Çin, Dünyanın da Bizim de Kafamızı Karıştırıyor

Çağımızın kafaları karıştıran müthiş bir çelişkisi bu. “Kızıl” kapitalist Çin Halk Cumhuriyeti, serbest piyasa, serbest ticaret, serbest sermaye amentusunun en ateşli savunucusu konumuna kayarken, ABD, AB ve Japonya sermaye akımlarının, ticaretin kontrolü, vergi cennetlerinin ortadan kaldırılması, insanların serbest dolaşımının kısıtlanması gibi küreselleşme karşıtı adımları atıyor.

Amerika’nın Bretton Woods’dan bu yana ele geçirdiği küresel ekonominin geleneksel liderliği artık emin ellerde değil. Donald Trump, ülkesinin rolünün dünyada liderlik yapmaktan ziyade “Önce Amerika” prensibi etrafında gelişeceğini berrak şekilde ortaya koyuyor.

Tarih bize göstermiştir ki, küresel düzenin lideri kendisini geriye doğru çektiğinde yerini boşluğa, istikrarsızlığa, belirsizliğe ve kaosa bırakabilir. Nitekim hatırlarsanız, Büyük Depresyon, uluslararası ekonomik sistemi istikrara kavuşturmada, sorumluluk üstlenmede İngiltere’nin muktedir ve ABD’nin ise istekli olmaması nedeniyle çok genişledi, derinleşti ve uzun sürdü.

Trump’ın Kuzey Amerika ve Asya Pasifik için öngördüğü serbest ticaret antlaşmalarını bozma, Çin ile ticaret savaşları başlatma niyeti hiç kuşkusuz beraberinde siyasal denklem değişikliğini de getirecektir. Rusya’yı ikincil rakip olarak gören Trump yönetimi, jeopolitik radarının tam merkezine Çin’i oturtmakta, bu ülkeyi küresel ekonomik ve finansal piyasalarda sıkıştıracak bir dizi önlem almaya hazırlanmakta.
Bu adımlar tabii ki sadece ekonomik araçlar ile sınırlı değil. Güney Çin Denizi’nde egemenlik iddiaları, Tayvan ile ilişkiler, Çin-Japonya gerginliği, “Malakka İkilemi”, Hindistan’ı “karşı ağırlık” olarak sahaya sürme, ASEAN’ı “kalkan” olarak kullanma, “yumuşak karın” olarak gördüğü Tibet ve Sincan-Uygur Özerk Yönetim Bölgesi’ni daha da kaşıma gibi geniş çaplı jeopolitik hesaplar gündeme gelebilir.

Ve bu gelişmeler bir dizi yanıtı berrak olmayan soruları da akla getiriyor. ABD’nin bırakması halinde küresel ekonominin liderliğini Çin üstlenir mi? Xi Jinping’in son Davos Zirvesi’nde işaretlerini verdiği gibi, Pekin, bölgesel süper güçten küresel serbest yatırım ve ticaret şampiyonluğuna soyunur mu? Bunun Avrasya, Ortadoğu/Körfez ve Afrika’daki jeopolitik ve enerji yansımaları ne olur? Askeri güç bakımından da Çin özellikle açık denizlerde ABD’ye meydan okuyabilir mi? Rusya ile stratejik ortaklığı dengeleri nasıl değiştirir?

Son on yıllardır sürekli olarak artık “Asya Yüzyılı”nın geldiğini, gücün Batı’dan Doğu’ya kaymakta olduğunu söylüyoruz. Lakin bu hedefe yaklaştıkça, tıpkı bizim AB üyeliğimiz gibi, birden dinamikler değişiyor veya derin bir mali kriz patlak veriyor ya da jeopolitik mücadele ısınıyor.

Mevcut manzara öyle gösteriyor ki, Çin’in önderliğindeki “Asya Yüzyıl”ı şimdilik bir süre daha ertelenmeye devam edilecek gibi. Ekonominin sürükleyici gücü olan ihracat eskisi gibi artmıyor, hatta azalma, gerileme eğiliminde. Altyapı yatırımları artık daha fazla avantaj sunmuyor. Bankalarda geri dönmeyen borçlar şişti, patlamaya doğru gidiyor.

Rejim, şimdi yüz milyonlarca Çinliyi yeniden devasa büyük bir pazar haline dönüştürme hayaliyle hizmet sektörü ve iç tüketime yönlendirmekten bahsediyor. Ayrıca, son derece iddialı ve her yıl altyapı projelerine 90-100 milyar dolar şırınga etmeyi hedefleyen “Tek Kuşak-Tek Yol” denilen Çin’den Avrupa’ya ekonomik koridor açma girişimi hız kazanıyor; bunun hem ekonomik hem de jeopolitik geniş yansımaları olacağını görüyoruz.

Kırsalda, genellikle yaşlılar yaşıyor. Onların çocukları, kentlere göç etti. 274 milyon Çinli, Mingongs denilen göçebe işçiye dönüştü. Yani, Çin’in devasa köylülüğü, büyük oranda işçileşti. İşçilerin maaşları, aylık 400 dolar civarında. Vietnam’da ya da Kamboçya’da ödenenden daha yüksek olsa da, Tayvan, Japonya ve Batılı ülkelerde ödenenlere kıyasla hala çok düşük.

Yıllardır bütün küresel rakiplerine kafa tutan GSYİH büyüme oranları, yavaşlayan özel yatırım ve zayıf dış talep nedeniyle bu yıl ve izleyen beş yıl, son çeyrek yüzyılda kaydedilen resmi büyüme rakamlarının en kötüsü olacak gibi görünüyor: ortalama yüzde 6 civarında. Oysa, unutmayalım, bu oran, 2007’de yüzde 14 ile rekor düzeyde idi. Yani şimdikinin iki katı.

Bu ülkenin siyasi ve toplumsal istikrarını koruması için sürekli istihdam yaratması, derinleşmekte olan keskin zengin-yoksul ayrımını hafifletmesi, geriye dönmeyen finansman/borç alışkanlığının, yolsuzluk, rüşvet ve hesapsız harcamalarını terk etmesi gerekiyor.

Dünyanın satın alım gücü paritesi hesabına göre en büyük ekonomisi gözükse de Çin’in gerçek büyüme oranı ne olursa olsun, kişi başına düşen resmi GSYİH bakımından 1.3 milyarlık bu devasa ülkenin dünya sıralamasında halihazırda 80. sırada, Dominik Cumhuriyeti ile aynı düzeyde, olduğunu da not etmek lazım.

Dünyada güç kaymasının hızlandığı, yeni denklem ve ittifakların oluşmakta olduğu bu dönemde Türkiye’nin kendisine Batı ile Doğu, Kuzey ile Güney arasında nasıl bir konum belirleyeceği, Çin’in bu yeni güç dengesi haritasındaki yerinin ne olacağı sorusu da acil bir gereklilik olarak karşımızda.

Türk-Çin ilişkileri anlatılırken genellikle M.Ö 214’de Büyük Hun Devleti’nin başına geçen Mete Han’ın Çin İmparatorluğu’na karşı savaşları ile başlanır, Çin Seddi’nin kime karşı inşa edildiği, Pekin’in Türk kavimlerine yönelik entrikaları, Doğu Türkistan ve İpek Yol ile devam edilir, nihayet diplomatik ilişkilerin kurulduğu 1971’ye kadar gelinir.

Tüm bu evreleri aşıp bugüne ulaştığımızda manzara şu:
– Çin’in küresel bir güç olarak sivrilmesi, enerji kaynaklarına ulaşım, Tek Kuşak-Tek Yol koridorunun güvenliği ve hayata geçmesi, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ndeki başta Uygurlar olmak üzere Türki azınlıkların istikrarsızlık yaratmaması gibi nedenlerle Türkiye, Asya’nın en batı ucu olarak önem taşıyan bir ülkedir.
– Pekin, uzun vadeli bakış açısıyla, stratejik denkleminde, Türkiye’yi gerçekçi bir konuma oturtmuştur ve bu yönde çalışmaya, ilişkileri geliştirmeye devam etmektedir. Türkiye’nin Batı’dan tedricen uzaklaşması, Şanghay İşbirliği Teşkilatı’na ilgi duyması da memnuniyet verici görülmektedir.
– Türkiye ise Çin’e daha fırsatçı ve kısa-orta vadeli pencereden bakmaktadır. Yıllardır konuşulan, ilk defa bizim ortaya attığımız en az çeyrek yüzyıla yayılacak “stratejik ortaklık” ne yazık ki arzu edilen düzeye Ankara bakımından ulaşamadı.
– Çin’i anlamak, tanımak, sosyal, siyasi ve ekonomik yapısını algılamak veya öğrenmek, Çin’de 30 yıldan fazla bir zamandır yaşanan değişimi, göçü, yaşlanmayı, iç dinamikleri, endüstrileşmeyi, modernizasyonu, siyasi hassasiyetleri özümsemek için tek taraflı Batılı gözlükleri değil doğrudan etkileşimi, kaynakları kullanmak önem taşıyor.
– Ticarette hala en fazla açık verdiğimiz ülke Çin. Ülkemizdeki doğrudan Çin yatırımları küresel ölçekte önemsiz bir yüzdeyi temsil ediyor. Enerji, liman, demiryolu ve benzeri altyapı projelerine kabaran bir ilgi var. Savunma işbirliği, hava savunma sistemi alımı krizinden sonra duruldu; yeniden canlandırıımaya çalışılıyor. Çinli turistler krizdeki sektör için can suyu olabilirler. Her iki ülke de teknolojide bir üst kümeye sıçramak istediği için ortak AR-GE projeleri geliştirilebilir. Bu ülke ile, AB, Rusya, Orta Asya ve Ortadoğu/Körfez’de şimdiye kadar ortak işbirliği fırsatı yaratılmadı; eğilmekte yarar var.
– Çin ile terörizm ve aşırılık karşısında – masum Uygur soydaşlarımızın hak ve hukukunu kollamaktan taviz vermeyen – yeni bir işbirliği anlayışı geliştirilmesi gerekiyor. “Doğu Türkistan” her zaman Ankara ve Pekin ile gerginlik yaratma, hatta ilişkileri kopartma riskini taşıyor.

Çin’in önümüzdeki çeyrek yüzyılda hangi istikamette evrileceğini, Batı ve Rusya ile ilişkilerinin gelişim mecrasını çok yakından ve doğrudan izlemek ve ortak menfaat alanlarımızı çeşitlendirmek zorundayız.

İçi boş, mürekkebi kurumadan unutulan gereksiz rakamsal hedefler koymak yerine Çince bilen, bu ülkeyi içinden yaşayıp tanıyan “guanxi”ler geliştirmekte becerikli insanlarımızın sayısını ve kalitesini arttırmak yapılacak işlerin başında geliyor. Tayyip Erdoğan ve Xi Jinping düzeyinde siyasi liderler iki tarafta da hep Türk-Çin ilişkileri dosyasını ve ivmeyi canlı tutmak zorundadır gerçek anlamda ilerleme bekliyorsak.

Özel sektör girişimcilerimiz de şayet karşılıklı menfaatlere hizmet edecek iş yapmak istiyorlarsa “vur-kaç” taktiği yerine Çin’de kalıcı mevcudiyetin dışında hiçbir seçeneği olmadığını kafalarına nakşetmelidirler.
Çin ile dost ve ortak olmak, onu karşılık güven ve yarar esasına göre sürdürülebilir kılmak, “nalıncı keseri” gibi ilişkinin – bugün olduğu gibi – sadece bir tarafın menfaatlerini yontmasına izin vermemek hiç kolay bir uğraş değil. Üzerinde aralıksız, sabırla çalışılması gereken bir dosya.

Türkiye, bulunduğu konum itibariyle hem Batı hem Rusya ve Avrasya’nın geri kalanı, hem Çin, hem de Ortadoğu/Körfez ile dengeli, kendi menfaatini azamiye çıkartacak, güvenilir, dengeli ve güçlü bir ortak olmayı hedeflemek zorundadır. Rüzgara göre yön değiştiren, fırsatçı hareket eden bir ülke olarak ne uluslararası saygınlık görür ne de hedeflediği ulusal amaçlarına ulaşabilir.

Çin, Türkiye için, gelmekte olan yeni “Büyük Oyun” denkleminde son derece önemli bir ortak ve destek olabilir, şayet bugünden başlayarak ortak menfaat alanlarını dantel gibi işler, güveni yaratır, proaktif şekilde insiyatif alırsak.

İçerik Fabrikası- Mehmet Öğütçü

Paylaş