Gelenek mi Gelecek mi

Ayırana aşkolsun. Gelenek olmadan gelecek olmaz. Şahsi fikrim. Gelecek olmayınca da geçmişi hatırlayan kalmaz. Bir armoni içinde yaşamalı gelenek ve gelecek. Biz de yaygın olan ikisini de yok etmek; geleneği boğmak ve mümkünse geleceği karartmak. Bırakın ikisinin bir arada yaşamasını, birinin yaşaması mucize. Mutlaka ya geçmişin kampında ya geleceğin kampında saf tutacaksın.

Şimdi size ilginç bir gelenek-gelecek hikayesi aktaracağım. Geçen gün haberlerin arasında dikkatimi  tozlu ciltleri gösteren bir  fotoğraf ve altındaki haber çekti. Meğer The Economist dergisinin eski ciltleriymiş. The Economist’i ne kadar seversiniz bilmem. Tadından yenecek yayınlardan değildir. Alışkanlığı olmayan için zor okunur. Çoğu zaman yanlıdır. Bu nedenle sevmeyeni çoktur.

Gelin görün ki, haftalık haber dergisi The Economist, uluslararası gündemi en iyi analiz eden yayınlardan biridir. Merkezi Londra’da bulunur, derginin tirajı  1 buçuk milyonun üzerinde seyreder. Hissedarları arasında, her dönem komplo teorilerine konu olan Rothschild ailesinin de bulunduğu yayın organının 170 yıllık bir geçmişi var. Dünyanın en köklü yayınlarından biri.

The Economist’in nasıl yayına hazırlandığını merak ettiniz mi hiç? Haberler nasıl, neye göre seçiliyor…  Geleneksel The Economist, yayın politikasını beğenelim beğenmeyelim  çağdaş yayıncılık anlayışına ilham vermeye devam ediyor. Bana göre daha uzun bir süre gelecek kuşaklara da seslenecek.

Anglosakson dünyada etkili olan The Economist’in adı, zaman zaman ülkemizde gündeme gelir. Genellikle birilerini kızdırır. Ama deseniz ki, seni kapak yapacaklar, kimsenin itirazı olmaz! The Economist adı son dönemde Gezi’de boy gösterdi. Dergi, Haziran ayında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı, padişah olarak resmedince Türkiye’de okuması yazması olan olamayan herkes The Economist’i tanıdı. Kapak konusu büyük tartışma yarattı.

The Economist’in bir diğer ilginç özelliği, haftalık olmasına karşın kendisine “dergi” değil “gazete” diyor olması. İlginç bir hikayesi var.1843 yılında İskoç bir şapkacı The Economist için tanıtım broşürü hazırladı. Bu rehberde, yapılacak yayın “her Cumartesi çıkan, haftalık gazete” olarak tanımlanıyordu. Bu dönemde siyah beyaz bir gazete formatında yayınlanan gazete 1959 yılında bugün de kullanılan kırmızı logosuna kavuştu. 70’li yıllarda ilk kez renkli kapakla basılan gazetenin tüm sayfalarının renklendirilmesi 2000’leri buldu. Dergi formatına geçiş zaman içerisinde adım adım tamamlanmış olsa da gelenekleri The Economist’in kendisini gazete olarak anmasına engel olmadı. The Economist kendisini “gazete” olarak anmasını, telefonların üzerinde artık kadran olmamasına numaraları “çevirmek” şeklinde devam eden kalıba benzetiyor. Dijital teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bazı geleneksel tanımlamalar kolayca değişmiyor.

Dergi 170. yaşını kutluyor. Yıl dönümü vesilesiyle kendisini okurlarına ve okumayanlarına daha iyi anlatmak için tanıtım çalışması yapıyor. The Economist’in tanıtımında ne olacak, şapkadan tavşan çıkartmayacağına göre, içerik üretmek olacak. Hiç şaşırtmadı, kendisiyle ilgili haberler yapıyor dergi. İşte bunlardan birinde dergiye kapak olmak nasıl bir şeydir teması işleniyor. Anlıyoruz ki, alışık olmadığımız şekilde, detaylı ve  ıstıraplı. En azından detaylı bir prosedüre sahip.

Derginin kapağıyla ilgili, ilk aşama Cuma günleri toplanan The Economist editörleri toplantısı. Editörler bir araya gelerek önemli gördükleri haberlerin listesini çıkarıyor.. Zorlu geçen bir süreç çünkü ellerinde her hafta 70’in üzerine hikaye oluyor. Derginin ilk yarısı Birleşik Krallık, ABD ve dış politika departmanındaki editörler tarafından hazırlanıyor, ikinci yarısıysa iş dünyası, finans ve bilimsel bölümleri hazırlayan editörlere emanet. Editörlerin belirlediği liste şefin ofisinde yapılan bir toplantının ardından pazartesi gününü beklemeye başlıyor. Pazartesi toplantıları oldukça yorucu ve yoğun tartışmalara sahne oluyor.

Derginin kapak seçimine, her zaman içeriğindeki haberlere bağlı olarak karar verilmiyor.  Zaten hangi haberin kapağa taşınacağı sorusunun cevabı da her şeyi karşılamak için yeterli değil. The Economist’in bu konudaki pozisyonunun ne olacağı sorununun çözülmesi gerekiyor.

Başmakalede yer alacak yazının belirlenmesi de vakit alıyor. Daha sonra bölüm editörleri belirlenen plana göre ellerindeki listeyi yeniden revize ediyor. Dergiyle ilgili son kararların Çarşamba gecesine kadar alınması gerekiyor. Perşembe sabahı, varsa son rötuşlar yapılarak dergi tamamlanıyor. 2005 yılındaki Londra bombalamaları gibi ani gelişmelerse zaman zaman derginin başmakalesinin yeniden yazılması gibi özel durumlar yaratabiliyor.

The Economist’in bir diğer ilginç özelliği yazarlarının anonim olması. Dünyaca ünlü bir dergide makale yayınlamanın prestiji ortadayken, yazarlar anonim kalmayı neden tercih eder? Bizim coğrafyada analamak da anlatmak da zor.

Derginin, korumaya çalıştığı tarihsel bir geleneği var. Bu gelenekte, köşe yazarlarının imzasının olduğu bir satır bulunmuyor. Pragmatik olmak gerekirse, isim/lerle anılmak istemiyor. Bu davranışla, yazarlara farklı seslere açık olunduğu ve kendilerini ifade etmekte özgür oldukları mesajı da verilmeye çalışıyor.The Economist kolektif bir çalışmanın eseri. Belki de  bu yapısıyla, siyasal kompozisyonlar, toplumsal konjonktür ve ekonomik dengelere bağlı olmadan her dönemin etkin aktörlerinden biri olmayı başarıyor.  Beğenelim beğenmeyelim  bir iletişim markası yaratabilmenin temel yolu, bir geleneği kuşaklarca sürdürebilme başarısından geçiyor.

Paylaş