DOĞRU DEĞİL, AMA DOĞRUSU BU

 

 

Tarih Vakfı’nın elinde bulunan Latife Hanım’a ait bilgi ve belgeler açılsın mı açılmasın mı tartışmasını henüz kapattık. Neyse sonunda öyle ya da böyle bir karara varıldı. Açıklanmayacaklar. Zavallı Latife Hanım ömrü boyunca o kadar titiz davranıp, kendisini sakladı ve bu uğurda sanırım pek de eğlenceli bir hayat yaşamadı. Bugün hayatıyla ilgili detayların çarşaf çarşaf sağda solda yayınlandığını bilseydi ne düşünürdü…

 

Bu tartışma başladığı gün itibariyle bir şeyi düşünmekten alamadım kendimi, bu tartışmadan kim ne elde edecek, bu mektupların açılması kimin işine yarayacak? Birilerinin çıkarlarını okşayacağı çok açıktı.

 

“Latife ile Mustafa”nın evlilikleri konusu gündemimizin birinci sırasında yer bulurken çok uzaklarda, ABD’de nitelik/içerik açısından benzer olmasa da, gizli kalmış bir olay yıllar sonra kamuoyuyla buluştu: Watergate. Skandal, patlak verdiği dönemde, ABD’yi sarsmakla kalmayıp dünya tarihine damga vurmuştu. Watergate Skandalı’nın bilgi ve belgeleri geçtiğimiz cuma günü kamuoyuna açıldı.

 

Washington Post muhabirlerinden Bob Woodward ile Carl Benstein tarafından ortaya çıkarılan Watergate Skandalı’na dair arşiv, 2003 yılında Teksas Üniversitesi Harry Ransom Humanities Araştırma Merkezi tarafından 5 milyon dolara satın alınmıştı. Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’ın siyasi kariyerini noktalayan skandal, türünün ilk örneğiydi. Skandal Nixon’ı yalnızca siyasi açıdan değil, pek çok yönüyle tamamen ezip geçmişti.

 

Bizde ise Tarih Vakfı’na emanet edilmiş bazı belgeler vardı, ortaya çıktı ki, meğer zaten açılmışlar, sahip çıkan olmamış yani. Niye açılmış oldukları, açılacaksa neden zamanında mühürlenmiş oldukları anlaşılmadı.

 

Böyle zamanlarda insan kendi kendisiyle çelişkiye düşüyor. Neden mi?… Özünde hiçbir şeyin gizli kalmasını istemeyen, tarihin tarihçilere emanet edilmesi gerektiğini savunan,  kamuoyunun tarih konusunda doğru bilgilendirilmesi gerektiğine inanan biriyim. Bir gazeteciyim! Hayatımı bu meslek üzerine kurdum. Doğruyu bulmak, gerçeğe ulaşmak, bilgiyi iletmek… Ama nedense ne yüreğim, ne de midem bu hanımefendinin elindeki üç beş tane belgenin açılmasını kabul etmedi. Bir türlü içime sindiremedim.

 

Ne olacaktı, ona yazılmış ya da onun yazdığı aşk mektuplarını okusaydık. Ne olacaktı, sağdan soldan gelip de birikmiş belgelere uzanabilseydik. Ne olacaktı Latife Hanım’ın günlüğüne ulaşsaydık. Söyleyeyim… Ben Atatürk’ün başka bir yüzünü görme fırsatına kavuşabilirdim. Siz de… Savaşmadığı zamanlarda, ülkeyi kurtarmadığı zamanlarda, ev içinde, dost arasında olduğu zamanlarla ilgili birkaç ipucu yakalayabilirdim belki… Latife Hanım’ın, kısa süren devletin “first lady”si görüntüsünün dışında kadın yüzünü  görebilirdim. Pişmanlıklarına, hırs, üzüntü ve sevincine ortak olabilirdim. Bütün bunları yaparken bir döneme farklı bir açıdan bakma lüksüne sahip olabilirdim.

 

Bu iki insanı, içine sıkıştırıldıkları kalıplardan çıkartılıp, sizin benim gibi insan yüzleriyle tanıyabilirdim. Bu kadar istememe karşın içimden “hayır” dedim; “Size ne, bana ne. Çünkü ne yapacağınızı anlamadım, nerede kullanacağınızı çözemedim…” “Bırak” dedim kendi kendime, Atatürk’ü duvardaki o keskin bakışlı, sert duruşlu  adam olarak anayım… Belki oradan korkutmaya devam etmesi daha iyidir. Ne acı değil mi, tarihi açıklayacak olanlara bir türlü güvenemedim. Tarafsız olabileceklerine inanamadım. O tarih benim tarihim ve onu korumak için saklamak gerektiğini düşünüyorum. İnanılır gibi değil!… Bana bu hissi yaşattıkları için kızgınım onlara.

 

Gazeteci Bernstein, Watergate arşivini halka açarken Teksas Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada, “Biz topladığımız bilgi ve belgelere dayanarak o döneme ait kendi hikayimizi yazdık. Şimdi herkesin bu bilgi ve belgelere ulaşarak gerçeğe  erişebilmesini istiyoruz” dedi.

 

Skandala ait belge ve bilgiler halkın kullanımına açılırken kimse tarafından yeniden düzenlenmedi, yorumlanmadı. Sistem buna izin vermiyor. Yapılan anlaşmaya göre, o gün toplanan her şey bilimsel bir şekilde arşivlendi. Elektronik ortama taşındı, kolay ulaşılabilir bir hale getirildi. Bu araştırmadan bugüne kalanların envanteri kabaca şöyle; 250 adet not defteri, bir sürü gazete kupürü, sayısız fotoğraf, türlü şema ve bir sürü irili ufaklı belge…

 

Dikkatinizi çekmek istediğim konu şu. Her şeyi bir gün geldiğinde bedelini ödeyene satabilen bir ülkede bile bazı şeyler her ne pahasına olursa olsun açıklanmıyor, gizli tutulabiliyor. Çünkü sistem kurumsal temeller üzerinde işliyor. Keyfiyet yok.

 

Watergate Skandalı’nda yaptığı açıklamalarla Nixon’a son darbeyi vuran “Deep Throat” denen tanığın kimliği ölene kadar açıklanmayacak. Skandala bir şekilde karışan yaklaşık 100 kişi adlı adınca belgelerde yer alıyor. Hiçbiri yaşamıyor. Hala hayatta bulunan az sayıdaki tanığın kimliği ise devlet sırrı. Aralarında en fazla merak edilen Deep Throat.

 

Woodward ve Bernstein, basına yaptıkları açıklamada, “Deep Throat’un kim olduğunu öğrendiğinizde, şimdi neden bu kişinin isminin açıklanmadığını anladım diyeceksiniz. Onun kimliğini açıklamak için sabırsızlandığımızı söyleyemeyiz” dediler. Deep Throat’a ilişkin bilgiler ve belgeler, üniversitede değil, Washington’da kimsenin bilmediği bir yerde ölümüne kadar saklanacak.

 

Watergate Skandalı 1972 Başkanlık seçim sonuçlarını tahrif eden bir komployu ortaya çıkarmıştı. Rakip siyasi parti merkezi dinlenmişti. Skandalı ortaya çıkaran iki gazeteci, sistemi zorlayarak, seçilmiş bir başkanı istifaya zorlamıştı. ABD Başkanı Richard Nixon, bildiğiniz gibi 1974 yılında istifa etti. Woodward ve Bernstein (o zaman biri 29 diğeri 28 yaşındaydı) Pulitzer Ödülü aldılar.

 

Aradan 30 yıl geçti. Yıllar sonra Watergate skandalı sayesinde bir Amerikan Başkanı’nın kimliğini ortaya çıkardıklarını söylediklerinde aslında tarihin yazılmasına yardımcı olduklarını ifade etmeye çalıştıklarını düşündüm.

 

Tarih çok önemli. Tarihi olmayan toplumlar sağlıklı olmuyorlar. Tarihine sahip çıkmayanlar da… Bugüne kadar kendi tarihimizin pek çok yönünü kurcalamadık. Ona sahip çıkmadık. Okullarda okutulan tarih kitaplarının zaman zaman gerçeği yansıtmadığını söyledik ama bir şey yapmadık. Tarihi çocuklara, “…şuraya gittik, bu kadar kişiyi yendik, zaferler ve ganimetler kazandık…” diye anlattık ama yenilgilerimizden, yaşananlardan konuşmadık, o tarihi yazanların insan yüzünü görmedik, hele hele duygulardan hiç söz etmedik.

 

Büyüklüğü, tarihi çarpıtarak sağlayabileceğimizi sandık. Bir gün geldi, tarih çarpıtmak içindir gibi bir anlayışın içinde kaybolduk. Bugün geçmişe dair açıklanması istenen bilgileri okumak ve öğrenmek için sabırsızlanıyorum. Okuyamayacığım için içim sızlıyor. Nasıl bir çelişkidir ki bu, tarihi rahat bıraktığımız için mutluyum. Birilerinin eline bu seferlik de bir oyuncak vermedik galiba diyebiliyorum. Olan bize oluyor. Tuhaf bir duygu benimkisi. Bunlar doğru şeyler değil, ama doğrusu bu.

 

Kurumsallaşmak demek, bir ülkede varlık gösteren ticari şirketlerin yönetim yapılarının kurumsal değerler üzerine oturması anlamına gelmiyor yalnızca. Kurumsallaşmak, içinde daha derin ifadeleri barındırıyor. Bunlardan bir tanesi de tarih. Kurumsallaşan toplumlar tarihlerinden korkmazlar. Çünkü onlar tarihlerine sahip çıkarlar. Geçmiş ne zaman, kimin tarafından, hangi şartlarda kamuoyuyla paylaşılır, bu işle kim görevlidir, ailenin yeri nerededir, devletin ki nerede, her önüne gelen “Hadi bu mektupları açalım” diyebilir mi sorularının yanıtları bellidir… Tarih tarihçilere, bilim adamlarına bırakılır. Tarih öfkeyle ve hınç almak üzere kahve sohbetlerinde, sokakta tartışılmaz ve suya yazılmaz.

 

Keşke okul sıralarında şu tarihi bize sevdirmiş olsalardı. Keşke tarihimizi Malkoçoğlu’nun maceralarını okuyormuş gibi okumasaydık; keşke tarihi Tarkan hikayelerinden ayırabilseydik, belki bugün ona saygı duyardık.

 

Tarih önemli bir toplumsal bilinçtir. Başka neyimiz var ki…

Paylaş