, onlar adını bile ağızlarına almıyor.

 

Yaşasaydı eminim “Beni anmayın, anlayın yeter” derdi. Sevgili öğretmenler size çok iş düşüyor. 1923 yılında Mustafa Kemal, Türkiye’nin insan kaynaklarını sizlere şu sözlerle emanet etmiş; “Memleketi ilim, kültür, iktisat ve bayındırlık sahasında da yükseltmek, milletimizin her hususta pek verimli olan kabiliyetlerini geliştirmek, gelecek nesillere sağlam, değişmez ve olumlu bir karakter vermek lâzımdır. Bu kutsal amaçları elde etmek için savaşan aydın kuvvetlerin arasında öğretmenler en mühim ve nazik yeri almaktadırlar.”

 

Bugünü öylesine iyi görmüş ki… Üniversiteden mezun olup iş bulamayan binlerce genci o günden kurtarmak istercesine 1931 yılında şöyle seslenmiş; “İlk ve orta öğretim mutlaka insanlığın ve medeniyetin gerektirdiği ilmi ve tekniği versin, fakat o kadar pratik bir tarzda versin ki, çocuk okuldan çıktığı zaman aç kalmaya mahkûm olmadığına emin olsun.”

 

Kimse dinlemedi belli ki, sanayiden kopuk üniversite, akademiden kopuk ekonomi… Akademisyenleri yok sayan hükümet… Liseden bozma üniversitelerden mezun olup iş bulamayan gençlik.
Ey Türk gençliği! Birinci ödevin Türk bağımsızlığını ve Türk Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar korumak ve savunmaktır. Türk gençliğinin bundan haberi var mı acaba? Nasıl olsun, gençliği “muhbir” olarak yetiştiriyoruz. Onlar birbirlerini ve başkalarını ispiyonlarken bu ülkeyi düşünecek zaman bulamayacaklardır.

Paylaş