Uyan Artık Sabah Oldu?

Korkuların en büyüğünü yaşamak… Acıların en büyüğünden geçmek… Olabilecekleri önceden sezmek… Bilimsel raporlar okumak… Birbirinden korkunç ve gerçeğe yakın filmler izlemek… Hiç birinin faydası yok! Oldu mu söyleyin. Hayır. Olunca canımız yanıyor. Ama daha ne olması gerekiyor? Merak etmeyin bir tek size değil, kendime de soruyorum bu soruları. Haydi, uyanalım artık. Daha da geç olmadan.

ABD Başkan Yardımcısı, kuzey eyaletlerden birinde yer alan önemli bir üniversitede oldukça kalabalık bir kitleye hitap etti. Konuşma çok başarılı geçti. Diğer ülke televizyonları da konuşmadan alıntılar yaptı, yabancı gazetelerde haber oldu. Başkan Yardımcısı, onun yardımcıları mutlu ve mesuttu.

Tam 11 gün sonra, 20 yaşında genç bir kadın hastaneye, ateş, baş ağrısı, kas ağrısı gibi şikayetlerle geldi. Doktor, kadını kontrol ettikten sonra, aspirin türevi ilaçlar verip, hastayı biraz dinlenmek üzere evine gönderdi. “”Bol bol uyu ve sıvı al”” demeyi de ihmal etmedi.

İki gün sonra genç kadın yine hastaneye geldi. Bu kez ölüm kalım savaşı veriyordu. Ne olduğu tam olarak anlaşılamadı. Hastane, ikinci vak’ayı da kısa bir süre sonra konuk etti. İkinci kişi üniversitede müstahdemdi. Başkan Yardımcısının konuşmasından sonra konferans salonunu temizlediği öğrenildi.

Sıradan gibi gözüken büyük bir olay bu şekilde başladı.
Aynı gün akşam saatlerinde hastane laboratuarı her iki hastanın da aynı bulaşıcı hastalığa yakalandığına karar verdi.

Virüs bilinen bir virüs bilinen bir hastalıktı. 1977 yılında tespit edilmiş virüse ait örnekler Atlanta ve Sibirya’da kilit altında muhafaza ediliyordu. Yetkililer virüsün çalınmış olmasından kuşkulanmaya başladı. Biyolojik terör olayı olma olasılığı gittikçe kuvvetlendi. Bilinmeyen bir grup kişi, virüsü, konferans salonuna bilinçli bir şekilde sokmuştu.

Yukarıda sözü edilen olay henüz yaşanmadı. 1999 yılının şubat ayında John Hopkins Sivil Savunma Merkezi tarafından düzenlenen bir biyolojik terör simülasyonunda yaşanıyormuş gibi yapıldı.

Simülasyon Cyristal City, Virginia’da gerçekleşti, tam sekiz saat sürdü. Simülasyona, toplum sağlığı uzmanları, askeri yetkililer ve hukukçular katıldı.
İşte simülasyondan bazı notlar:

ABD Başkan Yardımcısının konuşmasını takip eden iki ay içinde dünya genelinde 15 bin kişi hayatını kaybetti. Salgın 14 ülkeyi etkisi altına aldı. Virüsün aşıları tüketildi. Yenilerinin üretilmesinin yıllar alacağı görüldü. Dünya ekonomisi çok ciddi zarar gördü. Hükümetler, bulaşıcı hastalığın ülkelerine sıçramasını önlemek amacıyla sınır kapılarını kapattılar. Özellikle de Amerikan vatandaşlarının ülkelerine girmesi kesinlikle yasaklandı.

Konuşmanın yapıldığı 2 milyon nüfuslu kasabada sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Diğer kentlerde de askeri birlikler benzeri önlemler aldılar. Bazılarında yönetim tamamen askeri birliklere geçti.

Tüm bilim adamları seferberliğe çağrıldı. Yapılan çalışmaların sonucu ne yazık ki pek de parlak günler vaat etmiyordu. Bilim adamlarının tahminine göre gelecek 12 ay içinde dünya genelinde 80 milyon insanın bu salgın hastalığın pençesine yakalanıp ölmesi bekleniyordu.

Simülasyon sona erdiğinde katılımcılardan biri ayağa fırlayıp, “”Beceremedik. Her şey kontrolden çıktı. Ne yaptıysak, ne tür planlar kurduysak olmadı, olmadı işte! Bu galiba gerçeğin ta kendisi!”” diye bağırdı.

SİZCE GERÇEK HANGİSİ

Yukarıdaki simülasyonu Foreign Affairs Dergisinin Ocak-Şubat 2001 sayısından aldım. Biyolojik Terör Kabusu başlıklı makalenin yazarı Pulitzer ödüllü Laurie Garrett.
Bu yazıyı yazmadan önce, her zaman yaptığım gibi tüm haber kanal ve portallarını dolaştım. Gazeteleri taradım. Bir tane haber ilgimi çekti:

“”Bilim adamları, ABD’de yeterli miktarda aşı ve antibiyotik bulunmadığını ve sağlık fonlarına önem verilmediğini söyledi.”” Spot böyleydi. Haberin devamında bir bilim adamına atıfta bulunuluyor ve kısaca biyolojik saldırının düşmanca eylemlerin en korkuncu olduğu söyleniyordu.

Şunu anlamak gerekiyor galiba; “”New York ve Washington’u vuran terör bir şey değil, siz bir de biyolojik terörü görseniz…””

Halen dünya üzerinde Irak, İran, Suriye, Libya, Çin, Kuzey Kore, Rusya, İsrail, Tayvan’da, büyük olasılıkla, Sudan, Hindistan, Pakistan ve Kazakistan’da biyolojik silah bulunduğu biliniyor. Amerikan ve Avrupalı istihbarat örgütlerinin verdiği bilgiye göre, bu ülkelerin yanı sıra bazı terör örgütlerinin de biyolojik silah üretebildiğini, bazılarının üretecek kapasiteye çok yakında kavuşabileceği tahmin ediliyor.

Ben biyolojik silaha sahip ülkelerin listesine bakınca ne diyeceğimi bilemedim. Türkiye Doğu ile Batı’nın tam ortasında muhteşem coğrafyasıyla diye başlayan konuşmalar aklıma geldi bir tek…
Batıyla Doğunun sentezi gibi klişeleri artık bir kenara bırakmakta fayda var, Türkiye her türlü terör olayının tam göbeğinde bir yerde.

NE ÜRKÜTÜCÜ!

Biyolojik terörün tarihi gelişimine bakınca 1950′li hatta 1940′lı yıllarda sözü edildiği ama bilimkurgu gibi algılandığını görüyoruz. Biyolojinin yıllar yılı pek de parlak öğrencilerin bulunduğu bir bölüm olarak algılanmadığını biliyoruz. Özendirilemediğine şahit oluyoruz. Pek çok kişinin bu bölümü tesadüfen okumaya karar verdiğini söylüyor yetkililer.

Ne büyük yanılgıymış meğerse… 1990′ların sonu biyolojinin altın yıllarına geçiş sağladı. Dünya üzerinde en kıymetli insanı kaynağı neredeyse. Bir yandan insanın genetik kodu çözülüyor diğer taraftan virüslerin…

Biyolojide hızlı ilerlemeler yaşanırken, ortaya çıkan gerçekler Batılı bazı ülkeleri kırmızı alarm durumuna geçirdi. Bazı Batılı orduların, biyolojik bir savaşa karşı çeşitli önlemler aldığını biliyoruz. Bazıları askerlerini aşılıyor, bazıları olası bir saldırıya karşı anti toksinler ve iyileştirici antibiyotik stoku yapıyor. Depolarda duran maskeler, özel giysiler de cabası… Gelişmiş ekonomilerin silahlı kuvvetleri, konuyla ilgili gerekli alet edevata sahip ve virüs geldiğinde geldiğini haber alabilir durumda.

Size bir çarpıcı örnek daha. Biyolojik silahlara karşı savaş çok pahalı. Amerikan ordusunun Körfez Savaşı’nda kullandığı özel giysiler, savaştan çok sonra yapılan bir açıklamaya göre hatalıydı. Özellikle Körfez Savaşı’nda kullanılan, hatta bir biyolojik savaşa karşı hala kullanılmak üzere bekleyen giysilerde defo var. Amerikan ordusu için 1990′lı yıllarda satın alınan özel giysilerin en az yüzde beşinin hiçbir koruyucu özelliği yok. Uzmanlar bu gerçeğin, diğer giysilerin güvenliği konusunda da önemli soru işaretleri yarattığını söylüyorlar.

NE OLACAK ŞİMDİ?

Bilen varsa öne çıksın.
Bunca para harcayıp her türlü yatırımı yapanları, binicilik ya da golf gibi pahalı sporları yapmaya karar veren kişilere benzetiyorum. Hayatında ata binmemiş olsa da, tek bir topa henüz vurma şansı yakalamamış olsa da, ilk derste mutlaka her türlü donanıma sahip, en pahalısından giysilerle gelenlere benzetiyorum.
Neden mi?

New York’un simgesi ikiz kuleleri vuran canlı bombaların olabileceğini biliyorduk. Filmlerde daha korkunçlarını bile izlemiştik. Pentagon Hollywood yapımlarında sayısız kere saldırıya uğramadı mı? Bu ve benzeri konularda dünya kadar para harcanmadı mı? Peki ama sonunda ne oldu? İkiz kulelerin enkazında hayatını kaybedenlerin kesin sayısı hala bilinmiyor.

Unutmayın olay, dünyanın en zengin devleti, bir süper gücün başına geldi. Bizim ya da bir başka ülkenin başına değil. Onların hazırlığı, türlü senaryoları olduğu söyleniyor. İşte hazırlığın da işe yaramadığı anlardan biri.

Bilanço yüksek, korku dorukta. Çaresizlik, daha kötülerinin olabileceği fikri hepimizi ürkütüyor.

DAHA HİÇ BİR ŞEY GÖRMEDİK

Hafta içinde dünyanın önde gelen çokuluslu firmalarından birinde toplantıdaydım. Havadan sudan konuşulan giriş bölümünde ben, dünyanın hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağı konusunda ahkam yürüttüm. Yani yaşadığımız günlerin altını çizdim. Buna karşılık birisi de “”Hayır ben böyle olduğunu sanmıyorum. Her zaman söylediğimiz bir şey bu. Heyecan ve korkudan biraz böyle hissediyoruz. Her şey sona erdiğinde ve toz duman kalktığında hayat normale dönecek.””

Belki o haklı. Ama ben ısrarlıyım, hayat eskisi olmayacak. Simülasyonlar, hayata geçmeye başladı. Ve biz kafamızdaki hazırlıkları eyleme geçirmekte başarılı değiliz. Biliyoruz, bekliyoruz… Oluyor!
Kavramlar değişiyor. Biz aynı yerde oturuyoruz, hayatımız bildiğimiz konular üzerinde değişime uğruyor. Yeni dünya eşittir eski gerçekler, yeni teknoloji ve bilmediğimiz kavramlar.

Ve yeni bir öğrenme süreci.
Yazının girişinde alıntı yaptığım simülasyonun ardından bilim adamları bir başka gerçeği daha keşfettiler. Stok yaptıkları virüs, anti vürüs ve diğer maddelerin bayatladığını ya da bayatlayabileceğini yani kullanılamayacak hale gelebildiğini fark ettiler. Simülasyona konu olan virüs Atlanta’da kristaller haline dönüştürülmüş yani donmuş olarak muhafaza ediliyordu. Havası alınmış, cam tüplerde. Tüpler, üzerinde metal kilidi olan lastik kapaklarla muhafazaya alınmıştı.

Araştırmacıların uykusunu kaçıran görüntü ise, tüplerden birçoğunun bırakıldığı şekilde durmadığı gerçeğiydi. Sonuç, istediğiniz kadar stok yapabilirsiniz ama aşıların pek çoğu insanlar üzerinde kullanılamayacak duruma gelebiliyor. Bilim adamları stoklara güvenmiyor anlayacağınız.

Bilimsel makalelere en fazla konu olan dehşet saçan virüslerin ne olduğunu biliyor musunuz? Ya da şöyle sorayım, siz bunların adı sanı duyulmamış virüsler olduğunu mu sanıyorsunuz. Hayır.

Bildiğimiz virüsler. Örneğin anthrax diye anılan ve koyun ve büyük baş hayvanlara musallat olan bir hastalık… Diğeri, çiçek hastalığı. Evet, yanlış okumadınız. Kabakulak, kızamık bile olabilir. Bir çeşit grip, bir tür besin zehirlenmesi… Aklınıza ne gelirse. Halen dünyanın en zayıf noktası çicek hastalığı. Çicek hastalığı aşısı stokta bulunsa bile, herkese yetecek kadar değil. Hastalığın teşhis edilme safhası ise başlı başına bir sorun. Bilim adamlarına göre bir terör grubunun bulaştırmayı kafaya koyduğu hastalık, tanımlanıp, bir terör örgütünün işi olduğu anlaşılana kadar dünya üzerinde binlerce-milyonlarca insana bulaşabileceği tahmin ediliyor.

Tahminlere göre anthrax mikrobunun 100 bin kişilik bir kente verilmesi halinde ölüm bilançosu 5 bin kişi.

Peki, bir biyolojik terör saldırısının bilançosu yalnızca sağlık sorunları mı?
Hayır, her şeyden önce panik. Borsanın düşmesi, ekonomilerin allak bullak olması. Çok hızla ve kontrolsüz yayılması. Çaresizlik. Umudun kaybolması. Saymaya devam edeyim mi?
Ne gerek var.

Ne yapılabilir diye soruyorsunuz. Bilinç düzeyini simülasyon düzeyinden yukarıya çekmek. Biliyorum, “”Bizim ülkemizde simülasyon bile yapılmıyor””diyorsunuz. Kimsenin alternatif senaryolar üretmediğini hatırlatmak istiyorsunuz.

Tamam tamam hepsini biliyorum. Ama çaresiz oturacak halimiz yok. Geç kalmış olsak da bireysel bilinçlenmenin önemine inanıyorum. Bu ve benzeri konular bizi yönetenlere teslim edilemeyecek kadar önemli. Hayatımız söz konusu.

Bizi yönetenlerden yükselen “”Gelip bizden terörle mücadele etmesini öğrensinler. Biz onlara ders verelim”” seslerine sanırım kargalar bile gülüyordur.

Şimdi ayakları sağlam bir şekilde yere basmanın zamanı. Bu yalnız bizim ülkemizde değil, gelişmiş ekonomilerde bile hafife alınan, alındığı, yaşanan olaylardan sonra kanıtlanmış bir durum. ABD 2000 yılı bütçesine toplum sağlığı için ayrılan para 8.4 milyar dolardı. Ancak daha sonra yapılan açıklamalara göre, bu paranın ancak yüzde 3.4′ü toplum sağlığı için kullanıldı.

Bireysel bilinçlenme, yöneticilere soru sormak, harcanan paraların hesabını istemek, hayatımızla ilgili aldıkları kararları tartışmanın zamanı. Bireylerin kendi hayatlarına sahip çıkması gerek.

İkiz kulelerin yıkılmasını beklemek hataydı. Biyolojik silahlara karşı çaresiz olduğumuz fikrine karşı, korkuya kapılmak da hata olur.

Haydi, şimdi yüksek sesle düşünme zamanı.
Fikir ve önerilerinizi bekliyorum.
Kendinize iyi bakın.

 

Paylaş