Küçük bir gazetecilik dersi

Bu hafta bir ya da iki gazetede çıkan küçük bir haberi fark ettiniz mi bilmem. Aslında ilgisi olmayanlar için fark edilmesi gerekli de değildi. Haber 90 yaşındaki bir Amerikalı kadının ölümünü bildiriyordu.

Jean Ulman Friendly, 1914 yılında doğmuş, kentsoylu bir Amerikalı. Doğup büyüdüğü yer Washington. Ömrünün son yılları da Amerikan siyasetinin şekillendiği bu kentte geçti.

Jean Friendly Türk dostuydu, Side’de bir ev alacak kadar tutkundu Türkiye’ye. Dahası var, Side yakınlarındaki Apollon Tapınağı’nın ortaya çıkarılmasına ön ayak olmuştu. Amatör bir arkeologdu. Gazetelere haber olmasının nedeni bu.

Benim bu hafta Jean Friendly’i konu etmemin nedeni daha farklı. Jean, Washington Post’un eski yazı işleri müdürlerinden Alfred Friendly’nin eşi. Alfred ölümünden önce dünyanın en saygın gazetecilik burslarından birini oluşturdu. Alfred Friendly Press Fellowships (AFPF). Gelişmekte olan ülkeler ile basın özgürlüğünün yaşanmadığı ülke gazetecilerinin seçilmek üzere hedeflendiği bir burs. Amaç bu insanların ülkelerine döndüklerinde deneyimlerini aktarabilmeleri.

Bugüne kadar Türkiye’den dört gazeteci Alfred Friendly bursu kazandı. Bir daha da Türkiye’den kimse gitmedi. Artık bizim basınımız çok iyi, çok şahane oldu ondan mı, yoksa başvuran adaylar dökülüyor ondan mı bilmiyorum…

Biz dördümüz hala gazetecilik yapıyoruz. Zeynep Alemdar şimdi Associated Press’in Türkiye Ofisinin başında. Çok başarılı bir gazeteci. Ufuk Güldemir Habertürk’ü kurdu. İmkansızı başardı diyebiliriz. Nilay Karaelmes serbest gazetecilik yapıyor, Türkiye’den yurtdışına haber üretiyor. Ben bir içerik kuruluşu yarattım, bir tür medya organizasyonu; İndeks İçerik İletişim Danışmanlık. Türkiye’nin ilk içerik firması. Yalnızca içerik üretiyoruz ve içeriği yönetiyoruz. Yeni ve çok heyecanlı bir kavram. Ben kendi adıma Alfred Friedly Bursu’ndan o kadar çok şey öğrendim ki anlatamam.

AFPF kâr amacı gütmeyen ve hükümetlerden bağımsız bir kuruluş. Büyük ölçüde ABD’deki medya kuruluşlarının yardımlarıyla ayakta duruyor. Her yıl dünyanın değişik yerlerinden gelen başvuruları değerlendirip, ince eleyip sık dokuyan bir sınavdan geçiriyorlar. Her yıl 10 kişi burs almaya hak kazanıyor. AFPF, bu on kişiyi altı ay süreyle ABD’de bir ya da iki farklı medya kuruluşuna yerleştiriyor. Bu gazeteciler ülkelerinde her ne alanda çalışıyor olurlarsa olsunlar, gittikleri medya kurumunun haber merkezine yerleşip genel muhabirlik yapıyorlar. Bursun birkaç özelliği var, uzun süreli olması bunlardan biri. İkincisi akademik değil, tamamen uygulamalı. Sizi birinci gün denize atıp sonra yüzmenizi bekliyorlar. Altı ay uzun gelebilir, ama bir gazetenin sürelerle işi olmaz. 24 saat yaşayan kurumlardır. Orada zaman çok çabuk geçer. Çünkü haber varsa anında kotarılacaktır. Haber beklemez.

AFPF’in kurucusu Alfred Friendly 1963 yılında Arap-İsrail savaşını izlerken gösterdiği performansıyla gazeteciliğin en yüksek noktası sayılan Pulitzer’le ödüllendirildi. Jean’la evlendikten sonra her yere birlikte gittikleri biliniyor. Örneğin bir süre yaşadıkları İngiltere, Türkiye ve Pulitzer ödülünü aldığı Arap-İsrail çatışmasına bile… Rivayet o ki, Alfred gazetecilik yapıyor, Jean de onun şoförlüğünü.

Jean ilginç bir kadın. Eğitimini bir kız okulunda alıyor. İlk  iş deneyimi memuriyet. Ardından büyük bir alışveriş merkezinin mankenliğini yapıyor. Nasıl oluyor da Alfred’le tanışıyor bilmiyorum ama son günlerine kadar çok güzel bir kadın olduğu varsayılırsa gözden kaçması pek mümkün değil. Evlendikten sonra kendisini daha çok sivil toplum hareketleri ile siyasete veriyor Jean. Evleri Washington siyasetinin kalburüstü isimlerinin uğrak yeri. Her yıl verdikleri partiler dillere destan. Ben Washington Post’un sahibesini bu evde tanıdığımı anımsıyorum. Müthiş bir kadındı.

Jean çocukluktan beri hareketli. Bir macerası var ki dillere destan. Jean genç kız tahminen 14 yaşında… İçki yasağının olduğu yıllar… 75’lik anneannesiyle arabaya atlayıp Kanada’ya geçiyorlar. Arabanın bagajını şampanya doldurup, ülkeye kaçak yollarla sokuyorlar.

Jean, Washington Post’un fal köşesinin varlığının da nedeni. Eşi fal köşesinin gazeteye yakışmadığını düşünüp kaldırmaya kalkınca Jean şiddetle karşı çıkıyor. Gerekçesi mi, meğer bir gün Washington Post’taki falında Jean’e şöyle bir mesaj çıkmış; “Her an arkadaşça (Friendly) biriyle tanışabilirsin”. Jean, kısa bir süre sonra Friendly soyadını almış. Jean öldüğünde 5 çocuk, 16 torun, onların 5 çocukları olan kalabalık bir ailenin başındaydı.

Başında olduğu tek şey aile değil, eşinin ölümünden sonra AFPF Vakfı’nın başına geçti. Bundan iki yıl öncesine kadar tüm gazeteci adaylarının başvurularını bizzat incelerdi. AFPF yıllar sonra bir kardeş kuruluş daha doğurdu. Daniel Perlman. Pakistan’da çatışmalarda ölen bir gazetecinin anısına kurulan gazetecilik bursu. Aslında bu bursların temelleri çok önceleri atıldı. Jean, yıllar önce Yabancı Öğrenci Servisi’ni kurmuştu. Bu çalışmaları yüzünden değişik kereler ödüllendirildi. Aile Planlaması konusunda çok aktif bir eylemciydi. 1964 yılında eşiyle Türkiye’deki Robert Kolej mezunu öğrencilerin eğitimlerini ABD’de tamamlayabilmeleri için de bir vakıf kurmuşlardı.

AFPF basında etik değerlerin yerleşmesi için mücadele ediyor. En önemli misyonu doğru gazetecilik yapmak. Amerikan basınının her zaman doğruları söylemediğini, bu ülkede her zaman etik kurallara dayalı gazetecilik yapılmadığını biliyoruz. Aklınıza böyle bir noktanın gelmesi kaçınılmaz. O zaman ne mi öğreniyorsunuz. AFPF, en iyi gazeteciliğin ABD’de yapıldığını iddia etmiyor. Ancak en geniş imkanlara sahip ülkelerden biri olduğu kesin. Çuvaldızı kendisine acımasız sayılabilecek şekillerde batırabildiğini de biliyoruz. Eğrileri ve doğruları kadar kurulu sistemi var.

AFPF’e sayesinde yerlerini yalnızca haritada bildiğim bazı ülkelerden gazetecilerle tanışma fırsatım oldu. Büyük bir eğitim. Benim dönemimde çok ama çok genç bir Afganlı vardı. Acıklı bir görüntüsü vardı. Yıllarca o çocuğa ne olduğunu merak edip durdum. Öğrendiğime göre sağ ve gazetecilik yapıyor. Ne yazık ki kendi ülkesinde değil. Başka ülkelerden de arkadaşlarım oldu. Trinidad, Nijerya, Kenya, Polonya, Çekoslovakya… Sonuncusu en yakın arkadaşım müthiş bir kadındı. Kendisi Slovak, eşi Çekti. Aralarında önemli bir fikir ayrılığı daha sonra gönül ayrışmazlığına varan bir kültür uçurumu vardı. Çok acılar çekti. Zaman zaman ülkesinden uzaklaşmak durumunda kaldı. Bugün ülkenin en saygın isimlerinden biri olarak başarılı bir gazetecilik sürdürüyor.

Washington’da geçirdiğimiz oryantasyon programından sonra hepimiz kendi gazetelerimize doğru yola çıktık. Ben burs döneminde iki ayrı gazetede çalışmak üzere görevlendirilmiştim. The Tennessean ve USA Today. Tennessee eyaletinin başkenti Nashville’e indiğimde havaalanında beni sevimli tombik bir adam karşıladı. The Tennesean’ın yayın yönetmeniymiş meğerse. Nasıl ilgilendi benimle. Beni bir otele yerleştirdi. Giderken orada kaldığım süre içinde kullanacağım bir araba kiraladık. Araba otomatik. Çok güzel. Ama ben burada vites biliyorum. Görmeliydiniz canım… Evimi de  kiralamışlar. Ne güzel değil mi… Şehir dışında bir banliyöde. Adresi elime tutuşturdu. Yanaklarımdan öptü, önce gazeteye gelmemi sonra evime yerleşmemi söyledi.

Bu kadar kolay olmuyor. Benim o evi bulmam bugün düşünüyorum da bir maceraydı. Kaldığım süre boyunca kaybolmalarımla ün saldım. Yıllar önce onların çevre yolları, bugün bizim çevre yollarımızı onla katlayacak kadar gelişmişti. ABD’de gazeteciler şirket otomobilini değil, kendi araçlarını kullanıyorlar. İşe kendi aracınızla gidiyorsunuz. Benzin için kilometrenize göre masraf alıyorsunuz. Ben sonunda bir Nashville kurdu olup çıktım. Her yere fırt fırt arabayla… Biraz erken çıkmamı öğütlerlerdi hep. Ne de olsa kaybolma riskim hep vardı… Bir de merak konusu olmuştum artık. Çevre yolunda bir polis eşliğinde yaptığım U dönüşü bütün gazeteyi telaşlandırmıştı. Ama polis çaresiz, karşısında bir Türk, kurtulması ve onu doğru yola sokması gerek. Çaresiz bana U dönüşü yaptırmıştı.

Haber merkezinde bir yer verdiler. Kimse yüzüme bakmıyor. Yani “sana yardım edelim” yok. Herkes çok kibar, her gelen kendisini tanıştırıp “Hoşgeldin” diyor. Sonra dönüp işini yapıyor. Daha ilk gün… Haber müdürü elime bir haber tutuşturdu. Tam olarak anımsamıyorum ama yerel küçük bir haber. İtfaiyeye servisine ilişkin. Telefonla işi halletmem kafi olacak. İnsan kendi dilinde yazmadığı zaman tabii ki haber her zamankinden uzun sürüyor. Ertesi gün gazeteyi okurken benim haberin çıkmış olduğunu gördüm. Üstünde imzam var. Haber topu topu bir paragraf… Nasıl küçümsedim. Ben Türkiye’de bir paragraflık habere imza koymazdım ki… ABD’ye gitmeden önce Güneş Gazetesi’ndeydim. Dış haberler servisinde olmama karşın serbest muhabir gibi çalıştırılıyordum. Dil bilmek o zamanlar müthiş bir şeydi. Türkiye’de sivrilmek kolaydır. Ben de kısa zamanda Güneş’in sivrilen gençlerinden biri oldum. Öyle her habere gitmediğim gibi iki de bir fotoğrafımın sağda solda çıkması beni pek havalı yapıyordu. Bu bir paragraflık itfaiye haberine imza… Olmadı şimdi. İyi ki Türkiye’de değilim ele güne rezil olacağım.

Haber müdürü bir ara yanıma geldi. Haberin çıktı gördün mü dedi. Gördüm, imza koymasaydınız dedim. İlk dersimi o gün aldım: “Biz yazdığımız her satıra imza koyarız. Bu bir sorumluluktur. Bugün seni okurlar arayabilir. Daha fazla bilgi isteyen olabilir” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular indi. Gerçi yıllar sonra bu olayın anlamını kendi içimde daha fazla çözdüm, anlamlandırdım, şekillendirdim. Bizim buralarda imza çıkması prestijdir. Gazeteciliğe kimse bakmaz. Bizim buralarda haberi yapan önde, haber arkadadır. Bizim buralarda gazeteciler okur için değil, kendileri için haber yaparlar.

Dedim ya yıllar sonra daha fazla içselleştirdim. Geri kalmışlığımızı bu küçük örneğe bağladığım zamanlar çok  oldu. Bizde aslolan hep arkada; imaj, zarf hep öndedir. Yaşım ilerleyip, deneyimim arttıkça içeriğin geride, bir takım abuk subuk şeylerin önde olması beni çok ama çok rahatsız etti. İçeriği olmayan içerik üreticisi gazeteler. Ne komik değil mi… Traji komik. En acıklısı da bir gün kendinizi, gazeteciliği gazeteciliğin kağıt üzerindeki sahiplerine savunduğunuzda yaşadıklarınız. Onlar gazeteci olduklarını varsayalar. Ne de olsa gazetenin sahipleridir. Ama gazeteci olan sizsinizdir. Güç onlarda, kalem sizdedir. Bu, Türkiye’de aklı ve gönlü gazetecilikte olan pek çok arkadaşımın yaşadığı dilemmadır. Gazetecilik özel ve kutsal bir meslektir. Ben bu mesleğe girdiğimde “gazeteci doğulur” denirdi. Ben yıllar sona gazeteci doğmanın çok az insana nasip olabileceğini, ancak gazeteci olunabileceğini, fakat önemli olanın gazeteci olarak ölmek olduğuna kanaat getirdim.

Yıllar sonra gazeteciliği yapabileceğim bir başka platform yaratabilme cesaretini kendimde bulduysam, bunda AFPF yıllarında öğrendiklerimin payı da var. Dün gazetecilik olarak tek bir kelimeye sıkıştırdığım mesleğime, bugün belki yine tek kelime ama daha geniş anlamlı bir kelimeyle “iletişim” gözlüğü ile bakıyorum. İletişim, bugünün, yarının, her günün en önemli konusu. İletişim çokları tarafından çok hafife alınır nedense. Herkes iletişim kurabilir, herkes yazı yazabilir… Bu biraz “ağzı olan konuşuyor” olmuyor mu? Bizim ülkemizde yaşadıklarımız sanırım böyle nitelendirilebilir. İletişim kurduğumuz, hatta kurmak istediğimizden bile emin değilim.

Nashville Tennessean maceram bu kadarla sınırlı değil. Orada gazetecilik yaptığım süre içinde sürmanşete kadar çıktım. Türkiye hakkında yazdım, dizi yazılar  hazırladım, bolca habere gittim. Olay yarattım… Nashville’de beni tanımayan kalmadı.

Washnington’a ikinci görevim USA Today’e geldiğimde beni bir başka kültür şoku bekliyordu. Rosslyn’deki İkiz Binalar, o zaman rüya gibiydi. Evim şehrin göbeğinde… Gazeteye adımımı attığımda son derece profesyonel bir ortama girdim. Elime bir kağıt tutuşturuldu hangi saatte nerede olmam gerektiği yazıyordu. Adım adım USA Today elamanı olacaktım. Foto çekimi, kart basımı, insan kaynaklarıyla konuşma, el kitabını okuma, yemek alanını görme, binayı tanıma… Sonra kalacağım süre içinde görev yapacağım servisler. Haber merkezi, yazı kurulu, dış haberler…

En çok sevdiğim yer yazı ve yayın kurulu oldu. Bir kere orası daha da lüks bir mekandı. Kabul etmek gerek. Haber merkezinin kargaşası, dağınıklığı yok. Pek şık… Ama bunlar değil anlatmak istediğim. Bir gazetenin günlük, haftalık, aylık, yıllık ana fikri nasıl ortaya çıkartılır, onu  gördüm orada. USA Today’in bir yazarlar grubu var. Bu yazarlar kendi köşelerini kafalarına estiği gibi dolduramazlar. Öyle annemden, teyzemden, kızımdan, köpeğimden, hamileliğimden söz edeyim, laf olsun torba dolsun yok. Kendimi ön plana çıkarayım kim takar gazeteciliği, ben ve maceralarım gibi bir anlayış uğramamış. Kısacası gazetede habercilik yapılıyor, yorumlar ciddiye alınıyor.

Yazarların her biri farklı uzmanlık alanlarını temsil ediyorlar. Biri savunma, biri dış politika, biri iç politika, diğeri ekonomi, çevre vs. Gazetenin yazarların yazacağı konuları belirlemesine gelince bir masa etrafında günün önemli olayları tartışılıyor. Hangileri bunlardır diye ortaya dökülüyor. USA Today’in tavrı nedir, ne olmalıdır, diye konular masaya yatırılıyor. Bu konuların o gün ele alınmasının gerekliliğine karar veriliyor. Gazetenin tavrı ortaya konuyor, ne kadar sert bir tutum takınması gerektiği belirleniyor. Bu arada konuların hangisinin gazetenin baş yazısı olacağı buna kim ya da kimlerin katkısı olacağı belirleniyor. Diğer konular yazarlar arasında paylaştırılıyor.

Ergenlik, çocukların en zor geçirdiği dönemdir değil mi?  Bir şeyler değişir ama ne değiştiğini ne onlar, ne aileleri tam bilemez. Ben bu ergenliği iki kez yaşadım. Birincisi, yani normal olanı, o kadar sancılı geçmedi. Biraz huysuzluk yaptığımı anımsıyorum. Annemle pek didişirdim. İkincisi, geç gelen ve fazladan olan beni mahvetti. Çevremi de. Bir tek annem olsa didiştiğim… Önce kendim, sonra herkes… AFPF bitmiş Türkiye’ye dönmüştüm. Altı ay bazen çok uzun bazen çok kısa gelebiliyor. Orada gördüklerim ile döndüğümde bulduklarım (çabuk unutmuşum) geceyle gündüz kadar farklıydı. Benim orada gördüğüm her şey doğru değildi. Eğrisi de vardı. Doğru ile eğriyi ayırmanıza yarayan mekanizma ise işliyordu. İkisinden birini seçmekte özgürdünüz. Ama sonuçlarına da katlanmanız bekleniyordu. Orada bedelsiz bir şey yoktu. Burada enseye tokat işliyordu. Orası… Burası… Gazeteciliğe adım attığım ve bir süre başarıyla yürüttükten sonra medyanın MBA’yi gibi uygulamalı olarak aldığım bu burs giderken değil ama dönüşte beni sarstı. Giderken  yeni bir macera diye kelebekler gibi uçuşuyordum. Döndüğümde taşlar yerinden oynadı. Tekrar oturana kadar biraz acıttı.

O acıyı çektiğim için çok ama çok mutluyum. Sevgili Jean, iyi ki böyle bir şeye ön ayak olmuşsun.

 

Paylaş