Piyango Hayatlar

Yaşam bir yatırımdır, piyangodan çıkmaz. 2050′de 9 milyarı geçiyoruz. Hızla ürüyor, pisipisine ölüyoruz. Çoklukla değil, nitelikle ölçülüyoruz ama yine de tombaladan çıkmış gibi yaşıyoruz.

Ne yalan söyleyeyim bazen kendimi bile şaşırtan şeyler yapmayı beceriyorum. Son olarak, acaba daha başımıza neler gelebilir diye merak ettim. Hayal gücüme de güvenmedim. Eminim tarih, eşi benzeri olmayan gelişmelerle doludur diye düşünüp, “”Tarihte Bu Ay”” araştırması yaptım.

Ekim ayının bilançosu hafife alınır gibi değil. Sayfalar dolusu. Sanırsınız her şey Ekim ayında olmuş.
Niye mi Ekim… Daha niye olsun. Siz bu Ekim’den memnun musunuz?

Eylül ayında durduk yerde binlerce insan öldü. Ekim ondan geri kalır mı? Durduk yerde savaş çıkmadı mı? Sanki her şey çok iyi gidiyormuş gibi, bir de savaş darbesi yemedik mi? Sanki hükümet bizi çok iyi yönetirmiş gibi, başımıza bir de yönetilmesi gereken uluslar arası ilişkiler çıkmadı mı? Acaba ABD, Irak’ı vurur mu diye kara kara düşünmeye başlamadık mı? Borsa daha ne kadar düşebilir diye endişelenmiyor musunuz? IMF ek borç verecek mi diye meraklanmıyor musunuz? Acaba hükümet düşer mi diye kendinize sormuyor musunuz? Cumhurbaşkanıyla koalisyon ortakları yine kapışırlar mı diye korkmuyor musunuz?

Tarihte Ekim ayında olan bitenden birkaç başlık vereyim:
Örneğin, iki Almanya Ekimde birleşmiş. Mısır eski Devlet Başkanı Enver Sedat Ekim ayında suikast sonucu öldürülmüş.
1994 yılında; Nobel barış ödülü Ekim’de, FKÖ lideri Yaser Arafat, İsrail Başbakanı İzak Rabin ve Dışişleri Bakanı Şimon Perez arasında paylaştırıldı.
Ne anlamlı değil mi? Ödülünü aldılar ama barış yok.
İlk Türk Tugayı Ekim ayında Kore’ye çıktı.
Birleşmiş Milletler Ekim ayında kuruldu.
Cumhuriyeti Ekim ayında ilan ettik

Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla ilgili protokol Londra’da Ekim ayında imzalandı.
DOKUZ MİLYAR ADAM
Ekim… sayfalar dolusu uzuyor. Ben cımbızla seçtim. Ekimden söz etmek istediğim seçmece başlıklar bunlar değil yalnızca. Bütün bunların arasında bir gün var ki, bana kalırsa çok önemli.

Dünya Nüfus Günü. Evet, biliyorum, umurunuzda olmayan bu gün de, Ekim ayında kutlanıyor. Kime ne değil mi? ABD Nüfus Bürosu tahminlerine göre, 2050 yılında dünya nüfusu 9.1 milyara; Türkiye nüfusu 86.5 milyona ulaşacak.

Yıllar önce Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu yayınlarından birinde şu cümleyi görmüş ve etkilenmiştim: “”Hayat bir yatırımdır, piyango değil””
Cümleyi birkaç kez okuyun Kafanıza yine de dank etmezse, pisipisine ölenleri anımsayın, ölmekte olanları… Çocukları…

Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu dünyanın bazı coğrafyalarında, insanların tombaladan çıktığını düşünmemek için hiçbir neden yok. Öyle gelmiş, öyle gidiyor. Alt tarafı can bu. Allah veriyor, birileri alıyor. Ne feci bir şey bu!

Tesadüfen gelmiş dünyaya, aynı şekilde çıkıp gidiyor aramızdan. Tesadüfen gelmiş, ot gibi yaşamış, varlığından haberimiz olmamış, hiçbir şey vermemişiz, ilgilenmemişiz ama o can taşımış sonra yine bizim ilgilenmediğimiz bir an, başına bir kurşun isabet etmiş, bulunduğu yere bomba düşmüş, kaçarken yakalanmış, çalışırken binasına uçak çarpmış… Açlığa daha fazla dayanamamış, karşıdan karşıya geçerken ezilmiş, kaza kurşununa kurban gitmiş… Milyonda bir rastlanan bir hastalık onu bulmuş…

 

2050′DE 20NCİ SIRADAYIZ
Hindistan, 2036 yılında Çin’i geride bırakacak. Halen nüfus sıralamasında 16ncı olan Türkiye 2050′de 4 basamak gerileyerek 20nciliğe inecek. Türkiye’yi 2002 yılında Etiyopya, 2009′da İran, 2013′de Kongo, 2048′de Suudi Arabistan, 2049′da Tanzanya geride bırakacak. Türkiye de 2032 yılında Almanya’yı geçecek. Başta Rusya, Japonya, İtalya, Ukrayna, İspanya, Polonya olmak üzere 41 ülkenin nüfusu 2001-2050 arasında azalacak. Bulgaristan nüfusunun yüzde 41.9′unu kaybedecek ve dört buçuk milyonun altına inecek.

ABD Nüfus idaresi nüfus artışlarında acaba yalnızca normal doğum ve ölümleri mi göz önünde bulunduruyor yoksa onlar da tarihe dönüp yaşananlara bakıyorlar mı? Merak ediyorum doğrusu… Kim bir anda binlerce insanın öleceğini düşünür. Kim ansızın savaş çıkacağına ihtimal verir.
Halen dünyada yılda 131,6 bebek dünyaya geliyor, 55 milyon kişi ölüyor. Dünyada saniyede 4.2 bebek doğuyor; 1.7 kişi ölüyor; nüfus 2.4 kişi artıyor.

Türkiye nüfusu, 2045 yılında 86 milyon 739 binle zirveye çıkacak, bu tarihten sonra gerileyecek.
Nüfus rakamlarına niye bu kadar merak sardım. Dünya nüfus günü üzerine uzun uzun yazmak niye… Sanki yazacak başka şey yok. Laf olsun torba mı dolsun?

Nüfus, ekonomik, sosyal, siyasal alanlarda yaşanan sorunların kaynağı olduğunu kadar bu kategorilerde yaşanan avantajların da nedeni olabilir. Yoksulluk, beslenme, kötü sağlık şartları, erkek-kadın ayırımı, eğitim eşitsizliği, kontrolsüz artan nüfusun yarattığı sorunlardan bir kaçı. Nüfus arttıkça onlar da artıyor ve ciddileşiyor.

Dikkat ederseniz, nüfustaki artışın tetiklediği dezavantajlar klasik sorunlar. Bunlar bildiğimiz şeyler. İlgilenmesek de birilerini bir yerlerde konuşurken duyduğumuz konular. Geyik muhabbetlerinin vazgeçilmez kaynağı…

En büyük geyik, yıllarca Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında bir köprü vazifesi görmesiydi. Çok önemli bir ülke olduğumuzu söyledik çünkü bizden başka Doğu ile Batı arasında köprü yok dedik. Ama köprünün altından çok sular geçti fark etmedik.

İkinci geyik; Türkiye çok genç bir nüfusa sahip. Hiçbir Avrupa ülkesinde yok. Dünya bize imrenerek bakıyor.

 

SORMAZLAR MI ADAMA
“”Türkiye köprü olmuş da ne olmuş?”” diye…
Türkiye’nin genç nüfusu olmuş da başı göğe mi ermiş…
Yakın zamana kadar bazı büyük büyük laf eden büyüklerimiz şöyle derdi: “”Türkiye genç bir nüfusa sahip olmanın, yeni teknolojiye yatırım yaparak iyi bir iletişim alt yapısına sahip olmanın avantajlarını kullanarak 2000′li yıllara girmektedir. “”
Neeee? Duyamadım!
Ben tercüme edeyim izninizle; memleketimde çok insan yaşamaktadır. Doğru.
Türkiye’de nüfus gençtir. Doğru.
İşsizlerin en büyük kısmı gençler arasındadır. Doğru.

Ülkemizde kelle sayısı fazla, bilgi sayısı ve bilgili sayısı azdır. Doğru… Türkiye’nin bilgi toplumu olma yönünde genel bir stratejisi yoktur. Devlet yeniden yapılanmamaktadır. Özel sektör yerinde saymakta ve izlemeyi tercih etmektedir. Kamu başına gelenlere şaşırdıkça şaşırmıştır. Politikacı debelenmektedir.

Türkiye’de her yıl 2 milyona yakın gebelik oluşuyor. Bunların 500 bine yakını istenmeden oluveriyor. Türkiye’de 19 yaşındaki her kadından dördü, ya anne ya da gebe. Kim takar bilgi toplumunu. İşte sana bilgi. Dünya nüfusunun üçte ikisi kentlerde yaşıyor. Bütün dünyada eksik istihdam ve işsizlik bugüne kadar görülen en yüksek seviyede. Dünya üzerinde, işgücünü oluşturan iş gücünün üçte biri işsiz. İşsizler arasında en büyük grup gençler Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, 60milyon genç iş arıyor.

 

ELLE GELEN DÜĞÜN BAYRAM
Dünyanın hali de pek iç açıcı değil deyip avunabilirsiniz. Ya da ne mi yaparsınız… Yoksulluk, eğitimsizlik, işsizlik bir kader mi diye düşünüp, HAYIR diye haykırırsınız.

Ülkelerin en önemli güçlerinden biri arasına nüfus giriyor. Doğu’da aileler çok çocuk yapmayı, güvenliklerini sağlamak, geleceklerini garantiye almak için düşünüyorlar. Tabii kontrolsüzlükten söz etmiyorum burada.

Nüfus bir ülkenin en büyük avantajı olabileceği gibi, en büyük dezavantajı haline de gelebilir. Doyuramazsanız, kullanamazsanız, işi yaramasını sağlayamazsanız genç nüfusunuz olmuş ne yazar. Gençler kapağı yurt dışına atmaya çalışıyor, genç ve çok nüfusunuz olmuş ne yazar…

Küreselleşmeden nutukları atarken, bu küreselleşmenin aslında çok fena bir şey olduğunu nedense düşünmeyiz. Televizyonda kelleler kellelerle çok önemli mevzuları konuşurken küreselleşme ve globalleşme kelimeleri çok sık kullanır. Bilgi toplumundan da arada bir söz edenleri duyuyorum. “”Acaba bu adamlar ne dediklerini biliyorlar mı?”” demekten kendimi alamıyorum.

Bilgi toplumu olmak nasıl bir şey. Aklıma ilk geleni yazmadan geçemeyeceğim Taliban gibi olmamak mesela. O korkunç fotoğrafları görüyorsunuzdur siz de… Saçı sakalı birbirine karışmış, entarili hoplayıp zıplayan, çığlıklar atan, vahşi ve çirkin şeyleri… Oldukları yerde taş parçası gibi duran diğer “”şey””lerin de ne oldukları anlaşılmadığı için kadın olduklarını düşünüyorsunuz.
MARKA DEVLET OLMAK
Foreign Affairs dergisinin son sayısında bir makale var: “”Marka Devletlerin Yükseliş””.
Bir marka, en iyi, müşterinin onunla ilgili düşünceleriyle tarif edilir. Bir ülkenin markası da dış dünyanın onu nasıl algıladığıyla orantılı oluşur. Böyle diyor. Zaten biz de biliyoruz. Marka ürünleri biliyoruz. Onları satın almak istiyoruz. Son yıllarda marka insanlar modası çıktı. Sağda solda “”O bir marka”” dendiğini duymuşsunuzdur. Bu Türkiye sınırları içindeyse, dinleyin ama o payeyi vermekte temkinli olabilirsiniz.

Makalede Singapur ve İrlanda örnekleri geçiyor. “”Singapur deyince aklınıza ne geliyor?”” diye soruyor. Uçakta birbirinden leziz yiyecekleri servis yaparken, gülen güzel bir yüz gelmiyor mu?
İrlanda peki… Rüzgarlı hava, yemyeşil topraklar… kırmızı kafalı çocuklar.
Aklıma Taliban geldi. Bir marka olabilir mi. Nasıl bir görüntü var gözlerinizin önünde.

ABD sizce neyi temsil ediyor. Makale, özgürlükler ülkesi demiş. Ben buna katılmadım. Madem bir ülkenin markası onu dışarıdan görenlerin gözüyle oluşuyor, bana özgürlükler ülkesi gibi gelmiyor. Gelmediği gibi özgürlüklerin çok sınırlandığı gibi izlenim veriyor. Haydi, bunu bırakalım bir kenara, çünkü, ABD dendiğinde aklıma ilk gelen şey değil bunlar. Düşününce buldum. Aklıma gelen ilk görüntü. kamuflaj yüz boyalı ve giysili askerler! Askeri uçaklar, bombalar!

Son yıllarda yalnızca satın aldığımız ürünler değil, kişiler, firmalar, şehirler, ülkeler, coğrafi bölgeler bile marka olma telaşında. Öyle ki, saldırgan pazarlama ve satış yöntemlerine başvurulabiliyor.
Yukarıda sözünü ettiğim makale, markasız bir ülkenin ne ekonomik, ne de siyasi anlamda dikkatleri üzerine çekemeyeceğini iddia ediyor. İmaj ve ün iki kilit kelime. Markalı ürünler gibi, markalı ülkelerin de, güven, müşteri memnuniyeti ve sadakati üzerine kurulduğuna dikkat çekiyor.

Ülkelerin de karakteristik özellikleri olduğu, bu özeliklerin kişilerde olduğu gibi adlandırılabileceği iddia ediliyor. dost ülke; güvenilir müttefik…
TÜRKİYE İÇİN NE DİYORLAR
Sizce bizim bir markamız var mı? Türkiye deyince aklınıza ne geliyor?
Şiş Kebap!
Belly Dancing!
Marka “”olmamak””, nasıl ürünler için ölüm olduğu kadar, firmalar kurumlar hatta ülkeler için de aynı anlama gelebiliyormuş. Peki, bu güne kadar biz nasıl yaşamışız.

Ülkeler marka olabilmek için birbirleriyle yarışıyor. Küçücük Estonya marka olmak için bilinçli bir şekilde uğraşıyor. Estonya, kendisine Sovyetlerden ayrılan ülke, ya da Baltık ülkesi yakıştırmalarından kurtulmak istiyor. Estonya Dışişleri Bakanı ülkesi için Avrupa Birliği öncesi, ya da İskandinav ülkesi yakıştırmalarını yapmayı tercih ediyor.

Polonya Dışişleri Bakanı da benzer bir çalışma içinde. Ülkesinin Katolik ülke görüntüsünden kurtulması için çabalıyor.

Sözünü ettiğim makaleye göre, akıllı şirketler gibi, aklı olan ülkeler de marka olmak için ciddi çaba gösteriyorlar.

Afganistan’ın markasını, ABD’nin markasını… Arapların markasını… Ortadoğu’nun markasını bu gözle bir aklınızdan geçirin bakalım.

Türkiye’nin markasını!
Geleneksel politikalar geride kaldı. Geleneksel politikacılar da.

Ülkelerin dışişleri yeni politikalar üretmek için kolları sıvıyor. Ülkelerine niş yaratmanın yollarını arıyorlar. Niş yaratmak, rekabetçi pazarlama, müşteri memnuniyeti, marka sadakatı…

Evet, artık ülkeler bu alanlarda yaptıkları çalışmalarla anlamlı bir tanımlamaya ulaşabiliyorlar. Önemli olan insan kaynaklarının sayıca çokluğu değil.

Çok olmanın değil, bilgili olmanın prim yaptığı bir dönemdeyiz. Vurucu olmanın değil yapıcı olmanın prim yaptığı bir devirdeyiz. Bekleyen değil, proaktif olmak gereken günleri yaşıyoruz. Hep bana leb bana diye nalıncı keseri gibi kendine yontmadan, başkalarına verdikçe kazandığımız bir dönemdeyiz.

Halk ne diyor diye sormaktan korkmak, halk bir şey söylerse koltuktan olurum demek yerine, halk benim müşterim ben onu memnun etmeliyim denen bir siyasi süreçteyiz. Marka olmak için marka olmak değil, sahip olduğumuz değerleri, eğer varsa tabii, (ki var) ortaya çıkardığımız onları aktif hale getirdiğimiz, onlarla gururlandığımız insanların hizmetine sunduğumuz için marka olabileceğimiz bir dönemdeyiz. Piyasalar ne kadar kalabalıksa, uluslar arası arena da o kadar kalabalık. Piyasalar ne kadar rekabetçiyse uluslar arası arena da o kadar rekabetçi. Bireysel kurtuluşlar bir yere kadar çözüm. Markası olamamış bir ülkeden ne markalı ürün, ne marka olmuş birey, ne de marka olmuş şirketler çıkıyor.

Çoklukla değil nitelikle ölçülen bir dönemdeyiz unutmayın. Piyangodan çıkmadık, tesadüfen yaşamayalım.

 

Paylaş