Dünyanın Derdi Benim Derdim

Başkalarının derdinden bana ne? Tanımadığım insanlar için neden endişe duyayım? Dünya yansa umurum olmaz… Der misiniz demez misiniz bilmiyorum.

Burnumu izninizle bu konuya sokmak istiyorum. Dünyanın derdi benim derdim. Tanımadığım insanların sorunları benim sorunum. Omuzlarımda böyle ağır bir sorumluluk taşımak istiyorum. Ne yapalım ben de böyleyim.

Aslında artık hepimiz böyle olacağız. Bu ve benzeri fikirleri bir an önce içinize yerleştirmeye çabalasanız fena olmaz. Dünya Ekonomik Forumu birden bire yıldızlar geçidine dönüşmedi. ABD Başkanı Bush, eski Başkan Bill Clinton’ı durup dururken felaket bölgesine yapılacak Amerikan yardımların koordinasyonuyla görevlendirmedi.

Bizden önceki kuşakların şarkıları bile “Dünya dönüyor sen ne dersen de, günler geçiyor…” falan filan diyordu. Hani sen çaresizsin, milyonlardan birisin. Hiçbir şey yapamazsın senin için de bir şey yapılamaz temasını işliyordu.

Zaten fark etmeden dünya dönüp durduğu için biz geldik bu günlere. Dünyanın yarısı aç. Çocuklar ve kadınlar sefil. Yaşlılar dayanacak gibi değil. Kullanılabilir su kaynağı az. AIDS almış başını gidiyor… Daha fazlasını saymama gerek yok, bu sütunun satırları yetmiyor.

Dünyanın fakir bölgelerinin her yıl 75 milyar dolar değerinde desteklenmesi gerekiyor. Bu yetmezmiş gibi bu miktarın her yıl aynı şekilde ve 2015’e kadar sürdürülmesi gerekliliğinden söz ediliyor. Ancak böyle dünya üzerindeki aşırı fakirlik yarı yarıya azaltılabilecek.

Alışmamız gereken fikir bu işte. Dünyanın üzerinde tanımadığım bilmediğim bir yerlerde birileri açlıktan ölüyorsa, eskisi gibi gözlerimi kapayamam. Dünyanın üzerinde bilmediğim bir yerde AIDS ciddi bir tehdit ise ‘bana ne’ diyemem.

Jeffrey Sachs, ünlü bir yönetim bilimci. “Bu dünyadan ne köy ne de kasaba olur” diyenlere karşı direnen son kalelerden bir tanesi. Bugüne kadar verilen yardım paralarının çoğunun buharlaşıp yok olması nedeniyle hiçbirimiz yapılan yardımların yerine ulaştığı konusunda güven duymuyoruz. Jeffrey Sachs da bu konuyu gündeme getiriyor.

Bugüne kadar cömert yardımlardan yararlanan fakir ülkelerin, bu yardımlardan yararlanmayan ülkelerden daha fazla ekonomik gelişme kaydedememesi genel olarak ortaya çıkan umutsuzluğun en büyük besleyicisi. Bu yüzden olsa gerek gelişmiş ülkeler gayri safi milli hasılalarının binde 7’sini yardımlara harcayacaklarına söz vermiş olsalar da, bugüne kadar dünyanın en zengin 22 ülkesi ulusal gelirlerinin ancak on binde 25’ini harcamış görünüyor.

Tüm bu başarısızlığa karşın Sachs, koca bir orman yangınına topu topu bir adet itfaiyeci gönderip, yangının sönmediğini görünce, “işte olmuyor” demek başka, yapılan yardımları artırmak ve artırırken kontrol etmek başka diyor. Sachs başarısızlığı gerekçelendirmiş; “Yardımın gittiği yerde yardımlar buharlaşıyor çünkü çalanların geçim düzeyi çok düşük. Bürokrat çalıyor çünkü kendini geçindirecek kadar kazanmıyor, birileri çalıyor çünkü bu ülkelerde kayıtlar bilgisayar ortamında tutulmuyor, buharlaşan paraların hesabını kimse sormuyor…“

Artık deniz bitti. Gidecek fazla bir yer kalmadı ve dünya eski sorunlarının üzerine binen yeni sorunlarıyla bir cehennem alanı haline geldi. Biz hala yerkürenin cennet sayılabilecek coğrafyalarından birinde yaşadığımız için çevremizde olup biteni önemsemiyoruz.

Dünya farklı bir tehdidin altında eziliyor: Kendi yarattığımız tehdit! Ortaya dökülen sorunların hiçbiri münferit hükümetlerin çözebileceği türden değil. Hepsi için ortak akıl üretmek gerekiyor. Dünya Bankası’nın yaptığı hesaplamalara göre 11 Eylül saldırılarının maliyeti 80 milyar dolar civarında. Maddi maliyet, total maliyetin yalnızca küçük bir bölümü. Bu rakamda görünmeyen ise, bu saldırıların ardından  gelişmekte olan ülkelerdeki yaklaşık 11 milyon insanın fakirlik sınırının altına düşmüş olması…

Bir virüsün kuluçka dönemi dış hat seferi yapan bir uçağın gideceği yere varma süresine eşdeğer. O zaman her gün bir şekilde dünyanın bir tarafından diğer tarafına gitmek üzere yola çıkan 700 milyon bireyin beraberinde bir virüsü sınırlar içine sokarak, salgın hastalığa neden olması an meselesi.

Kapımızı kapayıp, çevremize duvar örüp yaşama şansımızı yitirdik. Bir noktada iyi iş yapabilmek için, diğer noktadakilerin iyi yaşamasını garanti altına almak zorundayız. “Ben burada iyiyim sen başının çaresine bak” diyebileceğimiz günler mazide kaldı.

Sachs’ın önerdiği yardım konusu dünyanın en zengin adamı Bill Gates tarafından destekleniyor. Bill ve Melina Gates tarafından kurulan Gates Vakfı dünyanın en zengin fonu. Gelirleri küçük bir ülkeninkine eşdeğer görülüyor. Gates Vakfı pek çok alanda faaliyet gösteriyor. Bunların bir kısmını kendi ülkelerindeki yoksulların refaha ulaşması için harcıyorlar. Daha heyecanlı kısmını ise dünyanın fakir ve sağlık açısından geri kalmış bölgelerinde aşılama kampanyasına aktarıyor. Kısa adı GAVI olan aşılama fonu küresel ölçekte Aids, tüberküloz ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklarla savaşıyor. Gates’in her yıl bu fona akıttığı para hükümetlerin  sağladığı bağışlardan çok daha fazla.

Dünyanın en zengin adamı neden bu kadar çok para harcıyor fakirliğe ve hastalığa karşı. Çocuklarının değil, birkaç kuşak ailesinin çalışmadan hiç bir sıkıntı yaşamayacakları kadar büyük bir servete sahip. Neden tatlı canını üzüyor… “Ben de yapardım o kadar, param olsaydı” dediğinizi duyar gibiyim. Sanmıyorum. Her taraf zengin, her yer fakir kaynıyor. Neden birileri diğerlerine yardım etmiyor…

Benim fikrim, Gates yardım etmek istediği kadar, zenginliğini koruyabilmek, yarattığı refahı yaşayabilmek istiyor. Bu yüzden başkalarını en azından yaşanabilir refah seviyesine çekmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz hafta sonu bağış toplamak konulu bir toplantıya katıldım.   Bundan daha birkaç hafta önce Sabah İşte İnsan’daki köşe yazımda bağış yapmanın medeniyetle ilgili olduğunu yazmıştım. Konu beni kovalıyor anlayacağınız.

Görüşlerimde bir değişiklik yok. Bağış yapmanın bir medeniyet olduğunu ve eğitimle ilgisi bulunduğunu düşünüyorum. Uzakdoğu depremi ve ardından sarsan tsunami felaketinde zarar görenlere yardım eli uzatmakta gösterdiğimiz tereddüt zaten her şeyi gözler önüne seriyor. Tabii bu coğrafyaya devlet erkanı eliyle haftalar sonra yaptığımız yardımların da hep türbanlı kesime yapılması da ayrı bir sorgu sual konusu…

Bağış yapmanın Türk toplumunun bir parçası olmadığı fikrini savunuyorum. Gerçekten de bağış yapmasını sevmiyoruz, çünkü küçük yaşlarda böyle bir alışkanlık edinemiyoruz. Neye ve niye bağış yapacağımızı bilmiyoruz.

Geçtiğimiz hafta sonu katıldığım toplantı köklü kurumlarımızdan birinin, toplumun geleceği için yaratmakta olduğu katma değeri sürdürebilme kaygısını taşıyordu. Tartışmalar sırasında bağış konusunu biraz daha düşünmek ve fikir geliştirmek olanağı buldum.

Neden bağış yapmalıyız, neye bağış yapmalıyız? Tartışmalar sırasında görüldü ki geleceğini tartıştığımız kurum benzerlerini Batıda yaşatmak için pek çok kişi canla başla seferber oluyor. Servet harcamaktan kaçınmıyorlar. Bu insanların bu servetleri harcayarak birikimleri olduğunu da unutmamak gerek. Aslına bakarsanız bağış küresel bir sorun. Herkes bağış yapacak kadar zengin değil, kaldı ki çoğu insan artık kendini geçindirmekten bile aciz. Fakir daha fakir… Diğer yandan şöyle de diyebiliriz, paramızın hesabını eskisinden daha çok biliyoruz ya da bilmek zorundayız. Çünkü eskisine göre daha zengin olsak da hayatımızı sürdürmek için gerekli olan harcamalarımız geçmişe oranla daha yüksek. İki yakamızı bir araya getirmek eskisinden daha zor.

Bir de unutmadan, bağış yapmak ne kadar kültürel bir iş ise, para harcamak da aynı. Cimrilikten söz etmediğimi sanırım anlamışsınızdır. Ancak medeni insan parasının nereye gittiğini de iyi bilir. Hesap kitap yapar.

Ben artık insanların bir hayır için ellerini ceplerine atabilmeleri için yapılacak bağışların gerekçelendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Para toplamak için yani bağışı satabilmek için ikna edecek bir gerekçeniz olmalı.

Dünya yıkılsa umurumda olmaz dediğimiz mutlu günler artık çok geride.

 

Paylaş