Ölüm Şoku

Ölüm, insanlara önemli hayat dersleri verebiliyor, aslında başarının önemli bir bölümü bu tatsız duyguyu sindirmekle geliyor. Ölüm ya da her hangi bir şeyi yitirmek, onu, kaybetmeden önce düşünmeye değer.

Peter Koestenbaum, felsefe üzerine yoğunlaşmış bir yönetim danışmanı ve yazar 73 yaşında. Geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılmış bir röportaja rastladım. Konu, “”ölüm şoku””.

Ölüm ve ardından yarattığı şok benzeri duygular ve sorgulamalardan söz ediyor.

Ölüm fikriyle ne kadar barışıksınız bilmiyorum. Ben değilim. Pek çoğunuzun, benim gibi düşündüğünden eminim. Ölüm ilanlarını okumam, gazetelerin kanlı sayfalarına bakmam, genellikle sonla biten gerçek, sanal aklınıza gelebilecek hiçbir şeyi okumak istemem. Son’ları sevmem, onları okurken etkilenirim. Zaman zaman deli olduğumu düşünürüm. Çünkü durup dururken, yakınlarımın başına bir şey gelebilir türünden senaryolar yazarım. Olmadık zamanlarda ve durduk yerde. Beynimi kontrol edemem o senaryo bir Türk filmi edasıyla gelişir ve büyür ve ben bir bakarım ki elimde selpak hüngür şakır ağlıyorum. Meğer yalnız değilmişim. Pek çok insan benim gibiymiş.

Sevinmeli miyim? Çözemedim.

Koestenbaum’a göre, ‘ölüm şoku’nu bile iyi kullanmak mümkün. Pek çoğumuz düşünmüyoruz, bu kaçınılmaz gelişmeyi ne kendimize ne başkalarına yakıştırıyoruz. Aslında onunla tanışsak hayatımızı daha başarılı yürütebiliriz. Ölümün insanlara önemli hayat dersleri verebileceğine inanıyor ve aslında iddia ediyor ki, başarının bir bölümü bu tatsız duyguyu sindirmekle geliyor.

İşte Düşünmeyi Reddediyoruz

İş yaşamında hiçbir çalışanın, özellikle de yönetici ve patronun durup düşünmek için fırsat yaratmadığını biliyoruz. Yani aslına bakarsanız, kim böyle tatsız şeyleri durup düşünür ki? Ama öyle değilmiş işte. Bir yaz günü, sabaha karşı pek çoğumuz yataklarımızdan fırlayarak kalktık. Sabahın ilk saatlerinde hala ne olduğunu anlamamıştık. Evi kafasına yıkılmamış olanlarımız, meydana gelen sarsıntının bizi etkilememiş olduğunu görerek rahatlamıştık. İlk 24 saatin yine ilk saatleri aymazlık içinde geçmiş, 24 saati doldurmaya başladığımızda bilançonun, çok ama çok kötü olduğunu görmüştük. Sonra zaten günlerce aynı görüntüleri, aynı acıları paylaşacaktık.

Gerçekten paylaşacak mıydık?

Ölenle ölünmez derler… Ateş düştüğü yeri yakar derler. Zaman içinde bu eski sözlerin aslında ne kadar da yerli yerinde kullanılmış olduğunu görerek şaşırmışımdır. Amerikan halkı bizim bir doğal afet yüzünden yitirdiğimiz ve yürekleri dağlayan acıyı, 11 Eylül’de yaşadı. İnsanlar uçakların içinde canlı bomba oldular; insanlar çalışırken ansızın üzerlerine uçak düştü. İnsanlar binlerce insan… ansızın ve sebepsiz yere öldü.

Amerikan halkı kadar, dünyanın diğer noktalarındaki bizler de etkilendik. Anlam verilebilecek bir durum değildi. 11 Eylül yeni bir dönemin başlangıcı oldu denebilir herhalde. Bir tür hayatı sorgulama dönemi. Giderek daha sık felsefe yazıları, psikolojik analizlerle karşılaşıyorum. Biraz daha yumuşamamız gerektiğini, hayatın anlamını kavramamız gerekliliği üzerinde duran yazılar ve sohbetler…

Kaybetmeden Anlamak

İşin özü şu, insan kaybettikten sonra bazı değerlerin farkına varıyor, insan kaybettikten sonra sevgisini anlıyor, insan kaybettikten sonra hayatın değerine vakıf olabiliyor. Peki, kaybettikten sonra bütün bu ulvi fikirlere sahip olmuş olmanın ne önemi var?

İşte size yukarıda sözünü ettiğim yönetim danışmanı Koestenbaum da böyle düşünüyor. İnsanlar ilerisi için hedefler koymaz, varlığına bir anlam yüklemez, kaderle barışmazsa yarın sabah yataktan kalkmanın anlamını sorgular diyor. İnsanların kendi içlerine dönüp derinleşmeleri gerektiğini söylüyor. Hayatın anlamı ne? Evet, kaybetmeden önce keşfedilmeye değer bir soru değil mi?

Fiziksel Ölümsüzlük

Ölüm fikriyle oynarken; dünyanın pek çok yerinde de insanı fiziksel ölümsüzlüğe ulaştırma düşüncesiyle durmaksızın çalışmalar yapan bilim insanlarının olduğunu unutmamak gerek. İnsanı dondurup, sonra diriltme üzerine yoğun araştırmalar yapılıyor. Daha sonra diriltmek amacıyla insanın dondurulması fikri hiç de yeni değil. Buna krioni deniyor. Aslında antik çağlarda insanlar donmuş bazı balıkların buzları çözüldüğünde dirildiğini biliyordu. 17 nci yüzyıl ortalarında gözlemlere başarılı deneyler de eşlik etmeye başladı. Çünkü bu güne kadar krioni’nin önündeki en büyük sorun zararsız diriltmenin olanaksızlığıydı. Kimya Nobel Ödülü sahibi Richard Smolly’ye göre ise bu gelişme çok daha önce, 2010 yılında, sağlanmış olacak İnanmayacaksınız ama pek çok kişi krioni’ye inanıyor. Amerikan Krioni Derneği’nin resmi verilerine göre son birkaç yılda Alcor Life Extension Foundation , Cryonics Institute , CryoCare Foundation ve TransTime gibi krioniyle uğraşan kuruluşların dondurucularına, 100′e yakın sayıda dondurulmuş vücut saklanmak üzere teslim edildi. Resmi olmayan rakamlar ise bu sayının 120 civarında olduğunu söylüyor.

Gelecekte diriltmek umuduyla saklanan vücutlar arasında Walt Disney ve Salvador Dali’nin de olduğu söylentileri dolaşıyor. İnsanlar daha hayattayken krioni şirketlerinin müşterisi oluyorlar ve bu sayı her yıl 200-250 kadar artıyor. Dondurulmak üzere sıra bekleyen 1500 kişi olduğu tahmin ediliyor.

Hırs Ne Zaman İyi

Bazılarımız dondurulmak üzere sıraya girmiş olsa da, “”gerçek””ten kaçmak ne kadar mümkün? Değil işte. Dünya Ticaret Merkezi’nin İkiz Kuleleri, aralarında hepimizin yakından tanıdığı pek çok ünlü kurum ve kuruluşa ev sahipliği yapıyordu. Çoğu birilerinin rakibi, hatta düşmanıydı. Kim bilir kaç kişi o muhteşem binaya girip çıktığında ya da önünden geçerken, rakiplerini gözlerinin önünden geçirip dişlerini sıkıyordu. Kendisinden daha fazla para kazandıkları için kim bilir ne kadar mutsuz oluyor diş biliyordu. Böyle düşünenlerin 11 Eylül günü sabah saatlerinde dişlerini sıkmak için hiçbir nedenleri kalmamıştı oysa. Rakipleri enkaz altındaydı. Kendinizi kötü hissetmeyin, hepimiz benzer duyguları yaşıyoruz. Kötü değiliz, doğamızda var. Ancak bu bizim doğamızda, biz kötü değiliz diye dolaşmanın, böyle bir yaşam sürmenin de kimseye faydası yok.

Kaybetmek İçin Ölmek Gerekmiyor

Aslında kayıpların hepsini ölüme endekslemek fikri bana başından beri hoş gelmiyor. Ben ölüm şoku fikrini kafamda evirip çevirirken, gözümün önünden geçenlerden iki kişi oldu. Biri Fatih Terim, diğeri Mustafa Denizli’ydi.

Onlar adına bir şey söylemek mümkün değil, her ikisinin de kendi hayatı ama bir baksanıza… İtalya’ya taşınan bir kariyer, dünyanın gözleri önünde olma fikri, herkesin istediği biri olma şansı. Peki ya sonrası… Arada geçenleri bilmiyorum, gazetelerden izlediklerim sanırım bir adamın hayatını anlamaya yetmez. Ama merak ettiğim bir şey hep olmuştur, acaba kaybettiğinde ne hissetmiştir, öfkesi geçtiğinde ne düşünmüştür, muhasebe yaptığında neyle karşılaşmıştır… Keşke demiş olduğunu duyar gibiyim. Acaba gelecekte benzer bir yaşam karşısına çıksa, onu ele alış şekli böyle olur mu? Rakibi Denizli için de aynı şey söz konusu değil mi… Bazılarınız hemen futbol rekabeti içine girebilir, birini diğerine tercih edebilirsiniz, ama bırakın bu dünyevi şeyleri. Şöyle düşünün; kaybettiği gün işini, acaba kaybetmemiş olmayı dilemez miydi? Bence dilerdi. Kaybetmemek için daha fazla çaba sarf etmiş olmayı istemez miydi? Bence isterdi… Geriye dönmek. Sanırım onu da isterdi. Dedim ya bunlar benim kafamdan geçen, cevap hakkı doğurması gerekmiyor.

Her Gün Bir Konser

Her sabah gözümüzü açtığımızda, bir konser dinliyormuş gibi hissetmek mümkün değil mi? Gelen her yeni günü bir şölen gibi karşılamak mümkün değil mi? Yaşama bir olimpiyat gibi bakmak olası değil mi? Kaybedince mi anlamalıyız değerini hayatın.

Pek çoğumuz, bir sabah okula gitmektense boğaz köprüsünün korkuluklarından kendisini aşağı bırakan güzel, akıllı, geleceği parlak bir genç kızın ölümle buluşmasına anlam veremedik. Anne ve baba olanlarımız ürperdi bir an. “”Neden?”” dediler. Midemizde tuhaf bir durum, göğüs çeperinizde anlamsız bir daralma… O genç kızın anne ve babası neler hissetti bilmiyorum. Ateş düştüğü yeri yakıyor.

Her şey oldubitti, satış yönü kuvvetli olan bu hikaye yazılıp çiziliyor. Unutmayın yitirdik. Bitti. Artık olmayacak. Daha önce düşünebilir miydik? Depremde kaybettiklerimizi, vücudumuzun kaybettiğimiz parçalarını, askerliğini yapsın diye yolladığınız ama geri dönmeyen gençler de yok… Kalp krizinden beyin kanamasından gidenler de… Acı çekip aylarca, amansız hastalığın pençesinde kıvrananlar da…

Hayattan Vazgeçme

Bu bir ağlama yazısı değil doğrusu. Mümkünse silkelenme şeklinde hatırlanmasını isterim. Bir tür arayış aslında. Yüzünüzü tanımadığım, sesinizi duymadığım sizlerle. Doğruyu arama, gerçeği bulma yazısı… Ben soru sormasını severim. Hep böyle miydim bilmiyorum. Ama gazetecilik mesleği insana tuhaf bir şekilde soru sorma hakkını veriyor. Ya da bize öyle geliyor. Önceleri olaylar ve insanlara karşı soru sorarken, sonra her şeye karşı soru sormaya başlıyor insan. Mesleki bir deformasyon da olabilir. Hayatla ilgili sorular da hem okurken hem de sorarken ilgimi çekiyor doğrusu. Hayatımda neyi yanlış yaptım? Biz toplum olarak neleri yanlış yaptık? Doğrusunu yapabilir miyim? Yeterince sevdim mi? Yeterince hoş görü gösterdim mi? Yeterince düşündüm mü? Bu soruları düşünmek uğruna hayattan vazgeçmek gerektiğine inanmıyorum. Hayat devam ediyor. Kafaları karıştırmanın çok fazla anlamı olduğuna da inanmıyorum.

Ama ben bu soruları hepimizin kendince yanıt vermesini de çok önemsiyorum. Er ya da geç karşılaşacağımız sorular. Bir kriz neticesinden, bir kayıp sonunda yanıt vermeye çalışmanın kime ne yararı var. Gördük, yaşadık, duyuyoruz geç kalınmış yararlar olmuyor.

Keşkeli Çorba

Keşke ona bunu da söyleseydim… Keşke bunu yapmasaydım… Keşke onu ziyaret etseydim… Keşke kırmasaydım… Keşke gitmeseydi… Keşke izin verseydim… Evet keşkelerle hayat geçmiyor. Yeterince sevmiyoruz birbirimizi. Sevdiğimizi düşünsek de göstermiyoruz. Göstersek bile acıtmasını becerebiliyoruz. Kaybettiğimizde tuhaf bir boşluk, garip bir hüzün, anlamsız bir suçluluk… O zaman neden kendimize yeniden bakmayı denemiyoruz. Hayatımızı sorgulamaya… Çalışma düzenimizi yeniden oturtmaya. Sevmiyorsanız işinizi neden yapıyorsunuz? Çocuğunuza yeterince zaman ayıramadığınızı düşünüyorsanız, neden ayırmayı denemiyorsunuz; anne ve babanızı aylardır görmediğinizi düşünüp üzülüyorsanız, neden görmeyi denemiyorsunuz. Başkalarına zaman ayırmak aslında insanın kendisine zaman ayırması demek.

Ölüm Ve Ahlak

Küreselleşmeyle birlikte ahlak kavramıyla da tanışacağız. Yani bugüne kadar tanışmamış olanlar…

Biliyorum bazılarınız bunu bir fantezi olarak değerlendiriyor. Ahlak konusunu namus çerçevesinin ötesine götüremeyen çoğunluk için ahlaklı bir insan olma kaygılarımız örtüşmüyor doğal olarak.

İşimizi yapış şekillerimizi, hayatı yaşayışımızı, eğitime bakışımızı, sevdiklerimizi, sevmediklerimizi, hırslarımızı, başarı ve başarısızlıklarımızı, yitirdiklerimizi ve kazanabileceklerimizi, parayla ilişkimizi, güçle dansımızı yeniden tarif etmek zorundayız. Küreselleşmenin yalnızca ekonomik hayatımıza etkisi olacağını düşünmek, ekonomik göstergelerin ışığında yaşamı yönlendirmek yalnızca bir noktaya kadar doğru.

Ahlak deyince ben, katma değer üretmeyi, almadan verebilmeyi, aldığını belgelemeyi, verirken göz çıkartmamayı, hatırlamayı, eğitimi, faturalamayı, ağaç dikmeyi, yalan söylememeyi, güzelliklere odaklanmayı, çocuk yetiştirmeyi, kıskanmamayı, planlama yapmayı, çalışmayı, sevgiyi, aydınlığı anlıyorum. Aslında sıralayacağım o kadar çok şey var ki. Bir başka sefere. Şoku yaşamaya fırsat vermemeliyiz.

 

Paylaş