Offf….. Çok Çalışıyorum Çok

Nedense herkes bi çalışıyor bi çalışıyor. Hani memlekette işler iyi gitse gerçekten kanacaksınız. Madem bu kadar çalışıyoruz neden bir türlü toparlanamıyoruz? Aslında çalışmıyoruz da çalışıyormuş gibi mi görünüyoruz? Yoksa çalışıyoruz ama beceremiyor muyuz?

Ağız alışkanlığı işte…

“”Nasılsın?”” diye soruyorlar,

“”İyiyim”” diyor muyum, bilmiyorum… Diyorumdur herhalde, ama “”çok çalıştığımı”” söylüyorum.
Çalışmak lazım tabii…

Ben birine soruyorum “”İşler nasıl gidiyor?”” diye…

“”Çok çalışıyoruz… Çok !”” diyor. İşlerine bakıyorsunuz vasat gidiyor acaba nerede eksiklik diye düşünüyorsunuz.

Bu da benim engelleyemediğim kötü yanım mı acaba…

Konu ben değilim, sizsiniz. Aslına bakarsanız hepimiz aynıyız.

Şimdi bu çalışma sendromu durumunu bir çözelim isterseniz çünkü ben taktım bu konuya. Olacak gibi değil. İşiniz var, arıyorsunuz… Kaç defa bulamayabilirsiniz. Bir defa… iki defa üç… dört defa… Bir gün iki gün üç dört gün… Bir hafta iki hafta değil herhalde. Çünkü atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmiş oluyor.

Arıyorsunuz, telefona çıkamıyor, yanındakine, sekreterine, asistanına not bırakıyorsunuz. Tamam diyorlar, ikincide ilettik diyorlar, üçüncü de arayacak diyorlar, dördüncüde onlar da çıkmıyor çünkü arada kalıyor.

Bu Turkish bir durum.

Tanımasanız özellikle çıkmadığını sanacaksınız. Bilmeseniz onun da sizinle işi var ve önemli. Arkadaş çalışma sendromu içinde.

Gün 24 saat. Birkaç saat daha olsa ona faydası olmayacak çünkü tüm zamanlarını çalışmaya
adayıp, çalışarak dolduracak.

Bir iki kişinin bir araya geldiği sosyal ortamda konuşacak bir şey bulduğunu sandığında, iletişimi iki dakikadan fazla sürmeyecek. Ağzından çıkan tek şey; “”Çok çalışıyorum çok”” olacak.
Kendisine madalya vereceğinizi söyleyin.

Telefonlara çıkamadığı gibi telefon da edemiyor. E-mail gönderiyorsunuz, bakmamış… Mail kutusu dolu, mailleriniz geri donuyor.

Adamımız çalışıyor ama işler kaçıyor…

Ne haber?

Madalya verecekler madalya…

Cep telefonundan artık herkesi her şekilde rahatsız ediyorum. Çünkü bizim memlekette cep telefonu sahipliğinin cılkı çıktı.

Aaaa… o da ne, kapalı!

Bir arıyorum iki arıyorum üç arıyorum hep kapalı. Eeee o zaman cep telefonunu neden aldın? Sonra bir ara hiç olmadık bir yerde karşılaşırsınız, “”Seni aradım aradım bulamadım”” dersiniz. O da çok önemli toplantılardan çıkamadığını söyler. Hep toplantıdadır. Benim, sürekli toplantıda olan adamdan hayır gelmez diye bir düşüncem vardır.

Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz. Söyleyin Allah Aşkına sürekli toplantıda olan biri ne zaman iş yapar. Bu nasıl bir durumdur böyle.

Geçtiğimiz hafta birlikte iş yapmak için niyet belirttiğimiz bir profesyonel yönetici bana toplantılardan çok sıkıldığını, toplantı alerjisi olduğunu söyledi: “”Benim toplantı alerjim var. Kalamıyorum çok fazla… Sıkılıyorum. Biz mail kullanıyoruz birbirimize iletecek acil notlar olduğunda. Bir de haftanın yalnızca bir günü toplantıya ayırdık. O gün sürekli toplanıyoruz ama diğer günler icraat var “” dedi.
Toplantı alerjisi. Demek bu bir tür alerjiymiş

Ben de çok çalışma alerjisi de var.

Geçtiğimiz gün, bir röportaj okuyorum, yöneticiye soruyorlar “”ne yaparsınız”” diye “”çalışırım”” diyor. İyi halt edersin dedim içimden.

“”Çoluk çocuk ne yapar?””… “”Bekler”” Çalışıp bitirsin de eve gelsin diye.

“”Seyahat eder misiniz?”” diye soruyorlar, “”Yılın yarısı neredeyse”” diye yanıt veriyor. “”Ne güzel yerler görmüşsünüzdür kim bilir”” diye iç geçiriyor soran, “”Hava alanlarını sevmiyorum diyor”” Çünkü etrafına bakabileceği tek yer orası. Geri kalan zamanda iş bitiriyor. Çalışıyor… Çalışıyor…

“”Spor yapar mısınız?””
“”Yapmam”” diyor.
“”Kitap okur musunuz?
“”Okumam”” diyor.
“”Sinema, tiyatro…”” diyorsunuz;
“”Vaktim yok”” diyor.
Bir tek uyuyor…
Mecbur olmasa o zaman da çalışacak.

Şimdi sonuçları sizi şaşırtacak bir araştırma elime geçti, ondan söz etmek istiyorum. İsviçre’de SL Gallen Üniversitesi profesörlerinden Heike Bruch ile London Business School profesörlerinden Sumantra Ghoshal tarafından yürütülmüş bir araştırma bu. Hepimizin yakından tanıdığı çok uluslu firma yöneticilerinin üzerinde yapılmış bir araştırma.

Ve hazır olun; yöneticilerin yalnızca yüzde 10′nun doğru dürüst çalıştığını ortaya koyuyor. Üzgünüm ama büyük olasılıkla bu yüzde 10 içine giremiyorsunuz.

Bu araştırma sonucunun tercümesi şu;

Yöneticilerin neredeyse tamamı günün 12 saatini çalışarak geçiriyor. Yani çok çalışıyorlar çok önemli işlere hükmediyorlar. Ancak bunların yalnızca yüzde 10′u zamanını düzgün kullanabiliyor. Diğerleri bir toplantıdan ötekine koşuyor, kimi e-maillerinin turşusunu kuruyor diğeri dakikada bir bakıyor, hiç biri düşünmeye zaman ayırmıyor, sürekli yangın söndürmekle uğraşıyor.

Bu koşturma haline “”sürekli aktif olup aktive olamamak”” gibi bir isim bulmuşlar. Tercüme ettiğinizde böyle garip bir şey çıkıyor ortaya ama ben kafası kesik tavuk gibi oradan oraya koşturma hali desem. Bana itiraz eder miydiniz?

Yüzde 90′a Yüzde 10…

Yöneticilerimizin yüzde 90′ı araştırma sonuçlarına göre zamanlarını bozuk para gibi harcıyorlar. Yüzde 10′un sırrı ne acaba diye düşünmeye başladığınızı biliyorum: enerji ve konsantrasyon.

Konsantrasyon, dikkatin yoğunlaşma hali. Enerji ise kişiyi harekete geçirecek yakıt…

Dikkat ve enerji birleştiğinde harikalar yaratıyor. Ayrı ayrı olduklarında ise doğruyu söylemek gerekirse pek bir işe yaramıyorlar.

Dikkat ve enerji matriksi çıkarmışlar. Buna göre ortaya dört tip çıkıyor. Bunlardan ilki kopuk yönetici; ikincisi ikisinden de yoksun olanlar, üçüncüsü, dikkati dağılanlar, son grup ise hedefe yüzenler.

Konsantrasyonu yüksek yöneticilere bakalım. Bunlar hiçbir şekilde reaktif bir görüntü sergilemiyorlar Hiçbir konuya ya da olaya o an tepki vermiyorlar. Dikkatlerini dağıtacak bir aktivite içine girmiyorlar ve herhangi bir şeyin dikkatlerini dağıtmasına izin vermiyorlar. Örneğin e-mail, toplantı…

Enerjisi yüksek olan yöneticiler… Onların sırtına ne kadar çok yük koyarsanız koyun o kadar çok enerji yaratabiliyorlar. Bu tipler özellikle zamana karşı yarışta müthiş performans gösterebiliyorlar.

İkisinin de Olmadığı Haller

Yapılan araştırmaya göre yöneticilerimizin yüzde 30′unun ne enerjisi ne de konsantrasyonu var. Ne kötü değil mi. Böyle bir yöneticiyle çalışmak…

Beklemeleriyle ünlüler. Fırsatlar önlerine geliyor, onlar kaçana kadar bekliyorlar. Aslında tabii kimse bu duruma kendi isteğiyle düşmez…

Olayın psikolojik boyutu da enteresan. Ne konsantrasyonu ne de enerjisi olmak bir tür korku ve güvensizlik ifadesiymiş. Pek çoğunun, geçmişte yaşamlarının bir diliminde ya da geçmiş çalışma deneyimlerinde girişim yapmış olmaktan çok büyük pişmanlıklar duymuş oldukları saptanmış. Yanlış zamanda yanlış işe kalkışmanın faturasını ağır bir şekilde ödeyince, artık parmaklarını ve göz kapaklarını hiçbir durumda kaldırmamaya özen gösterdikleri gözleniyor. Çünkü hemen hepsi, olayların üzerinde kontrollerinin olmadığını, ne yapsalar ne etseler kaderin önüne geçilemeyeceği fikrine saplanmış oluyorlar. Dolayısıyla harekete geçmemeyi seçerken, onlarla birlikte olanların ruh hallerini tahmin edemiyorum. Bu konuda bir araştırmayla henüz karşılaşmadım.

Kopmuş Yöneticiler

Yöneticilerin yüzde 20′si de kopuk. Konsantrasyonları var ama enerjileri yok. Bir türlü kendilerini harekete geçiremiyorlar. Ortak özellikleri inkar etmek. Kendi kendilerini kandırdıkları da söylenebilir. Problem varsa onun olmadığı yönünde düşünme eğilimine girip kendilerini bu yönde kandırabiliyorlar. Çok bariz durumlarda bile harekete geçmediklerini gözlemleyebilirsiniz.

Bu yüzde 20′nin başka özellikleri de var. Genellikle rahat değiller. Huzursuzlar. Heyecan, belirsizlik, öfke, yabancılaşma ve bezginlik gibi duyguların bir araya geldiği tuhaf ruh hallerini yaşıyorlar.

Yöneticilerimizin yüzde 40′ını başka bir hastalık sarmış. Bunlarda enerji var, iyi niyet var, istek var, ama bir türlü konsantrasyon yok. Yapmak istiyorlar, yapmak konusunda bir sorunları da olmayacak ama bir de kafalarını toparlayabilseler keşke…

Baskı altında yanlarına yaklaşmayın çünkü kendilerini çaresiz hissederler. Bir şey yapmaları gerektiğini bilir, bunun için enerji de bulurlar da… Kafalarını toparlayamazlar. Uzak durulmaları gereken yönetici tipleri olarak karşımıza çıkıyorlar.

Başka ortak özellikleri de var. Bu tür yöneticilerin uzağı göremedikleri biliniyor. Bir tür miyopluk. Öngörme kabiliyetleri eksik, kendilerini büyük çoğunlukla gereksiz yüklerin altına sokmakta başarılı oldukları söylenebilir. İyi niyetlidirler. Birden fazla projenin altına girer, yapmak üzere imza atarlar sonra ilgileri düşer, ya da birileriyle kavga etmeye ve çekişmeye başlarlar hiçbir şey olmazsa sağda solda çıkan yangınları söndürmeye uğraşırlar… Boşa çaba anlayacağınız.

Kriz Anı, Sınav Anı

Yöneticilerin en önemli sınavı kriz anları… Ne yapacaklarını bilememe durumunun hakim olduğu zamanlar. Ancak kriz anlarına özgü olduklarını söyleyemeyiz. Bazı yöneticiler sürekli meşgul olmak zorunda olduklarını sanırlar. Çok çalışmalıdırlar. İçerden de baskı olunca, sürekli çalışma durumunda olduklarını kanıtlamaktan başka çareleri kalmaz. Çalışır görünmek, çalışmaya çalışmak…

Bazı firmalar içeriden ve tepeden fena baskı uygular. Tepe yöneticinin alışkanlıkları alttakilerin hareketlerini belirlediği gibi onları sağa sola savurabilir. Tepe yöneticisi ya da yönetim grubu agresif çalışma türünü benimsemiş şirketlerde altta kalanların şaşkınlık içinde bulundukları saptanmış.

Ne yazık ki yöneticilerimizin çok azı hem enerjiye hem de konsantrasyona aynı anda sahip olabiliyor.

Topu topu yüzde 10.
Hedefe yönelik çalışanlar…

Başarılı olmalarının önemli bir nedeni var; zamanının değerini iyi bilmeleri. Zamanı iyi yönetebilme özelliğini edindikleri söyleniyor, enerjilerini kontrol edebiliyorlar. E-mail, telefon, toplantı gibi zamanı çalan, ama gerekli çalışma araçlarını nerede ve ne kadar kullanmaları gerektiğine karar verip uygulamaya koyabiliyorlar. En önemli özellikleri düşünmeye zaman ayırmaları. Bu da zamanın değerini bilmelerinden kaynaklanıyor olsa gerek.

Düşünmeye Zaman Ayırmak

Aslına bakacak olursanız Süpermen değiller yalnız kendilerini başarısızlığa götürebilecek durumları tespit edebiliyorlar. Düşünmeye zaman ayırmamak bunlardan biri. Gün içinde eğer kendilerini zaman ayırmaya müsait bulmuyorlarsa, pek çoğu mesaiye diğerlerinden biraz daha erken başlayıp kendilerine düşünebilmek için zaman ayırıyorlar.

Araştırmaya katılan yöneticilerden biri güne her sabah 6:00′da başladığını, mesai arkadaşları çalışmaya başlamadan bir saat önce ofiste olduğunu ve bu zamanı düşünmeye ayırdığını söylemiş. Düşünmeye zaman ayırmak demek, aslında karar vermeye zaman ayırmak demek değil mi?

Hedefe yönelik yönetici tipinde önce karar alındığını sonra bu karar doğrultusunda harekete geçildiğini gözlüyoruz.

Yöneticilerimizin yalnızca yüzde 10′nun gerçekten etkili olduğunu öğrenmek moral bozucu. Bu sonuca bir de karşıdan bakmayı denemeliyiz. Henüz yönetici değilsek, olacağız… Yöneticiysek de daha iyi performans da sergileyebiliriz. İyiysek başkalarının da iyi olmasını sağlamak mümkün.

Kıssadan hisse, yüzde 10 az gibi duruyor. Doğru. Yüzde 90′la çalışmak bir azap.

Ama yüzde 10′un içine girmeye ve bu oranı yükseltmeye ne dersiniz.

 

Paylaş