Her Şeyden Biraz, Ama En Çok Edebiyat

Kürşat Başar pek çok kimliğe sahip. Yaptığı projelerin üzerinde hızlı ve doludizgin konuştuk, sizin de keyifle okuyacağınız bir söyleşi çıktı ümidindeyim. Kendisini en çok içinde hissettiği şey yazı/edebiyat… Nasıl diyeceksiniz biliyorum, o kadar çok şeyi aynı anda yapıyor ki, gazeteci mi, müzisyen mi, senarist ya da oyuncu mu, yoksa edebiyatçı mı, televizyoncu mu yoksa radyocu mu?.. Hepsi var, hepsinden biraz. En çok edebiyat! Kendi kitaplarını sponsor etmek için çalıştığını söylüyor.  Her şeyin tesadüfen ayağına geldiğini ileri sürüyor ve başarıyı, ne yapıyorsa iyi yapmak olarak tanımlıyor.

 

 

Yaprak Özer: Yazar, gazeteci, müzisyen, senarist, oyuncu, radyo. Hakikaten hangisi meslek, bunların hepsi mi bir arada olmalıydı? Biz bu programda başarı nedir diye başlıyoruz ya da başarı nedir diye bitiriyoruz.

Kürşat Başar: Şimdi aslında genel olarak siz daha iyi biliyorsunuz bunun sistemlerini de öğrettiğiniz için. Başarı deyince veya kariyer deyince belli bir işte uzmanlaşmak, onun üstüne sürekli bir şeyler koyarak geliştirmek anlaşılıyor aslında. Belki de doğrusu da o. Ben tam tersine öyle bir şey yapmadım hiç hayatımda. Yani net olarak bir meslek de seçmiş sayılmam. Çünkü felsefe eğitimi gördüm, o eğitimi görürken aynı zamanda tiyatroyla ilgileniyordum ve gazeteciliğe başladım. Gazeteciliğe başlamamın sebebi de aslında tamamen geçim kaygısından dolayıydı, çünkü o sırada evlenmiştim.

 

Yaprak Özer: Kız vermezler deyip müzisyen olacağıma gazeteci olayım demişsiniz.

Kürşat Başar: O biraz işin esprisi tabii. O zamanlar bateri çalıyordum aslında. O zamanlar müzisyenlik zor bir şeydi, hala çok zor bir şey… Yani bir evi geçindirmek zor bir şeydi. Dolayısıyla düzenli bir işin olması lazım. Bir yandan okul var falan onun için gazetecilik bana daha uygun geldi. Aynı zamanda liseden itibaren hikayeler yazıyorum, “Bir şeyler yazıyorum, okumakla edebiyatla çocukluğumdan beri çok ilgiliyim” diye gazeteciliğe başladım, yani biraz aslında tesadüflerle oluşmuş bir durum var.

 

Yaprak Özer: Gazetecilik o zamanlar herhalde daha istikrarlı bir meslekti.

Kürşat Başar: Hep çilekeş bir meslekti.

 

Yaprak Özer: Müzisyene verilmeyen kız, gazeteciye verilmiş onu anladık değil mi?

Kürşat Başar: O zamanlar gazeteciler biraz daha saygı duyulan insanlardı zannediyorum. 18-19 yaşlarında başladığım için ben gazeteciliğe; aynı zamanda tabii bir takım değişimler dönüşümlerde de siz orada bulunuyorsunuz doğal olarak. Aslında böyle bir şans meselesi. Televizyonlar açılınca, özel radyolar kurulunca, doğal olarak kim yetişmiş eleman olacak; işte gazetelerden, dergilerden gelenler. Onların teklifleri geldi, onları yapmaya başladım, derken yöneticilik böyle gitti.

 

Yaprak Özer: İyi gitti değil mi? Keyifli gitti galiba.

Kürşat Başar: Benim esas yaptığım şey, sevdiğim işim dediğim, kendimi onun içinde hissettiğim şey yazıdır, edebiyattır. Ama tabii edebiyatla Türkiye’de yaşanmadığı için aslında kendi kitaplarımı sponsor etmek için çalıştım.

 

Yaprak Özer: Yazarlıktan kazananlar da var aslında artık.

Kürşat Başar: Şu anda tabii eskiye nazaran çok daha yüksek kazançlar söz konusu ama şöyle düşünürsen tabii ben mesela 6-7 yılda bir kitap yazan birisiyim. Oradan mümkün değil öyle bir şey. Ya çok üretim yapacaksınız bir best seller yazar olarak ya bir takım siyasi, güncel kitaplar yazmanız lazım, ya sizin alanınızda bir takım danışmanlık kitapları gibi kişisel gelişim ya da öyle şeyler.

 

Yaprak Özer: Gazeteciliğe Hürriyet’te başlamıştınız değil mi? Hürriyet Gösteri o zamanlar çok önemliydi.

Kürşat Başar: Gösteri bir sanat-edebiyat dergisi evet. Hala da çıkıyor. O zamanlar 5 bin satardık şu ana göre mucizevi bir rakam sayılır çünkü şimdi artık moda dergileri o kadar satıyor galiba.

 

Yaprak Özer: Derken Güneş gazetesi, Aktüel dergisi, Yeniyüzyıl, Star, Akşam, radyo yayınları; TRT, ondan sonra Power FM… Cumhuriyet gazetesi gibi değişik bir yelpaze var. Şu anda Cumhuriyet’te yazıyorsunuz…

Kürşat Başar: TRT’de 7-8 yıl caz programı yaptım “Caz Duygusu” diye ama çok eski 80’ler zannediyorum. Sonra da 90’larda da Power FM’de uzun yıllar sabah yorumları yaptım. Orada sabah çok kısa bir yorumum vardı “Günün Yorumu” diye. Radyoda köşe yazısı gibi bir şey de ilk defa bu oldu sanıyorum. Sonra Fatih Altaylı başlamıştı mesela onunki de çok ilgi çekiciydi ama onunki uzundu. Benimki çok kısa; 2 dakikalık bir şeydi, tam bir köşe yazısı uzunluğunda.

 

Yani gazetenin televizyonda okunması tabii tuhaf bir şey başka bir yerde var mı bilmiyorum tam olarak çünkü gazetecilik açısından da absürd bir şey. Şimdi siz sabah gidip gazete alacak adama onu bedava okuyorsunuz bu aslında olacak iş değil ama yapıyorlar bunu. Biraz enteresan bir şey.

 

Ama bizde mesela televizyon haberciliğinde de başka enteresan şeyler var: durmadan her şey alt yazıyla anlatılıyor. Halbuki haberi görüntüyle anlatamıyorsanız, bir haberin eğer fotoğrafı yoksa siz altını yazarak haber olmaz. Haber biliyorsunuz ki fotoğraftan ve yazıdan oluşur. Eğer iyi bir fotoğrafınız yoksa haber yoktur.

 

Yaprak Özer: Tempo, Aktüel gibi dergilerin tirajları hayli yüksekti…

Kürşat Başar: Yani ben Aktüel’de ve hatta sonra Tempo’da 60’lı 70’li tirajları hatırlıyorum. Tempo’da zannediyorum çok büyük bir sayı yapmıştım o 70 bini bulmuştu. Hatta ikinci baskısını da yapabilirdik ama yapmadık.

 

Yaprak Özer: Televizyonda yine TRT var görüyorum, Kanal 6. 

Kürşat Başar: İlk TRT ile başladım. O bir aktüalite programıydı, haber öncesiydi. O tam “70 milyon bizi izliyor” programıydı; o zaman tek kanaldı. Ben eve döndüm ilk çekimden, birdenbire mahalledeki bütün esnaf kapıların önüne çıkmıştı, o zaman birdenbire tanındığımı anladım.

 

Yaprak Özer: Peki nasıl oldu televizyona geçiş?

Kürşat Başar: Güneş Gazetesi’nde çalışırken TRT’deki bazı yapımcılar bir değişiklik istemişler. Hep aynı yüzler, aynı şeyler olmasın biraz daha gençleşelim diye. Ben o zaman herhalde 28 yaşındaydım. Bana böyle bir teklifte bulundular. Daha doğrusu ben bir canlı yayına gittim, kitabım çıkmıştı. Canlı yayında sunucunun bir hatası oldu, ben de onu kapatmak durumunda kaldım bir refleks olarak. Bu da zannediyorum Ankara’daki yöneticilerin ilgisini çekmiş. Bana böyle bir teklif geldi, “ben anlamam bu işten” dedim. Beni biraz da gaza getirdiler açıkçası.

 

Yaprak Özer: O canlı yayın rahat bitti mi?

Kürşat Başar: Ben o canlı yayının nasıl bittiğini hatırlamıyorum. “Buradan gidiyorum, bir daha da gelmeyeceğim” dedim sonra zorla oturttular, tabii yine devam ettik.

 

Yaprak Özer: “Yaz Sohbetleri” ve bir de ondan yemek sohbeti hatırlıyorum.

Kürşat Başar: Evet “Kürşat Başar’la” dediğimiz program o.

 

Yaprak Özer: İnsanlar bir yandan yemek yiyorlar, bir yandan hafif bir kaos, gizemli bir ortam, uzun bir masa, bolca şamdan. Kolay değildi herhalde.

Kürşat Başar: Programın zorluğu aslında o yemek yenmesi, dekoru değil, onlar teknik şeyler. Çünkü biraz sizin yayında olduğunuzu unutturmaya çalışıyorum yani bütün dava o. Yayında olduğunuz zaman gardınızı alıyorsunuz, unutuyor insanlar aslında. Değişik insanlar bir araya geliyor ve bir sohbet oluşuyor. Formatın bir zorluğu aslında şu; orada tek bir konu konuşulmuyor veya kişilere ait konular konuşulmuyor, herhangi bir konu açılıyor herkes o konuda konuşuyor. Her konu açılabiliyor. Ev sohbeti gibi yani. Ama onu idare etmek çok zor.

 

Yaprak Özer: Nedir bu çok seslilik, çok meslek, çok ses hep böyle birden fazla bir şey var galiba hayatınızda değil mi?

Kürşat Başar: Yani açıkçası normal bizim alıştığımız televizyon formatlarını ben o kadar çok yaptım ki binlerce program yaptım. Hem canlı yayın yaptım hem yarışma programı da yaptım, çok fazla program. Talk Show yaptım. Bu da artık biraz daha “insanların doğal ve samimi olabildiği bir şeyi nasıl kurarız” diye düşünerek aslında ortaya çıkmış bir şeydi.

 

Yaprak Özer: Ve gelelim kitaplara. “Kitaplar aslında mesleğim” dediniz biraz önce. Kitapları hemen hatırlatalım “Kış İkindisinin Evinde”, “Konuştuğumuz Gibi Uzaklara”, “Sen Olsaydın Yapmazdın Biliyorum” gibi. “Başucumda Müzik” o en son roman…“Çok Güldük Ağlamayalım”. Daha çok matrak yazılarınızdan oluşan bir kitap. “Eğreti Yaşamlar”… Satış rakamlarından söz edecek olursak, o kitaplar mutlu etti mi sizi?

Kürşat Başar: Beni etti çünkü benim kitaplarım bu ilk hikaye kitabı da dahil olmak üzere ilginç bir şekilde ciddi satış rakamlarına ulaştı her zaman. Onun için beni mutlu etti. Ama dediğim gibi çok aralıklı yazdığım için kitapları fazla bir şey fark etmiyor.

 

Yaprak Özer: Biriktirmek mi gerekiyor? Yani onun için mi nedir? Ya da “Bir sürü renk var hayatımda neden buna kapanayım” gibi bir şey mi?

Kürşat Başar: Biraz içinizden gelmekle ilgili bir şey. Çünkü ben edebiyatı biraz daha içten gelen bir şey olarak görmek istiyorum, öyle hissetmek istiyorum. Yazdığım bir şeyi sonradan kendim okuduğum zaman sıkılmamak isterim. Onu ben de beğenmek isterim. Onun için de çok uğraşmanız gerekiyor gerçekte, bana göre öyle. Tabii dümdüz de bir roman yazılabiliyor veya herkes bir şekilde hayatını da düz yazıp anlatabilir o da bir roman olabilir ama ben orada bir ses duymak istiyorum. Şiirsel bir şey olsun istiyorum. Kendime göre yani belki çok kişinin dikkat etmediği bir matematiği var romanın içerisinde, kurgusu var, montajın yapılması var; bütün bunlar çok zaman alan şeyler. Ve herhangi bir konuyu da sadece konu olsun diye yazmaktan hoşlanmıyorum genellikle onun için uzun sürüyor.

 

Yaprak Özer: O matematiğe biraz girelim mi. Mesela ben hatırlarım birkaç yazarla sohbetimde herkes bir romanın matematiğinin olmasına bu kadar sevecen yaklaşmıyor. Olduğu gibi gelsin, aksın ama yine de bir matematiği vardır herhalde diye düşünüyorum.

Kürşat Başar: Bunun bir kurgusu var, sinema gibi aslında. Bir sürü sahneleri var ama bir kurgusu olması lazım. Tabii orada bir teknik devreye giriyor. O tekniği çalışmıyorsanız o zaman olmaz. Yani roman ya sarkar, ya belli bölümleri gereksiz uzar, okuyucuyu sıkar. Sizin çok güzel anlattığınızı zannettiğiniz şeyleri unutmuş olabilirsiniz, anlatmamışsınızdır veya tekrarlamadığınız için insanlar hatırlamaz, dağılır roman. Dolayısıyla bir ana şeyi bitirdikten sonra mutlaka bir teknik çalışması var. Mesela ayıklamanız lazım bazı şeyleri, atmanız lazım kıyıp. Yani her yazdığınızı koyamazsınız.

 

Yaprak Özer: Kıyılabiliyor mu?

Kürşat Başar: Tabii. Gazetecilikten geldiğim için kıyarım başkalarının yazılarını at at alıştığım için.

 

Yaprak Özer: Bir yazar, romanı ile ilişkisini nasıl bitirebilir? Daha sonra okuduğumda yine hala istemem lazım, bir kere ne kadar okursunuz?

Kürşat Başar: Yani on yılda bir falan okuyorum herhalde öyle açıp açıp okuduğum söylenemez ama okuduğum zaman hala mesela beni şaşırtan cümleler oluyor, unutmuşum öyle bir şey yazdığımı mesela. Ya da yeni bir şey yazıyorum, yeni düşündüğümü zannediyorum onu halbuki ona benzer bir şeyi 10-15 yıl evvel yazmışım gibi şeyler oluyor.

 

Yaprak Özer: Ayrılma süreci sizde kolay mıdır? Yani artık bu roman bitti, tamam benim bununla işim bitti deme süreci nasıl bir şeydir?

Kürşat Başar: Bende bitene kadar uzun sürüyor. Bitince mesele yok. Kucağımda kitaplarla gezmiyorum.

 

Yaprak Özer: Gazetecilikte de bazı arkadaşlar bir türlü haberleriyle vedalaşamazlar.

Kürşat Başar: Tabii gazetecilikte çok önemli bir şey.

 

Yaprak Özer: Günlük kısa yazmak, tempolu yazmak, sonra da roman yazmak… Bu ikisinin arasındaki denge nasıl, hangisi sevilir, hangisi sevilmez?

Kürşat Başar: Şimdi ben tabii ki çok uzun yıllar aslında çok muhabirlik yapmadım doğrusu. Çok genç yaşta çünkü yöneticilik yapmaya başladım, sonra da köşe yazarlığına geçtim. 10-15 yıldır neredeyse köşe yazıyorum zaten. Köşe yazarlığında tabii kısa anlatman lazım meseleyi ve çok hedefe yönelik anlatman lazım. Yani okuyucunun anlayacağı şekilde ne diyorsan net olarak söylemen lazım. Ben biraz köşe yazısını diğer kitaplardan, edebiyattan ayrı tutuyorum. Mesela bazı arkadaşlarımız var, onların çok edebi üslubu var veya çok kendilerine özgü ağır bir üslupları var, o şekilde yazıyorlar. Ben onu tercih etmedim, ben köşe yazılarımda daha net, yalın, çok anlaşılır bir şekilde yazıyorum çünkü öyle bir hedefi olduğunu düşünüyorum o yazının. Ama romanın öyle bir hedefi yok.

 

Yaprak Özer: Ama romanlarınız romantik, köşe yazılarınız daha gerçekçi.

Kürşat Başar: Bir tanesinde bir hedef var. Sizin bir okuyucunuz var ve ona bir şey anlatmak istiyorsunuz o günle ilgili. Beni seven veya o kitabı merak eden insanlar okuyacak, dolayısıyla orada öyle bir şey yok. Orada daha rahatım. Bir de başka bir şey, kendinize kurduğunuz bir dünya, bir tanesi güncel olaylar üstüne yorum-sonuç olarak düşüncelerinizi aktardığınız bir şey. Onu ben bir felsefe eğitimi de görmüş, bunca kitap okumuş bir Türk yazarı olarak orada bu konular hakkında kendi görüşlerimi aktarmak olarak görüyorum.

 

Yaprak Özer: Kadınlarla ilişki konusu, biliyorum bu kızdıran bir soru klişe ama ben de çok planladım bunu soracaktım mutlaka. Romanlardan kaynaklanan bir şey değil mi, kadınlar sizi, siz kadınları iyi anlıyorsunuz gibi bir durum sezdim ben.

Kürşat Başar: Aslında romanlardan kaynaklanan bir şey çünkü özellikle “Başucumda Müzik”in anlatıcı kişisi kadın olduğu için. Esasen oradaki ayrım şöyle: bu birinci tekil şahıs olduğu için şaşırma var yoksa birçok yazar bir kahramanın ağzından konuşturur onları zaten. Yani kadın erkek fark etmez. Fazla iç dünyasını anlattığı için orada ve zannediyorum o bazı noktalarda kadınların “bunu nasıl biliyor” diye düşündükleri için etkilenmişler.

 

Kadınları anlamak diye bir şey çünkü söz konusu değil. Şu anlamda söz konusu değil, çok karmaşık oldukları için değil yani her kadın her insan başka birisi, yani böyle çok genel şeyler söylemek zor. Her zaman şaşırırsınız.

 

Yaprak Özer: Güzel değil mi kadınlar tarafından sevilen bir yazar olmak? Yakışıklı yazar olarak gösterilmek.

Kürşat Başar: Çok güzel tabii onda hiç şüpheniz olmasın çok memnunum, ondan dolayı bir şikayetim yok.

 

Yaprak Özer: Müziğe geçelim mi biraz. Şimdi tenor ve soprano saksofon çalan bir gazeteciyle karşı karşıyayım ve “Keşke Burada Olsaydın” diye bir de yeni bir albüm… Üstelik baktığımda da hayli ilgi gören bir albüm, rakamlar onu gösteriyor ama elimizde öyle bilimsel bir rakam yok. Uzun bir süre ara mı vermiştiniz siz müziğe?

Kürşat Başar: Aslında ara verdim de denemez tabii. Ben bunu bir anlamda hobi gibi yapıyordum. Tek başıma veya çok nadiren bazı arkadaşlar bir araya gelince. Çünkü bu kadar şey yapınca arada vakit kalmıyor, müzik çok ciddi vakit isteyen bir iş, çok çalışmanız lazım. Dil öğrenmek gibi aslında biraz.

 

Yaprak Özer: Ne kadar çalışıyorsunuz?

Kürşat Başar: Şimdilerde her gün çalışıyorum. Uzun yıllar boyunca tabii çalışmadım doğal olarak çünkü bir şeye zorlanmayınca insan yapmıyor. Yani spora gitmek, iki gün gidiyorsun üç gün gidiyorsun ama sonra bir daha gitmiyorsun. Ama bir tarafın kırılmışsa o zaman gidiyorsun, onun gibi. İki senedir de baya ciddi bir şekilde tekrar yoğunlaştım onun üzerine.

 

Yaprak Özer: Biraz grubunuzdan söz edebilir miyiz?

Kürşat Başar: Aslında Burçin Büke ile biliyorsunuz Türkiye’nin en önemli piyanistlerinden dünya çapında bir piyanistimiz. Klasik müzikçi fakat caza ve diğer müziklere de çok açık, çok meraklı, o tür çalışmalar da yapan bir insan. Onunla bir araya geldikten sonra biraz daha iş ciddiye bindi. Diğer arkadaşlarımızla da bir grup kurunca daha çok beraber çalışmaya başladık. O tabii çok önemli, beraber çalıştıkça daha fazla siz de çalışmaya başlıyorsunuz. O çok önemli.

 

Yaprak Özer: Bundan sonra da olacak değil mi konserler?

Kürşat Başar: Konserler oldu, 2 sene boyunca. Tabii şimdi devam ediyor zaten. Bazen iki sene boyunca çeşitli kulüplerde çaldık, çeşitli konserler verdik. Halk konserleri de verdik.

 

Yaprak Özer: Popüler kültür denebilir mi?

Kürşat Başar: Denir. Tam caz yapmıyoruz aslında. Hiçbir sakıncası yok. Yani önemli olan orada ne yaptığınız önemli. Güzel bir müzik yapmak bizim amacımız, sevdiğimiz müziği çalmak. Onun adının caz olması, pop olması benim için çok önemli değil. Çünkü benim her müzikte sevdiğim insanlar var, hiç dinlemediğim insanlar var. Önemli olan yaptığınız şeyin iyisini yapabilmek. Ben onunla uğraştım, ona çalıştım. Bütün arkadaşlarım da öyle, sağ olsunlar. Albüm de biraz öyle bir kafayla çıktı zaten.

 

Yaprak Özer: Yenisi var mı?

Kürşat Başar: Yenisinin şu anda masa üstü hazırlığı başlamış durumda, herhalde ancak seneye Mayıs’a kadar biter.

 

Yaprak Özer: Bu arada bir müzikal çalışma var?

Kürşat Başar: Evet, onu da yılbaşına yetiştirdik.

 

Yaprak Özer: Nasıl oluyor bütün bunlar?

Kürşat Başar: Yani biraz dediğim gibi o kadar çok proje oluyor ki, bir de yaptıklarım bunlar. Yapamadıklarım da var esasında vakitsizlikten. Onda da Zeynep Talu ve Mehmet Ergen bana geldiler bir müzikal yapma isteğiyle.

 

Yaprak Özer: Neden siz?

Kürşat Başar: Bilmem, onu sormadım doğrusu. Belki daha önce gittikleri yazarlar kabul etmemiş olabilir.

 

Yaprak Özer: Onu demek istemedim tabii ki ama şunu sormak istiyorum: yazar kimliği olan bir müzisyen…

Kürşat Başar: Belki de müzikle de ilgim olduğunu bildikleri için. Benim yakın çevrem bilir. Bir de daha önce mesela Hülya Aksular ile bir bale çalışması yapmıştık. Bir bale librettosu yazmıştım “Kozalak” diye, o baya bir izlenmişti o zaman. Belki ondan da dolayı bilemiyorum tam. Öyle bir şeyle geldiler, 2-3 ay da onun çalışmaları sürdü “Bizim Şarkımız” diye o arada da o çıktı.

 

Yaprak Özer: Şu anda da yine hummalı bir çalışma daha var; bir dizi senaryosu. Makedonya’da geçen bir hikaye anladığım kadarıyla.

Kürşat Başar: Aslında 1910’larda Balkanlar’da geçen bir hikaye. Balkan göçlerini anlatan bir hikaye.

 

Yaprak Özer: Acıklı mı?

Kürşat Başar: Acıklı tabii yer yer. Sonunda bir aşk hikayesi yani iki ayrı aşk hikayesi var dizi boyunca. Tarihin bir arka planı var hem aynı zamanda bir aşk hikayesi.

 

Yaprak Özer: O bölgede yaşadınız mı daha önce ya da ailenin herhangi bir kolunun oradan gelmişliği var mı, oradan bir koku, bir renk gibi bir şey…

Kürşat Başar: Yok. Aslında başladığımızda itiraf etmek gerekirse oraları görmemiştim sonra gidip gördüm tabii ki. Bir müddet de kaldım. Okuyarak biraz diğer yapılmış işlere bakarak ona adapte olmaya çalıştım. Zaten bir grup insan, bir ekiple birlikte yapıyoruz, ben tek başıma yapmıyorum bunu. Ama zaten bu filmi yapan ve yönetenler daha önce “Elveda Rumeli”yi yapan, Makedonya’da çok uzun yıllar çalışmış olan ve konuya çok hakim bir ekip. Bizimle birlikte çalışan o bölgede yaşayan oyuncular, senaristler, çevirmenler, onların hepsi zaten var.

 

Yaprak Özer: Oyunculuk deneyiminiz de var. O nasıl oldu?

Kürşat Başar: O da sevgili Tomris Giritlioğlu’nun sayesinde oldu biraz. “Hatırla Sevgili”de ilk başta oynamıştım, çok keyif almıştım çünkü çok iyi oyuncular vardı. Daha sonra “Araf Zamanı”nda bir 13 bölüm oynadım, birkaç dizide konuk oyuncu olarak oynadım.

 

Yaprak Özer: Bundan sonra ne var? Sanki böyle hayat devam ederken bunun da tadına bakayım, bunu da göreyim, bunu da yapayım gibi bir durumunuz var.

Kürşat Başar: Esasen itiraf etmek gerekirse “Ben şunu da yapayım” diye hiçbir şeye kalkışmış değilim. Genel olarak bir şekilde bir tesadüf oluyor veya bana geliyor böyle şeyler ve ben de düşünüyorum “bunu yapabilir miyim, bunu yapamaz mıyım?” diye.

 

Yaprak Özer: Tesadüf olur mu?

Kürşat Başar: Olur, ben çok inanırım.

 

Yaprak Özer: Mesela tesadüf olur da hazır değilse, o tesadüfle onu karşılayacak olan kişi hiçbir zaman buluşmaz yani.

Kürşat Başar: Ama zaten bir sürü şey geliyor, siz onun içinden bir şey seçiyorsunuz. Yani benim yaptıklarım, görünenler, dediğim gibi bir sürü de daha kabul etmediğim şeyler oldu, yapmadığım işler oldu. Hatta aklımın kaldığı şeyler olmuştur bazen ama vakit olmamıştır. Şimdi daha çok ben tabii kitap ve müziğe ağırlık vermek istiyorum. Şu anda yeni bir roman var onunla uğraşıyorum, onun üstüne çalışıyorum.

 

Yaprak Özer: Kısa zamanda roman çıkmazmış, öyle okudum.

Kürşat Başar: Çıkmıyor, çok uzun sürüyor bende nedense. Onu bitirebilirsem, bitirdikten sonra yeni albümün çalışmaları var, konserler devam ediyor zaten. Bu dizi de bu arada benim çok sevdiğim bir ekiptir Adam Film. Sevgili Tarkan Karlıdağ ve Serdar Akar, onların ricasıyla yaptığım bir iş. Yoğun bir iş ama bir müddet sonra zaten rayına girecek, bir ekip onu yazıyor olacak, ben aslında senaryo danışmanlığı gibi bir şey yapıyor olacağım. Şimdi daha oturana kadar biraz böyle uğraşıyorum.

 

Yaprak Özer: Merak toplumda bir miktar az gözlemlediğim duygu… özellikle gençlerde aynı noktada buluşuyor muyuz? Merak/uzmanlık… gazetecilikten gelen birisi olarak bakınca ne görüyorsunuz?

Kürşat Başar: Galiba şöyle, biz daha çok insanların ve birbirimizin hayatına merakımız var. Maalesef daha bizi geliştirecek şeylere merakımız yok. Yani merakımız bizi beslemeyecek şeyler üzerine aslında. Yani senin ne yaptığın, onun ne yaptığı, bunun ne yaptığı üzerine. Ama bu bir işe yarar bir şey değil tabii. Halbuki bütün bilimsel ilerleme bu merakla ilgili bir şey yani bunun arkasında ne var, acaba bu neden burada böyle duruyor da eğik durmuyor gibi bir soruyu sorman gerekiyor ki karşılığında bir şey bulasın. Tabii soran toplumlar zaten bir şeyler icad ediyor, sormayan toplumlar bir şey icad etmiyor.

 

Yaprak Özer: Gazeteciliğin içinde bulunduğu durumdan mutlu musunuz?

Kürşat Başar: Gazetecilikte de tabii bu çok önemli ama merakın aynı zamanda yayınlanabilir olması gerekiyor. Yani sadece muhabirin merak etmesi yetmiyor, o merakın sonucunu getirdiği zaman onu yayınlayacak bir irade de getiriyor. Gazetelerde şimdi o kalmamış durumda.

 

Yaprak Özer: Gazetecilikle bir derdimiz var değil mi, Birileri de öyle diyor, “Ne oluyor siz medyaya düşman mısınız?” diyenler bile olmuş.

Kürşat Başar: Hem öyle, hem de aynı haberi dört ayrı gazetede okuyorsunuz. Hepsinde başka bir şey anlatılıyor. Çünkü gazetelerin bir kısmı tamamen yorumlu olarak yazıyor haberi. Tabii her haber bir hikayedir deriz biz ama aynı zamanda bir gerçekliği var, önce ne olduğunu anlamamız lazım. Dün mesela çok basit bir şey söyleyeyim, internet haberciliği şimdi çok gelişti diyoruz. Yine büyük bir gazetemizin internet sitesine gece geç saatlerde girdim, çok ilginç bir şekilde her haberi bir süsleme ihtiyacı var ya, okunsun diye üstüne bir başlık atılıyor bir makyaj yapılıyor. Ama 10 şehidin olduğu bir haberin üstüne atılmaz o.  Yani bu çok teknik bir hatanın ötesinde bir mesleki deformasyon bence. İkincisi tam olarak öyle şeyler yazıyorlar ki artık reklam spotu gibi haberin ne olduğunu önce anlayamıyoruz. Önce haberin ne olduğunu görmemiz lazım.

 

Yaprak Özer: Peki bunda bizlerin de biraz suçu yok mu?

Kürşat Başar: Çok anlattık ama medyayla ilgili birçok eleştiri yazdım bazı arkadaşlarım o yüzden bana kızdılar. Ama benim söylediğim şey çok basit. Politikacıları eleştiriyorsunuz, başka meslek gruplarını eleştiriyorsunuz, bir doktor hata yaptığı zaman yerden yere vuruyorsunuz örneğin ama o zaman önce kendinizi de biraz eleştirmeniz gerekir ki zaten sonunda ne oldu? Şimdi siz eleştirmediğiniz için başkaları sizi eleştiriyor. İktidar sizi yerden yere vurabiliyor.

 

Yaprak Özer: Başarı deyince ne anlamak lazım, sizin başarıdan anladığınız şey ne? Ya da ne anlaşılmasını arzu edersiniz?

Kürşat Başar: Ben açıkçası yaptığım işlerin bana göre yapabildiğimin en iyisi olmasını hedefledim her zaman. “Bunun karşılığında şöyle bir başarı elde ederim, karşılığında şunu kazanırım” gibi bir şey düşünmedim.

 

Yaprak Özer: Para kazanmak değil midir gerçekte?

Kürşat Başar: Hayır, değildir.

 

Yaprak Özer: Nedir?

Kürşat Başar: Bana göre sizin mutluluğunuzdur. Mesela size basit bir şey söyleyeyim: Benim çocukluğumda sevdiğim iki şey; kitap okumak, müzik dinlemek. Bunların ikisi de çok ucuz şeyler hele şu anda neredeyse bedava. Bir de film seyretmeyi ekleyelim o da artık bedava sayılır. Şimdi bütün bunlar için size çok para gerekmez ama sizin hedefleriniz tabii büyük bir yat almak ve yat olmadan denize giremem diye bir hedefiniz varsa onu bilemem. Sizin için başarı yat almaktır benim öyle bir şeyim zaten olmadığı için umurumda değil.

 

Yaprak Özer: En yüksek tirajlı dergi, en fazla satan kitap?

Kürşat Başar: Bunlar güzel şeyler ama bana göre çok gerekli şeyler değil. Yani ille de olması gereken şeyler değil. Belki bunların bazılarını ben gerçekleştirdiğim için şimdi böyle konuşuyorum zannediliyor ama değil. Yani çocukken de aynı şeyi savunuyordum çünkü. Sadece bazı şeyleri siz en iyi şekilde yapmaya çalışırsanız onun sonucunda bir şey zaten size geliyor.

 

Yaprak Özer: En iyi şekilde yapmaya çalışmak ne demek?

Kürşat Başar: Bir kere çok zaman ayırmak demek. Şimdi herkes soruyor bu sorduğunuz soruyu; “Nasıl bu kadar çok işi bir arada yapıyorsunuz, peki nasıl konsantre oluyorsunuz?” Aslında ne yapıyorsunuz siz, kendi özel hayatınızdan veya başkalarının boş geçirdiği zamandan fedakarlık ediyorsunuz, uykunuzdan fedakarlık ediyorsunuz, daha çok çalışıyorsunuz. Bir romanı iki senede de yazabilecekken sekiz senede yazıyorsunuz. Bir senaryoyu iki kere okuyacağınıza yedi kere okuyorsunuz. Bir müzik aletini günde on dakika değil bir saat çalıyorsunuz sonuç olarak sizin başka bir takım zevklerinizden feragat etmeniz anlamına geliyor. Ama benim için başarı dediğimiz şey bu yaptıklarınız her neyse sonunda, bittiğinde “Lanet olsun bütün gün bununla uğraştım” diyeceğinize “İyi ki de bununla uğraşmışım, bak ne güzel bir şey çıktı” hissini duymanız. Ve sabah bir heyecanla uyanmanız.

Paylaş