Limonata Yapmasını Bilir misiniz?

Limonları kabuklarıyla küp küp doğrayın. Doğranmış limonları çukur bir kap içine alın. Sonra üzerine toz şeker koyun. Öylece bekletin biraz. Limonlar sularını verdikçe, gidip gelip biraz mıncıklayın. Bir gece mutlaka buzdolabında bekletin.

Küçükken hiç sevmezdim limonatayı.

Şimdiki gibi birbirinden farklı bir sürü soğuk içecek de yoktu üstelik. Yine de sevmezdim.
Nasıl da tatlıydı. İçimi bayıltan hiç sevmediğim bir tadı vardı. Küçük kafamda, insanların önemli bir bölümünün limonatayı sevdiğini, küçük bir bölümünün de benim gibi sevmediğini düşünürdüm. Nedir bu limonata sendromu demeyin, o zaman büfe bozuntusu her yerde garip sarı sıvı, pastanelerde garip sarı sıvı, lokantada garip sırı sıvı şeklinde limonata bulunurdu. Limonata her yerdeydi. Hiç sevmezdim.
Sonra annemden nasıl limonata yapılacağını öğrendim. O da kendi annesinden. Anneannem yani.

Bakın size de anlatayım; Limonları kabuklu olarak küçük küçük kesiyoruz. Tabii önce güzelce yıkamayı ihmal etmeyin sakın. Sonra onları küp küp doğrayın. Doğradıkça limonları yuvarlak çukur bir kap içine almanız daha iyi olur. Sonra üzerine toz şeker koyun. Öylece bekletin biraz. Limonlar sularını verdikçe, gidip gelip biraz mıncıklayın. Bir gece mutlaka buzdolabında bekletin. Yeterince beklediğini düşündüğünüzde son kez mıncıklayın. Sonra limonları bir süzgeçten geçirin. Posayla işiniz yok. Geriye kalan yoğun limon aromasını zevkinize göre sulandırmak kalıyor. Şık bir servis kabı içinde rengi hiç de öyle benim geçmişte anımsadığım gibi garip bir sarı değil. Pek de şık gözüküyor üstelik. Göreceksiniz içenler bayılacaklar. Siz de onlara “”home-made lemonade”” dersiniz. Etkileneceklerinden eminim.
Gerekli görürseniz eğer, siz de benim gibi dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi anlatırsınız. Yerimiz kısıtlı diye ben çok sulandıramıyorum konuyu. Yüz yüze geldiğimizde hatırlatın ballandıra ballandıra anlatayım.

Home Made Lemonade

Mutfak konusu hassas. Hatta en hassas konulardan biri.
Ben bugün mutfaktayım ve bildiğinizi sandığınız limonata tarifi üzerinde durmaya kararlıyım. Buraya kadar okuduysanız, bir zahmet biraz daha okuyacaksınız…

Sonra da belki bir bardak limonata ısmarlarsınız…
Konumuz özünde limonata değil, ama ona benziyor. Şirketlerin mutfağındayız bugün. İşlerin limonata gibi tam kıvamında olabilmesi için, limonların mis gibi kokması, şekerin ne fazla ne az kaçması gerekiyor.

Anımsayanlar olacaktır, bundan bir süre önce hatalarımı sevdiğimi yazmıştım, bir adım ileri gidip “”Ne iyi etmişim de o hataları yapmışım”” bile demiştim. Çünkü hem kendimi o hatalarımla kabul etmesini, hem o hatalarımdan ders almasını öğrendiğimi ve öğrenmeye devam ettiğimi yazmıştım.

Meğer Ne Kadar Çokmuşuz

Yani siz ve benim gibi düşünenler. Ama çoğunuz benim itiraf etmemi bekliyormuşsunuz. Rahatladığınızı yazmışsınız. Bir kısmınız da neden daha önce böyle düşünmedim ki diye bana sormuştunuz.
Zaten baştan her şeyi biliyor olsak, bu hataların hiç birini yapmayacağız. Hata yapmayınca sizce çok sıkıcı olmayacak mıyız? Düşünsenize konuşacak ne kalacak?
Bu kez hataları yapanlar siz ya da ben değiliz. Eksen biraz daha farklı. Ana fikrimiz şirketler üzerine kurulu.

Şirketlerin genellikle cansız olduğunu düşünürüz. Aslında bu konuda hiç düşünmeyiz ya… Ama bilinçaltı bizim için onlar cansızdır. Dolayısıyla ruhsuzdur. Canlandırsak canlandırsak çok kızdığımız, sevimsiz müdür ya da patronun yüzünde canlandırırız. O da canlansın istemeyiz.

Şirketler Canlı mı?

Şirketler de yaşayan varlıklar aslında.

Gidin bakın, yalnız sizinkine değil, arkadaşlarınızın çalıştıklarına da bakabilirsiniz. Kapıdan içeri adım attığınızda koklayın. Mecazi anlamda değil. Koklayın. Koku çok şey anlatır. Sonra kapıdaki görevli ya da görevlilere bakın. Bakışlar da çok şey anlatır. “”Buyurun”” demelerine, uzattığınız kimlik kartını almalarına, size nereye gitmeniz gerektiğini söylemelerine bakın… Hepsi farklı. Sonra mümkünse bir de müdüre bakın.

Baştaki yönetici gibi kokar ve görünür her yer.
Bunlar atmosfere ilişkin fiziki özellikler. Bir de diğerleri var… Onların başında da insan unsuru geliyor.

Anasına bak kızını al gibi bir şey. Müdüre bak diğer çalışanları hayal edebilirsiniz. Patrona bakın, altındaki müdürlerin tarifini yapabilirsiniz. Baba işten elini ayağını çektiğinde karbon kopya kızı ya da oğlu geliyor… Müdür yeni yardımcı aldığında karbon kopya küçük müdürler oluyor.

Böyle olmayan işyerleri de var tabii. Profesyonellik ve kurumsallaşmanın bu tür benzerlikleri ortadan kaldırması beklenir, şirketin onu yönetenlerden farklı bir kimliği de olabilir. Kimsenin bozamayacağı bir kimlik. Vizyonu ve misyonu belli.

Konumuz bu değil gibi duruyor ama tam da bu!
Karbon kopya değişmiyor.
Karbon kopya, değişimi engelliyor.
Karbon kopya, deneme yanılma yapmıyor.
Karbon kopya hatadan korkuyor.

Limonata Ve Şirketler

İnsanlar hata yapar da şirketler hata yapmaz mı?

Yönetim kitapların 3M firması iki de bir örnek olarak verilir. Yönetim bilimi okuyanlar, MBA yapanların içinde 3M ağacı çıkmış olabilir. Çünkü 3M ve buluşları pek çok değişik neden yüzünden hep anlatılır. Örneğin post-it nasıl bir hata sonucu ortaya çıkmış. Nasıl arkasındaki yapışkan aslında yapıştırması gerekirken çok kolayca kalktığı için mucit bir icat daha yapıp not kağıtları olarak yeni bir ürün dizayn etmiş. Bunu bir türlü kimseye anlatamayınca, önce sekreterlere sonra kendisini dinleyen şirket çalışanlarına dağıtmış. Denettirmiş, beğendirmiş ve ikna etmiş. Şimdi bu şirketin kurum kültürü deneme ve yanılma ve sürekli bir şeyler yaratmak üzerine. Şaşırmamak gerek çünkü şirket zaten kendisi bir yanılgı üzerine kurulu. Yanılmışlar sonra yeniden denemişler ve o gün bugündür bunu deniyorlar.

Şirket ismi olan 3M’in açılımı Minnesota Mining and Manufacturing Company. Başlangıçta bir maden şirketi olarak yola çıkan 3M madenlerindeki corundum (korindon/zımpara) maddesinin kalitesi çok düşük çıkınca iki seçenekle karşı karşıya kalır. Ya iflasını isteyecektir, ya da bir hamle daha yapıp yaratıcı olup madenden çıkan düşük kalite korindonu başka bir şekilde değerlendirecektir.

Amacım 3M hikayesi anlatmak değil. Aslında amacım şu; gelinen her hangi bir noktada “”Evet bu hataydı”” demekle de yetinmemek.

Gördüğünüz gibi limonata gibi mıncık mıncık…

“”Hata Yaptım””

İki kelime. Söylemesi zor. Alışık değilseniz, itiraf etmeniz zor. Ama kendinizi buna zorlayıp, sonra hata yaptığınızı kabul etmenin zenginliğini keşfedince, söylemenin daha kolay ve daha zahmetsiz olduğunu görebiliyorsunuz.

Peki, hata yaptım demek işin son noktası mı?
İşte bu bir yanılgı.
Sizin de çevrenizde vardır mutlaka, yoksa zaten hepimiz öyle ya da böyle karşılaşıyoruz.

Önemli bir hata yapılır, yapan özür dilerim der. Memnun olursunuz, ama nedense midenizle kalbiniz arasında, anlamadığınız bir eziklik bir tatminsizlik tuhaf bir gaz sancısı vardır. Eeee sonra? Demeye başladığınız zaman kötü. Özür diledin, aferin, sonra?

Bizim toplumumuzda, ben yakın zamana kadar özür dileyene pek rastlamazdım. Ama ne olduysa oldu, özür dileyenlerin sayısı çoğaldı. Ama ben kendimi hep “”eee sonra?”” konumunda hissediyorum. Özür diledin güzel. Burada mı bırakacağız. E hani daha karpuz kesecektik?

Hata Yaptım Başarıyorum

Hatalar öğrenmek için büyük fırsatlar ama bunu fırsat olarak değil de bir kaçış olarak değerlendirenlerin sayısı daha fazla. Bireylerde de öyle, şirketlerde de…

Farkına varmadığımız ise, işin bir başka boyutu. “”Hayır, ben hata yapmam”” demek başlı başına bir acı. Ama sürekli inkar ederek kaybedilen zaman daha büyük bir acı.

“”Hata yaptım”” diye karşıya geçmek ilk başta güzel, karşıya geçip ondan sonra yapılan hatayı seyretmekle geçirilen zaman inanılmaz acı…

Bazıları kazanmak için kaybetmek gerektiğine inanıyor. Doğru kaybedenlerin önemli bir bölümü daha sonra çok başarılı olabiliyorlar. Tabii yolun karşısına geçip, hatalarını kabul edip ve seyretmeye koyulanlar değil.

Pek çok başarılı şirket hatalı uygulamalarını doğru uygulamalara çevirmeye başaranlar. “”Deneme ve yanılma”” yöntemi bu satırları okuyan bazılarınız için klasik ve sıradan gelebilir. Evet, kulağa böyle geliyor çünkü. Çünkü bir miktar babadan kalma. Ama babadan kalma her şeyi attığımız ve göz ardı ettiğimiz için yanılmıyor muyuz zaman zaman.

Deneme ve yanılmanın kaybettirdiği zaman da para da, sürekli yanılmaktan çok daha az.

Yüzde 30 Kuralı

Yanılgıları önleyebilmenin en kestirme yolu bunları paylaşmak. Paylaşılmayan hatalar birer sır olarak kalıyor. O zaman o hatalara yolun karşısına geçip bakmaktan başka çare kalmıyor. Şirket içi iletişimin doğru kurulması ve yoğun olması gerekiyor. Doğru kurulması gerekiyor çünkü varı yoğu ileten bir sistem kargaşa yaratır. Hatalara çözümlerin üretildiği bir iletişim sistemini oturtmak gerekir.

Deneme yanılma sistemini en fazla kullanan şirketlerden biri 3M, Orada buna Yüzde 30 Kuralı diyorlar. Şirketin yıllık satışlarının yüzde 30′unun yeni ürünlerden geldiği söyleniyor. Böylece şirket çalışanları denemeye teşvik ediliyor, dolayısıyla da yanılmaya.

Anımsayacak olursanız, geçtiğimiz yıllarda 3M ciddi bir düşüş yaşadı. Yönetim fena halde sallandı. O haberlerin satır aralarında şirket içindeki sıkıntının deneme yanılmaya eskisi kadar önem verilmemesi yatıyordu.

Yapılan araştırmalar yeni arayışlarını yüzde 80 gibi bir çoğunluğunun ne yazık ki başarısız olduğunu gösteriyor. Tabii bu rakam ürkütücü, çünkü sürekli yenilgi moral bozacağı gibi maddi olarak da sıkıntı yaratıyor. Hayal gücü burada bitenler için facia. Ama bu noktada başlayanlar için doğru ürün, hizmet ve metodu bulduktan sonra elde edilecek karı hayal etmek gerekiyor.

Geri Dönüşümlü Plastik

Tom’s of Maine bir kişisel bakım ürünleri firması. Yıllar önce yaptığı bir hata, yüz binlerce dolarlık bir zarara imza atmalarına neden oldu. Firma, ürünlerinin doğaya zarar vermeyen, tamamen doğal malzemelerden üretildiğini ön plana çıkarıyor bunu bir reklam kampanyası olarak kullanıyordu. Yıllar önce piyasaya çıkardıkları çok doğal bir deodorant ve reklam kampanyasının da göz bebeği olan geri dönüşümlü plastik aksesuar firmanın neredeyse sonu oluyordu.

Pudralı deodorant piyasaya çıktıktan sonra, kullanıcıların yarısı tarafından çöpe atılmış. Pudranın üzerine oturduğu ve kol altına sürülmesini kolaylaştıran, firmanın geri dönüşüm özelliği ile gurur duyduğu plastik kullanım sırasında kırılınca, şikâyetler başlamış. Firma zarara uğramış.
Bunun gibi örnekler çok. Üstelik üzerinden yıllar geçmiş ve adını sanını duymadığımız bir firma. Pek çoğunuza akılda kalıcı bir örnek gelmeyebilir. Bu vak’ayla ilgili bilgileri okurken iki nokta beni etkiledi. Bir tanesi sonuçtu. Şirket batmadı tam tersine bu rezaleti kullanmasını bildi. Çünkü şirketin sahibi çıkıp konuştu, kamuoyuna bilgi verdi. Şirketin hatasını kabul etti özür diledi. Ama sonra bir adım daha attı hatanın nereden kaynaklandığını ve onu şimdi nasıl düzelteceklerini de söyledi. Bu arada yaptığı en önemli şey, şikayeti olanları dinlemek oldu. Günün sonunda şirket bu hatayı sanki yeni bir reklam kampanyası gibi kullandı ama kimseyi kandırmadı.

Ürünle Duygusallık Yok

Benim ilgimi çeken ve sizlerle paylaşmaya değer bulduğum ikinci nokta ise geriye dönüp bakıldığında ve inceleme yapıldığında ortaya çıkan sonuçta hatanın nereden kaynaklandığı bulundu.
Hata duygusallık.

Ürünle duygusal ilişkiye giren üretim ve yönetim takımı. Yaptıkları ürünü o kadar çok beğeniyorlar ki, önce körlük oluşuyor, sonra da gereksiz güven… Ondan sonra da bir miktar boş vermişlik. Bizim ürün çok iyi, hatası kabul edilemez, ürün çok iyi denemeye gerek yok. Sonuç mu? Rezalet.

Hatalarınızı sevmeye başladınız mı?
Yoksa hala seyretmekten yana mısınız?
Bir bardak mis gibi limonataya ne dersiniz?
Yapılışı mı?

Mıncık mıncık. Aroması yerinde. Şekeri tam kıvamında.

 

Paylaş