Çıngır Mıngır Kitleyiverdim

 

Konuşuyoruz… Biz bunu hep yapıyoruz. Bazen boş, bazen de hoş konuşuyoruz. Kimi zaman da dolu dolu… Biz, bu eylemi, kendimizi bildiğimizden beri yapıyoruz. Ama, nerede ne konuşmamız gerektiğini, nerede susup nerede başlamak gerektiğini çoğu zaman bilemiyoruz. Bazen bir kelimeyle bir çuval inciri berbat ediyor, bazen bir tek sözcükle dünyaları fethedebiliyoruz.

Küçüktüm… Anımsıyorum, annemle sık sık bir oyun oynardık. Çıngır mıngır kilitledim. Kilitlediğimiz şey dudaklarımız. Böylece bir süre konuşmam engellenebiliyordu. Sanırım fazlaca konuşan bir çocuktum. Çok soru sorardım. Çıldırtan sorular. Neden, niye, nasıl, nerede… Çıngır mıngırların sonunda her seferinde anahtarı da gömleğimizin göğsündeki sol cebe koyardık. Gömlek yoksa, cep yoksa önemli değil, biz yine koyuyormuş gibi yapardık. Ben bu oyunu, özellikle de elimi şöyle hafiften burkup kilitlediğim ve sanal anahtarı cebime koyduğum kısmı severdim.

Susmak kısmında başarılı olduğumu sanmıyorum. Çünkü benden iki de bir çıngır mıngır sesleri yükselirdi. Kapı bir açılır bir kapanırdı.

Sanırım böyle bir oyun oynadığı için annem çoğunlukla pişman olurdu.

Çıngır mıngır çıngır mıngır çıngır mıngır çıngır mıngır…

Gel zaman git zaman, ben büyüdüm, benim de bir kızım oldu. Zaman zaman ben de aynı çıngır mıngır hikayesini kızıma yapmaya kalkıştım. İlk seferinde ilginç geldi, ikinci de yüzüne bile bakmadı. Zaten hiç de susmadı.

Zamane çocukları.

En temel gereksinimlerimizden biri kendimizi ifade edebilmek. Fiziki bir engelimiz yoksa kendimizi en iyi ifade edebildiğimiz yöntem konuşmak. Bu çok bildik, sürekli kullandığımız yöntem hakkında pek konuşmayız. Fazla da bir şey bilmeyiz.

Konuşmak ya da susmak çocukken öğrenilen bir şey.

“Sus oğlum, sen konuşma”,

“Sen sus  kızım”,

“ Kapa çeneni… kes sesini”,

“Gelirsem fena yaparım o ne biçim söz öyle!”

“Öyle şey söylenir mi hiç, ne ayıp…”

Bizler içinde bulunduğumuz eğitim sisteminde sormaya değil, kabul etmeye; konuşmaya değil susmaya, farklı olmaya değil kabullenmeye, cesaret göstermeye değil korkmaya zorlanıyoruz. Çocukların bildiklerini bile söyleyemedikleri, bilseler de parmak kaldırmaya cesaret edemedikleri sınıflardan çıkıp, iş hayatında çok değişmelerini beklemek mümkün olmasa gerek.

Çocukken soru sormasını öğrenemeyen, yalnızca susmak gibi bir tehlikenin pençesine düşmekle karşı karşıya değil. Düşünsenize soru sormayı bilmemek, soru sormak adına abuk subuk konuşmak da ayrı bir tehlike.

Doğru, zaman zaman birileri için geveze, zevzek dediğimiz olur. Zaman zaman başkaları için de ‘dilini yutmuş’ deriz.

Konuşsan bir türlü, sussan bir türlü….

Susmak ve konuşmak yönetim alanında da ciddi olarak ele alınan konulardan.

Şirketiniz susuyorsa, sayın yönetici, sizin orada bir problem var demektir. Çaresine baksanız iyi olur.

Şirketiniz konuşuyor, konuşuyor, konuşuyorsa, sakın sizde de yanlış giden bir şey olmasın. Bu konuşulanların bir kısmı yıkıcı dedikodular olmasın?…

Yapılan araştırmalar susan şirketlerin susmayanlara kıyasla ciddi hastalık işaretleri verdiğini  ortaya çıkarıyor.

Susmak mı konuşmak mı

İlginçtir, uzun zamandır yazmayı düşündüğüm bu yazıda beni tetikleyen bir anekdotu sizinle paylaşacağım. Geçen gün eskiden yöneticisi olduğum bir arkadaşıma rastladım. O zaman  küsüp işi bırakmıştı. İlk konuşmayı ben başlattım, meğer bunu beklermiş. İyi ki susmamışım. Sonra ayaküstü konuştuğumuz birkaç dakika içinde, önce, “Hayır ben haklıydım” dedi. Sonra , “Evet hatalıydım susmamalıydım, ama kendimce çok kızgındım, bir tek şey söylemeye kalksaydım o zaman kötü bir şey söyleyebilirdim. Onun için sustum” diye devam etti.

İyi ki susmuş mu, yoksa keşke konuşsamıymış…

Ben o gün konuşmuş olmasını isterdim. Hikayenin benim ve diğer arkadaşların  tarafında yalnızca elde olmayan hatalar vardı. Anlatabilirdik, anlatamadık. O yalnızca çantasını alıp çıktı. Hiç konuşmadı. Aradan neredeyse 6 yıl geçmiş ilk kez konuşuyor ve “evet keşke konuşsaydım” diyebiliyor. Çok güzel ama geçen 6 yıla yazık değil mi…

O kadar çok susmak ve susamamak örneği var ki, bir başkası daha işte; onun derdi de susamamak. Kendisi öyle söylüyor. Aklına geleni söylüyor, bunun dürüstlük olduğunu sanıyor. Yanlış gördüğü her şeyi… Eksik gördüğü her şeyi…. Aklına yatmayan her şeyi… Ona sorarsanız, eleştiri değil yaptığı. Doğruları söylemek. Ama bir şikayeti var; anlaşılamamak. Bir yöneticisi için, “Defterimi çoktan dürmüş” dedi. “Oysa gerek yoktu, gösterdiği gerekçeler çok da makul değildi. Zaten benim bir problemim yoktu. Ama ben de hiçbir zaman susmam. Doğru bildiğimi söylerim.”

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar derler…

Sizce de öyle mi. Var mı sizin de benzer hikayeleriniz. Tam 12’den mi vurdum yoksa sizi.

Alın size bir örnek daha… Canlı bir örnek… Pamuk gibi bir adam. Asla konuşmaz, hep güler, hiç kızmaz, kimsenin hakkında kötü söz söylemez.

Arkadaşları tarafından hep çok sevildi. Üstleri tarafından da… Ama nedense ne uzadı ne de kısaldı. Hiçbir şeye baş olamadı. Ben kendisini çok severdim, çok da sinir olurdum. Eline vur ekmeğini al cinsinden biri. Konuş be adam. Senin yerine ben mi konuşacağım?…  Söyle be adam, senin yerine ben mi şikayet edeceğim?…

Önceleri ona haksızlık yapıldığını sanırdım, sonra gördüm ki, o kolay yolu seçiyor. Herkesle iyi oluyor. Kimseyle kötü değil. Böylece kendisine bir çeşit koruma duvarı örüyor. Arasının herkesle iyi olmasını istiyor. Takdir edilecek bir durum ama, acaba iş ortamlarında böyle bir durum ne kadar geçerli? Peki ama madem bu kadar takdir ediliyordu, neden ömrü hayatında bir tek kademe bile yukarı çıkmadı?

Kendisi istememiş olabilir mi?

Sanmam, herkes daha fazlasını ister. Anımsıyorum, o da bir gün daha fazlasını aldı. Alırken hiç itiraz etmedi. Hoşuna gitti. Ancak bir süre sonra onun yönettiği yerde yönetim  zaafiyeti belirdi, işler yolunda gitmedi. Çünkü o yine susuyordu. Altındakiler fazlaca konuşmaya başladılar. O sustu ve güldü. Onu yeniden eski görevine çektiler. Hiç sesini çıkartmadı. Neden diye sormadı. Belki de yanıtını bildiği için… Kim bilir?

Sus da seni efendi sansınlar

Susmak dış görüntü itibariyle çoğu zaman ağır başlılık, mütevazı olmak, doymuşlukla özdeşleştirilir. Bu yargı, çoğu durumda doğru da olabilir. Ancak ben her susmanın iyi ve takdir gören bir meziyet olmadığı kanaatindeyim. Nerede susup nerede konuşacağını bileceksin.

Konuşulmayan bir kurumda yeni fikirler gelişmez, konuşulmayan bir kurumda sorunlar çözülmez, konuşulmayan bir kurumda insan kaynakları olmaz, konuşulmayan bir firmada yönetim demokratik olmaz. Konuşulmayan bir firmada hayat olmaz!

Bir de madalyonun diğer yanı…

Çok konuşursan da, sustururlar… Söylemedi demeyin.

Akıllı olacaksın. Üzüm mü yiyeceksin bağcıyı mı döveceksin? İyi düşüneceksin.

Kimse eleştirilmekten hoşlanmaz. “Ben biraz doğrucu Davutumdur, her şeyi aklıma geldiği gibi söylerim” demek övünülecek bir meziyet değil, ne yazık ki. Yerinde konuşacak, gerektiği kadar söyleyeceksin, eminsen konuşacak, boş laf etmeyeceksin. Bunları yapmak da her babayiğidin harcı değil.

Benden söylemesi!

“Söz gümüşse, sükut altındır” demiş büyüklerimiz. Böyle terbiye edilirdi gençlik eskiden. Büyüklere saygı duyulur susulurdu. Anneye, babaya, öğretmene, doktora, hakime, savcıya, konuşulmazdı. Sustururlardı seni.

Hala susmak hayatın değişik noktalarında sık sık hatırlatılır. Saygı göster, sus!

Susmak, iş yerlerinde modası geçmiş bir kavram.

Uygulayanlar yok mu?

Olmaz mı…

Ne yazık ki, yapılan araştırmalar işyerlerinde çalışanların  çoğunluğunun susmayı tercih ettiklerini; çoğu çalışanın üstleriyle, astlarıyla ya da kendi ayarlarıyla meydana gelen anlaşmazlıklarda “değmez şimdi huzur bozmaya” diyerek konuşmama yolunu benimsediklerini gösteriyor. Susmak en çok da ekonomik kriz ortamlarında, kapının önüne konma korkusu yaşayanlarda gözleniyor.

Yönetici ve susmak

Yönetim konsepti içinde kaldığımızı düşünecek olursak, konuşan gruplar, konuşan şirketler yaratmak tamamen olmasa da büyük ölçüde liderin elinde ve ona ait bir meziyet. Korku salıp, konuşulmasını önlediğinizde gerçekten suskun bir işyeriniz olabilir. Dışarıdan güllük gülistanlık, içinden kaynayan.

Fortune 500 listesi baz alınarak yapılan bir araştırmada, aralarında farklı sektör, farklı hiyerarşik yapı ve hatta kamu kuruluşlarının da bulunduğu bir gruptan gelen yanıtlar, susmanın yönetim açısından değerlendirildiğinde ağır bir faturası olduğunu göstermiş.

Susan organizasyonlar yaratmak, çalışanların üzerinde psikolojik sorunlar yaratabiliyor.

“Susma sustukça sıra sana gelecek!” diye bağırmanız gerekmiyor ama konuşmaya başlayabilirsiniz.

Suskunluk, değişimden kaçmanın, değişik olandan saklanmanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Tabii böyle bir organizasyonda düzenlenen toplantıları hayal etmek için, çok film seyretmek gerekmiyor; genellikle konuşan bir patron ya da müdür, onun söylediklerini onaylayan diğerleri. Dönüp dolaşıp ortaya atılan aynı görüşler… Değişik yüzler fakat aynı şarkıyı mırıldanan dudaklar.

Sonuç; yaratıcılıktan uzak bir şirket, memur zihniyetiyle çalışan elemanlar, her ay başı ödenen ücretler, böyle gelmiş böyle gider şeklinde yapılan üretimler, nerede yanlış yapıyoruz diye gürleyen bir patron…

Konuşmak cesaret işi

Sürüden ayrılanı kurt kapar. Herkes bir telden çalarken sizin başka bir notada olmanız cesaret ister.

Şirketlerin tepesinde ya da üst kademelerinde konuşmayı çok sevenler olduğunu hepimiz biliyor ve görüyoruz. Bazılarının, sonunun iyi gelmediğini de izliyoruz. Unutmayın, olur olmaz konuşan ya da hemen her fırsatı değerlendirip, aslında hiç de fena konuşmayan herkesin sonu çok iyi bitmiyor. Konuştuğunuz zaman rahatsız ettiğiniz birileri var mı, dikkat edin. Heyecanlanıp, birilerinin önüne geçmeyin ya da dikkatlerin hepsini üzerinize çekmeyin…

Konuşmak ve konuşan organizasyonlar yaratmak bir meziyet ancak söylenecekleri, en uygun zamanda dile getirmek bir başka meziyet. Ve asıl meziyet, konuştuğunuz konularda yaptırım sağlayabilmek. Ölçebilirsiniz. Kaç söylediğinizi gerçekleştirdiniz, söylediğiniz kaç şeyi yaptırabildiniz?…

Geriye dönüp düşünün; geçmişte kaç kez, çok iyi bir fikriniz olmasına rağmen, zamanında ve doğru yerde telaffuz etmediğiniz için, pırıldayan düşünceniz uçup gitti, herkesin bir kulağından girdi öbür kulağından çıktı.

Fikir sizin olmaktan çıktı, anonim oldu.

Geriye dönüp düşünün, kaç defa toplantılarda aman yine bir şey söyleyecek de havayı berbat edecek, yine eleştirecek, yine konuşacak, batıracak diye size baktılar ya da siz başkalarına baktınız.

Unutmadan, benim konuşmuş olmak için konuşup ama her cümlesine “”hayır”” ile başlayanlara da ciddi bir alerjim var. Konuşup da, negatif konuşanları sevmiyorum. Her cümleye “hayır” diye başlayanlardan haz etmiyorum. “Ama” diye devam edenleri siliyorum. “Peki” demek; “Deneyip görelim” demek bu kadar mı zor?… Madem konuşacaksın, bayramlık ağzını açacaksın, söze olumlu başlasan fena mı olur… İncilerin mi dökülür?

Özel hayatınızda neler oluyor?

Biliyorsunuz konuşmak ve susmak yalnızca iş hayatının önemli bir parçası değil.

Ya özel hayatınızda konuşamadıklarınız, konuşmadıklarınız.

Söylemesi kolay, yapması zor. Bir sürü duygular da giriyor işin içine. Susmak ya da konuşamamak özel hayatta bir başka acıtıyor.

Kırmayayım, kırılmayayım…

Yok yok ben en iyisi susayım derken… Aslında yitirilen onca şey. Kaybedilen zaman. Her konuşmama fiili, bilerek ya da isteyerek olmayabiliyor. Örneğin, bazıları, farkında olmadan da gelişiyor. Bilinç altına itilen ve susmanın yararlı olacağına inandırılan durumlar. Haydi canım hiç mi yaşamadınız?.

Peki ya sonra…

Benim bildiğim şu; her susulan an, misliyle fatura edilmektedir.

Her şeyden önce içinize attıkça biriktirdikleriniz sonra bir çığ gibi dönüyor size, bir şelaleye dönüşüyor coşuyor da coşuyor. O ana kadar kontrol ettiğiniz, susup bastırdığınız tüm duygular bir an da sizi tam can evinizden vurup ortalara dökülmüyor mu…

Ya sonra?

Kontrol edilemeyen sözcükler, sözcüklerden oluşan kontrolsüz cümleler!

Peki normal zamanlara konuşmaya, konuşturmaya nasıl teşvik ederiz, nasıl motive olabiliriz?

Yönetim pozisyonunda olanlar için belki hep duyduğunuz, belki pek umursamadığınız beylik bir tek sözcük var; cezalandırmayın.

Cezalandırmayın lütfen, ne çalışanlarınızı ne de çocuklarınızı. Bırakın konuşmayı öğrensinler ve sonuçlarına katlanmayı. Sonuçlarına katlanmayı öğrendikleri an, konuşmayı becereceklerinden kuşkunuz olmasın. Konuşmak tek yönlü bir yol değil. Böyle durumlara monolog deniyor. Arzu edilen konuşma şekli ise diyaloglar.

 

Paylaş