Güler misin ağlar mısın, yoksa eğitir misin?

Haftalardır gündem birbirinden ilginç olaylarla meşgul ediliyor. Sarsılıyor demek daha doğru olabilir. Ama biz sarsılmaya o kadar alışığız ki, ufak tefek sallanmalar bir işe yaramıyor. Bir de birbiri ardına gelen bu sarsıntılar sanırım bir öncekini unutturuyor.

Şöyle birkaç örnek vermek gerekirse, özelleştirme sarhoşluğu içindeyiz. Bu arada hangi standart ve kritere ya da “niye” sorusunun yanıtı verilemeyecek adımlar atıldı. İsrailli bir şirkete büyük avantajlar sağlandığı, tuhaf ilişki zincirinin Yüce Divanlık olduğu söyleniyor. Ama nedense kimse tınmıyor. Bir de konuşulanlar yok mu? Başbakan görüştü görüşmedi tartışmaları yapıldı önce. Sonra görüştüğü kesinlik kazandı, itiraf geldi.  Maliye Bakanı’nın her şeyi “babalar gibi satması”na alışamamışken, tartışma konusu olan kişiyi “O çok saygın bir adam, senin gibi palavra değil…” diyerek tanımlaması hepimizi şaşırttı.

Sakal-ı Şerif havaalanında bekleyen Dubai Şeyhi’ne götürülürken medyaya yakalandı. Büyük gürültü koptu. Çünkü neden, hangi standart hangi inanca, hangi kritere uygun olarak böyle bir karar verildiği belli değildi. Peki, sonrasında yapılan açıklamalar… Bir Kültür Bakanınız olsun ve göreve geldiği gün itibariyle konuşsun ve konuştuklarıyla herkesi şaşırtsın… Sakal-ı Şerif olayı için  “Ben istedim getirdiler, ben Müslüman değil miyim…” diyecek kadar ileri gitsin, sonra da çevirsin “Ben istemedim, yanlışlık olmuş…”desin.

Kuş gribi patlak verdi, sözüm ona Manyas ve çevresi karantinaya alındı. Kimileri elleriyle tuttu kuşları, kimileri astronot giysileri içinde orada bulundu… Bunun kuş gribi olup olmadığı bile tartışıla dursun, büyük bir facianın arifesinde bir Bakan çıksın ve açıklasın; “Tavuk yiyebilirsiniz, ben yiyorum…” Yıllar önce Çernobil faciasından sonra yine bir Bakan çıkıp ben çay içiyorum siz de için demişti. Karadeniz kanser hastalığından kırılıyor…

Sözünü ettiğim üç tane tartışma. Bunların detayına girerek, analizini yaparak canınızı sıkmayacağım çünkü zamanınızı almaya değecek örnekler değiller. Ama düşündürdükleri önemli. Ben hepiniz gibi zaman zaman düşünürüm neden böyle traji-komik olaylar bizim başımıza gelir diye ve bir türlü yanıt bulamam. Neden en büyük facialar ile en mutlu olaylar eş zamanlı bizim topraklarımızda yaşanır… Bizde fazla ya da eksik ne var?

Fazlasını bulamadım… Kimileri zekamızın çok fazla olduğunu söyleyip övünür ben kendimi zorladım, övünecek bir şey bulamadım. Eksiğimiz ne var diye düşününce kendimi çok da zorlamama gerek kalmadı; eğitim!

Temel eğitim, ihtisas eğitimi, aile eğitimi. Buna bağlı olarak sağduyu. Bizde yok!

Biliyorum, diyeceksiniz ki, yukarıdaki örneklerde sözü geçen kişiler üniversite eğitiminden geçmişler, daha ne olsun. Üniversiteniz üniversite olmazsa, eğitimi diplomada ararsanız olmuyor tabii…

Eğitim ailede başlıyor. Annede düğümleniyor. Devlette serpiliyor. Kişilerde gelişiyor. Böyle olmayınca yukarıdaki şahane örnekler ortaya çıkıyor.

Yine de küçük bir araştırma yaptım. Çok atıp çok tuttuğumuz şu günlerde, eğitimde atıp tutulacak bir şeyler var mı acaba, neredeyiz diye merak ettim.

Türkiye’de eğitim için ayrılan bütçe yılda sadece 10 milyon dolar civarında. 53’ü devlet, 25’i  vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 78 üniversite bulunuyor. 2004 verilerine göre ülkemizdeki üniversite sayısı 82 yıllık Cumhuriyetimiz tarihi boyunca ancak bu kadar gelişmiş. 80 milyona dayanan Türkiye’de önemli bir rakam değil, takdir edersiniz… Şu tarafını hiç düşünmeyin; 78 üniversitenin ne kadarı üniversite?

Benim araştırmama göre bu yıllar içinde üniversiteli öğrenci sayısı 2 bin 914′ten, 1 milyon 820 bin 994′e, yıllık mezun sayısı ise 321′den, 282.911′e, yükselmiş. Lisansüstü programlarında sadece 92 bin öğrenci eğitim görüyor. Lisansüstü programlar için ayrılan bütçe 2004 verilerine göre toplam 1 milyon 705 bin 200 YTL.

Eğitim üyesi olmak istediğimiz Avrupa Birliği’nin de kanayan yarası. ABD’de de durum parlak değil, tehlike çanları kimseleri uyutmuyor. Ama orada manzara daha farklı tabii..

İstatistikler 1975-2000 tarihleri arasında Avrupa’da yüksek öğrenim yapmış kişi sayısının yüzde 22′den, yüzde 41′e yükseldiğini gösteriyor. Çin’de öğrenci nüfusu 1990′lardan itibaren iki katına çıktı. ABD’ye baktığımızda, dünyanın ilk yirmi üniversitesinin 17′sinin bu ülkede olduğunu ve diğer ülkelerdeki üniversitelerin ancak ABD’deki eğitim sistemini örnek alarak yükselebildiklerini görüyoruz.

ABD gayrısafi hasılasının yüzde 2.7′sini yüksek öğrenim için ayırıyor. Avrupa ülkelerinde bu oran yüzde 1.1′ e düşüyor. Avrupa Komisyonu’nun tahminlerine göre 400 bin Avrupalı araştırmacı ABD’de çalışıyor, ülkelerine geri dönmeyi düşünmüyor. Avrupa hükümetlerinin aşırı kontrolü ve üniversitelerin yönetimde çok kısıtlı bir özgürlüğe sahip olması Avrupa yüksek öğreniminin en önemli problemlerinden biri. Avrupa eğitim yarasını sarmak için 1999′da 31 ülkenin eğitim bakanlarınca imzalanan Bologna Deklarasyonu ile uluslararası düzeyde rekabet gücüne sahip bir Avrupa Yüksek Öğretim Bölgesi kurulmasına karar verildi. Bir milyondan fazla öğrencinin burs olanaklarından yararlandığı Sokrates Erasmus Programı ataklardan sadece biri.

Her yazıyı Avrupa Birliği’ne bağlamak iş değil tabii. Ama ne yenir ne içilir diye bilmek önemli.
İngiltere, Avrupa yüksek öğretim düzeninde istisnai bir yere sahip. Cambridge Üniversitesi dünya sıralamasında ilk on üniversitesi arasında üçüncü, Oxford Üniversitesi ise sekizinci…
Alman üniversitelerinde 2002-2004 tarihleri arasında yabancı öğrenci sayısında yüzde 23 oranında artış gözlemleniyor. Aynı yıllarda İngiltere’de yapılan araştırmalara göre yurtdışından gelen  öğrenci sayısı yüzde 21 oranında artış gösterirken, Fransa’da bu oran yüzde 28′lere ulaşıyor.

Hindistan’da hükümet, üniversitelerle ilişkiyi kurumsal bir yapıya oturtmaya çabalıyor ancak buna ayrılacak bütçe yok. Çareyi özel sektörü devreye sokmakta bulmuş. Ülkede teknoloji, tıp ve doğa bilimleri alanlarında çok önemli araştırmalara imza atan birçok kurum var. Volvo, Ford, Cisco ve Sun Microsystem gibi ulusalararası firmaların Hindistan operasyonlarını eğitime sponsor olmaya teşvik ediyor, araştırma geliştirme için gerekli kaynağı sağlıyor. Bazı özel kuruluşların eğitim sorununun çözümü içi ellerini taşın altına soktukları görülüyor. NIIT, bilgi teknolojileri eğitimi veren bir şirket. Hindistan dışında ABD ve İngiltere’de yaygın bir ağa sahip. NIIT iki farklı alanda eğitim çalışmalarına katılıyor. Okuma yazma bilmeyen çocuklara bedava bilgisayar dağıtıyor, diğer yandan üniversite öğrencilerinin harç ücretleri için kredi sağlanması konusunda bankalarla işbirliği içine giriyor.

Çin’e dönüp baktığımızda ise istatistiklere göre seksenli yıllarda liseyi bitiren öğrencilerin sadece yüzde ikisinin üniversiteye devam ettiği bir ülke görüyoruz. Ancak 1999′dan itibaren bu oran aniden iki katına çıkıyor ve 2003′te yapılan son araştırmalara göre genç nüfusun yüzde 17′sinin yüksek öğrenim programlarına katıldığı gözlemleniyor. Lisans programlarından çok daha hızlı artış gösteren doktora programlarında yapılan istatistiklerse; son on yıl içinde doktora öğrenimi görenlerin sayısında 12 kat artış olduğunu gösteriyor.

Sonuç;  eğitim topyekün seferberlik işi. Bizi idare etmeye talip olan gelmiş geçmiş ve mevcut tüm iktidarlar, geçmiş bazı dönemler dışında çoğunlukla toplumun gerisinde kaldılar. Görgü, bilgi, tecrübe ve eğitim eksikleri birbiri peşi sıra hata yapmalarına, bizlerin de bu hataları sindirmek için çabalamamızı gerektirdi.

Eğitim her yaraya sürülecek merhem midir? İnanın bilmiyorum. Ama pek çok yarayı iyileştirdiğinden eminim. Biz, yazının girişinde sözünü ettiğim o birkaç adetçik örnekle birlikte yaşamayı hak etmiyoruz. Hak ettiğimiz hayatı yaşayabilmek için sesimizi çıkartmak, doğru bildiğimizi söylemek, eğitim seferberliğinin zeminini hazırlamak zorundayız. Hep isteyerek olmaz, taşın altına ister fiziki ister düşünce anlamında somut katkı vermek gerekiyor

Paylaş