Avusturyalı Helmut diyor ki; “Bir Türk tanıyorum. İki karısı var. İkisi de tek kelime Almanca bilmiyor. Adam onları dövüyor. İki oğlu var. Babalarından çok korkuyorlar. Biz Hıristiyanız onlar Müslüman. Ben Türklerin AB’ye girmesine karşıyım.”
Bu hafta başta The Guardian’da ve bu gazeteden alıntı yaparak pek çok başka yerde yer alan Türkiye Avrupa Birliği konulu yazı, araştırma ve makalelerde “1683’te Türkler işgalciydi” cümlesi yer alıyor. Haberin devamında “2004’te birçok Avrupalı Türkleri hala öyle görüyor” yorumu yapıldı. Viyana’daki bir döner tezgahının fotoğrafının yer aldığı haberde, AB’nin Türkiye hakkındaki önemli kararı arifesinde eski korkuların canlandığı belirtiliyor. Gazete, her 3 Avusturyalıdan birinin Helmut gibi düşündüğünü yazıyor.
The Wall Street Journal’da biraz daha soğukkanlı bir yaklaşım vardı; “ Türkler ipi göğüsleyecekken yere mi çakılıyor?” diye soruyor gazete…
Sizce bu yorumlar ne kadar haklı, ne kadar haksız.
Şunu söyleyeyim benim kanıma dokunuyor. Çok üzülüyorum ama düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Yıllar önce ben daha küçüğüm, orta bir talebesiyim… ABD’de yaşıyoruz. Annemle babam katıldıkları davetten şaşkınlık içinde döndüler. Türk olduğunu öğrenen bir Amerikalı annemle müthiş ilgilenmiş ve merakını gidermek için çeşitli sorular sormuş, annemi kızdırmış, çileden çıkarmış… Sorular şöyle; Kocanızın kaçıncı eşisiniz… Eşleri arasında nasıl bir seçim yaptı… Neden sizi ABD’ye getirmeye karar verdi… Herhalde en genç, en güzel sizsiniz… Küçük dilini yutan annem, uzun süre bu “entel” Amerikalıya laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ve ilkelerini anlatmış, bizi diğer İslam ülkeleriyle karıştırdığını, bilgilerinin eksik ve yanlış olduğunu vurgulamış. Entel Amerikalının “dantel” şeklinde işlenip işlenemediğini hiçbir zaman öğrenemedik. Ama biz bu yaklaşımla daha sonra da karşılaştık. Donanımlı olmuştuk artık, kızmadan, küsmeden anlatmaya çalıştık, çalışıyoruz.
Aradan yıllar geçti, benim kızım birkaç yıla kadar o günkü benim yaşıma gelecek. Peki o nasıl Türkiye sorularıyla karşılaşacak acaba? Zaman zaman moral bozukluğu yaşıyorum. Onun da aradan iki nesil geçip benzer konuşma ve tartışmalar içinde olmasını istemiyorum. Düşünebiliyor musunuz, bugün biz kendi içimizde o gün annemi kahreden konuşmalarının alasını yapıyoruz. Zina, çok eşlilik, imam nikahı, imam hatipler…
Türkiye zina yüzünden Avrupa Birliği trenine atlayamıyor. Türkiye bu zihniyet yüzünde küresel treni kaçırıyor. Bizim yakalamak istediğimiz “hızlı tren” nereye gidiyor acaba?…
Samsun Belediye Başkanı yememiş içmemiş halkına hizmet getirmek için elinden geleni yapmış. Belediye bünyesinde motorize Ahlak Zabıtası ekipleri oluşturmuş. Ahlak zabıtası ekipleri özellikle gençlerin rağbet edebileceği sahil şeridi gibi alanları seçmiş ve kamp kurmuş. Erkek ya da kız arkadaşınızla el ele tutuştuğunuz görülürse, uyarılıyorsunuz. Hele olur da birinizden biriniz diğerinin omzuna elinizi atarsanız, sanıyorum iki güne kadar tartaklanacaksınız.
Bunun adına kendi kendini bacağından vurmak denir. Başka bir adı yoktur.
Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesi halinde en yoksul, en kalabalık ülke olarak kendileri için facia olacağını düşünüyorlar. Bizim Avrupalı olmadığımızı iddia ediyorlar.
Peki biz bunları yalanlamak için ne yapıyoruz?…
Türkiye’de 12.6 milyon kişi 2 dolar kabul edilen yoksulluk sınırının altında harcıyor. Günlük tüketimi 1.9 dolar olan en yoksul kesimin gıda harcaması ise 0.78 dolar
Türkiye’de yaşayan 12.6 milyona yakın kişi günlük 1.9 dolar harcamayla geçinmeye çalışıyor. Yoksulluk sınırının altında olan gelirler aylık 60 doları bile bulmazken en yoksul ile en zengin kesim arasında dört katlık bir fark bulunuyor.
Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımıza bakıp, oluşturdukları fotoğraflarla bizi değerlendiriyorlar. Peki haksızlar mı? Geçen gün bir liste yayınlandı. Başlığı şuydu;
“Türkiye’de neredeyse hiç tanınmayan dünyaca ünlü Türkler Top 10”
1- Dünyaca ünlü Türk dermatolog Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet
2- Dünyaca ünlü Türk tasarımcı Murat Günak
3- Dünyaca ünlü Türk caz sanatçısı Önder Focan
4- Dünyaca ünlü Türk sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin
5- Dünyaca ünlü Türk besteci ve orkestra şefi Çetin Işıközlü
6- Dünyaca ünlü Türk flüt sanatçısı Şefika Kutluer
7- Dünyaca ünlü Türk fizikçi Feza Gürsoy
8- Dünyaca ünlü Türk virtüöz Ömer Faruk Tekbilek
9- Dünyaca ünlü Türk ressam Mehmet Güler
10- Dünyaca ünlü Türk piyanist İdil Biret
Biz bu listede yer alan ve almayanları kendimiz tanımazken başkalarının bizi tanımasını bekleyebilir miyiz? Tarkan’dan başka ünlü bilmez, pop starlarla ömür tüketirsek olacağı bu değil mi…
Türkiye, dil bilmeyen iki karısıyla aynı evi paylaşan ve onları döven adamı Avusturya’ya işçi olarak göndermiş, başından atmış unutmuş. Orada bizi temsil ediyor. Bir de bana sorsunlar bakayım, ben acaba bizim adamı beğenmeyen Helmut’u ne kadar beğeneceğim? Ama bunu söyleyemiyorum, söylesem de dinletemiyorum. Ben 40 yıl önce, “Sizin bir parçanız olmak istiyorum” diye resmen başvurmuşum, bugün “Benim iç işime karıştırmam” diye yan çizemem.
Daha başka tarifi zor tersliklerden söz edeyim mi? Onların ekmeğine yağ süren garipliklerimizden…
Gelir dağılımı giderek bozulan Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik kesimle en yoksul yüzde 20’lik kesimin eğitim, sağlık, kültür harcamaları arasında dağlar kadar fark oluştu. Türkiye’nin en zengin ailelerinin eğitim harcamaları, en yoksul ailelerin eğitim için yaptığı harcamanın 56.6 katına kadar yükseldi. İki kesim arasındaki fark; sağlıkta 4.8 kat, ulaştırmada 15.2 kat, gıdada 2.2 kat, giyimde 6.9 kat, konut, su, elektrikte 4 kat, mobilyada 6.8 kat, haberleşmede 7.2 kat, lokanta ve otelde 7.4 kat oldu.
Haydi güzel hatırınız için iki örnek daha…
İlki; Kişi başına ulaşa ulaşa 4 bin dolar milli gelire ulaşabiliyoruz.
Dolar olarak kişi başına milli gelirimiz 1998 yılında 3 bin 46 dolardı. 1999 yılında yüzde 10.5 azaldı, 2 bin 839 dolar oldu. 2000 yılında yüzde 5.2 büyüdü, 2 bin 987 dolar oldu. 2001 yılında yüzde 29.7 oranında küçüldü, 2101 dolara düştü. 2002 yılında yüzde 23.6 büyüdü 2 bin 598 dolara çıktı. 2003 yılında yüzde 30.2 büyüdü, 3383 dolara çıktı. Devlet Bakanı Babacan, “Geçen yıl 3 bin 383 dolar olan kişi başı milli gelirin bu yıl 4 bin dolara çıkabileceğini” söyledi.
İkincisi; Bilimsel başarı listelerinde üniversitelerimizin adı yok. Uluslararası bir araştırma, zirvedeki ilk 500 üniversiteyi belirledi. Şili, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Meksika, Singapur, Güney Kore gibi ülkelerin yer aldığı dünya klasmanına Türkiye’den hiçbir üniversite giremedi.
Başarı kriterlerinde şu soruların cevapları arandı:
√ Üniversitelerin mezun veya personelinden biri Nobel ödülü veya alanında bir madalya almış mı?
√ Bilimsel çalışmalarda referans verilen kaynakları var mı?
√ Uluslararası Bilimsel Atıf İndeksi’nde yer alıyor mu?
Sonuç şöyle özetlenebilir: Üniversitelerimizdeki makale sayısında artış olmasına rağmen yayınlar bilim dünyasına katkı bakımından değerli kabul edilmiyor. Türkiye’nin dünya bilimine katkısı 0,06.
Bazılarımızın varlığının temeli AB’ye üyelikten geçiyor, fakat bunun farkında olmuyor. Birden ortaya olmayan bir gündem maddesi olarak zina çıkıyor.
Bu kendi kendini bacaktan vurmak durumu aslında birkaç açıdan çalışıyor.
Bacaktan kendini vurmanın ilk hali; AB Türkiye ilişkilerindeki olumsuzluk… Özetle AB’ye hiçbir zaman hiçbir koşulda girememek. Müzakerelerin başlamasına hiç bu kadar yakın olmamışken, kapıdan geri çevrilmek.
Bacaktan kendini vurmanın ikinci hali; açıklanacak olumsuz en ufak kararın ekonomiyi allak bullak etmesidir. Faizin tavan, borsanın taban, dövizin tsunami olacağı tahmin etmek sanırım zor değil. Cılız Türk ekonomisinin ve onu yaratan özel sektörü bekleyen tehlikeyi, mevcut istihdam sorununun üzerine eklenecek yeni işsizleri düşünmek istemiyorum.
Kendi kendini vurmanın üçüncü hali ise mevcut iktidar için söz konusu. Geçmiş iktidarların basiretsizliği ve beceriksizliği nedeniyle küçük ve katı tabanı, geniş ve tepkisel yüzer oylar sayesinde işbaşına gelen bu hükümetin, AB’ye girişi tehlikeye düşen bir Türkiye resmine daha ne kadar bakabileceğini sanıyorsunuz.
Bu noktada vermek istediğim ilginç bir örnek var. O da, küçük bir tabanla çoğunluğun oylarını alarak iktidara geldi. Bundan 5 ay önce görevi teslim alan İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero’dan söz ediyorum.
Halkın tepki oylarıyla güçlü Jose Maria Aznar’ı devirdi. Böylesi sürprizler bir tek bizim ülkemizde yaşanmıyor. Muhalefet Zapatero’nun, bir önceki iktidarın ektiklerini biçtiğini ve bu yüzden sempatiyle göreve devam ettiğini ama günlerinin sayılı olduğunu söylüyor. Zaman her şeyi gösterecek. İş yapmayanlar koltukta fazla kalamıyor.
Zapatero o güne kadar denenmemişti. Aydınlık bir yüzdü. Irak’ta kaybettikleri askerlerden sonra, ülkenin kalbinde patlayan bomba yüzünden ölen yüzlerce İspanyolun öfkesiyle tepkili herkes bir kez de onu denemek için sandığa gidip destek verdi.
Zapatero geçtiğimiz hafta verdiği bir röportajda; “Ben müthiş bir lider olacağıma iyi bir demokrat olmak istiyorum” dedi. Başbakan Zapatero şöyle sürdürdü sözlerini; “Demokratik güç halkımın çoğunluğunun sahip olduğu tek şey. Kurumların ve medyanın yeterince gücü var. Bu koltuğa oturmamın nedeni, popüler lider olmak değil, iyi bir demokrat olmaktır.”
Zapatero’nun açıklamalarından bana kalırsa bizim iktidarımıza örnek teşkil etmesi gereken önemli bir başka yaklaşım da şöyle;
“Maçoluktan nefret etmekle kalmıyorum. Ben kendimi feminist olarak konumlandırıyorum. Yüzyıllar boyunca dünyayı erkek hegemonyasıyla yönettik. Yeri gelince kölelikten, tahakküm etmekten, haksız baskılarda konuşuyor şikayet ediyoruz. Ama gelmiş geçmiş en haksız baskı, dünya nüfusunun yarısının, diğer yarısı üzerinde uyguladığı baskıdır.”
Son bir cümle; lütfen yanlış anlaşılmasın AB maceramızı algılamaya başladığım ilk günden beri körü körüne AB üyesi olmamız gerektiğini düşünmedim. Tam tersine Türkiye’nin attığı tüm adımları, aldığı tüm kararları Helmut için değil, Ayşe, Fatma, Ahmet, Mehmet için yapması gerektiğine inandım. Bu inancımı hiçbir zaman kaybetmeyeceğim gibi, bu yoldaki bireysel mücadeleme de hiçbir zaman ara vermeyeceğim. Sizleri de bilinçli birer vatandaş olmaya, elinizden ne geliyor ise onu yapmaya, ama her şeyden önce sormaya sorgulamaya davet ediyorum.