Cadılar Bayramı

Bu hafta sonu Cadılar Bayramı. “”Halloween””. Tam da seçim günü. Tesadüfün böylesi. Bizim cadılar o gün sokaklarda olmayacak, evlerinde heyecan içinde sandıktan çıkacak sonuçları bekleyecek.

Pazar günü minik ve sevimli cadılar iş başında olacak. Onların da oyları yok ki gerçek cadıları bir bir devirsinler. Tuhaf bir ülkeyiz. Dikkatinizi çekmiş olabilir, vitrinleri balkabakları, siyah cadı kukuleta ve kostümleri süslüyor… Hiç bize ait olmayan bir gün ama oluverdi işte. Bu kostümleri satın alacağınız dükkanlar bile var. Yetmiyor, tüm aksesuarları da satıyorlar. Uzun cadı tırnakları, cadı perukları, vampir dişleri… Aklınıza gelecek her şey.

Ne tesadüf seçime denk gelmesi

Ben pek de uyuştuklarını düşünüyorum. Belki bundan sonra hep kutlarız. Sizce zaten farkında olmadan kutluyor muyuz yoksa… Bizim cadıların, cadı kostümüne gereksinimi yok mu? Onlar böyle de cadı mı? Seçim meydanlarında, arabaların üzerinden, ellerini kollarını bir o yana bir bu yana açarak, başparmaklarını mümkün olsa karşısındakinin gözünün içine sokarak, yine mümkün olsa insanların gırtlağına basarak, kendi gırtlaklarını yırtarak… Hepsi birer cadı. Ben hiçbirini seçim sonrası bu kadar heyecanlı görmedim. Bu seçimde de büyük olasılıkla böyle olacak. Cumhurbaşkanı “”Ben bilirim başbakan olarak kimi atayacağımı”” diyor. Cadılar Bayramı’ndan, cadı görmüş kadar uzak duran bir siyasi parti, “”Biz bir gelelim hele iktidara sonra biliriz yapacağımızı”” edasıyla “”Kavga istemiyoruz”” diyor… Alttan aldıkça alıyor. Beni korkutuyor. Doğruysa cadılığın da böylesi. Hani günün birinde bu Cadılar Bayramı’nı bir daha görür müyüz diye bir satır yazmak aklımın ucundan geçmezdi, ama kimin aklının ucundan böyle bir seçim manzarası geçebilirdi ki… Balkabakları gelecek yıl bu zamanlar bazı dükkanların vitrinlerini süsler mi sizce yoksa Cinderella’nınki gibi “”püf”” diye uçup gider mi?

Ben bağnaz fikirlerin bir günde kalıp değiştireceklerine inanmıyorum. İnsanların özü neyse sözü de o olmalı. Düşündüğüm hiçbir şeyi, yanlış olduğunu görmem haricinde değiştirmedim. Dün ne düşünüyorsam bugün de onu düşünüyorum. Tabi ki düşüncelerimde ve duygularımda, bugün düne göre farklılıklar var. Geliştiler. Ama değişmediler.

Değişmelerini beklediğimiz insanların, değişmesini ben beklemiyorum.

Bana derler Rocky

İlkokulda ailemle birlikte ABD’ye gittim. Yeni okul, yeni arkadaşlar. Tek kelime bilmeden yeni bir hayat. Çocuklar girdikleri her ortama çok çabuk uyum sağlayabiliyor. Öğrenme yetenekleri de büyüklerinkinden daha fazla. İsmimi bir türlü düzgün telaffuz edemezlerdi. O zaman Rocky filmleri yok. Adım, “”Rocky”” kalmıştı. İnanmazsınız insan bir süre sonra dönüp bakıyor biri seslendiğinde. Yıllar yıllar öncesi. Ben, Cadılar Bayramı’yla da orada tanıştım. Cadı kostümlerini giyip kapı kapı dolaşıp şeker toplarsın. Kimisinin annesi ya da babası da konvoya katılır çocukların başına istenmedik bir olay gelmesin diye. Çocuklar nasıl sever cadı olmayı. Hiçbir zaman olamayacakları için herhalde… Üç beş adet şeker almak ne de tatlı gelir. O yıllardaki arkadaşlıklarımın bazılarını ilerleyen yıllarda da sürdürdüm. Ama nereye kadar. Araya mesafeler girince. Hiç görüşemeyince, gündelik hayatında birbirinden ilginç olaylar olup değişiklikler yaşadıkça, geçmiş, güzel bir hatıra olarak kalıyor. Yeri geldiğinde çocuğunuza anlatabilirsiniz. Gerçi onlar bile dinlemiyor… Ben arkadaşlarımdan birini tam 25 yıl sonra yeniden gördüm. Tuhaf bir duygu… Resimlerimizi birbirimize gönderdik. Ben onu biraz yaşlanmış tabi ki hayli değişmiş buldum. Onun beni nasıl bulduğunu bilmiyorum. Bir kızım olmasına çok şaşırdı. Onun çocuğu yok. Kedi, köpekleri varmış… Birkaç elektronik mesajla hayatımızdaki her şeyi birbirimize özetledik. Başımızdan geçenler, bugün yaşadıklarımız, yeni değerlerimiz ve değerlilerimiz… Geleceğe ilişkin planlar… Ben de misafirperver bir Türk olarak davet ettim: “”Burası deniz, güneş, cennet… Şiş kebap, Türk misafirperverliği… Seçim arifesindeyiz ama olsun buyur gel.””

Irakla ilgili endişeleri mutlaka vardır diye ekledim: “”Biz Godot’u beklercesine bir müdahale olmasını bekliyoruz. Alışığız. Biliyorum sen değilsin. Ama son birkaç yıldır hayatımız bu operasyon. “”Olacaksa, olsa ve bir an önce bitse işimize koyulsak”” diye bekliyoruz. Sen aldırma gel, bir şey olmadı, bir şey olmaz.””

Ne anladığını bilmiyorum

11 Eylül saldırılarından sonra yaşadıkları büyük travma, hayatı bizim gibi algılamalarını biraz kolaylaştırıyor, ama birbirimizi tam olarak anlayabileceğimizden emin değilim. Nereden bilsin yarının ne getireceğini bilmeden yaşamayı, nereden bilsin bu ülkede bir gün işsiz kalındığında hiçbir güvencenin olmadığını, böylece hayat standardının dibe vurabileceğini, çoluğun çocuğun etkileneceğini. Ama aynı şekilde bir gün ansızın zengin olunabileceğini de bilmez ki… Nereden bilsin. Bunu yaşamayan anlar mı? Ben olsam anlamazdım. Anlayamazdım. Bugün anladığımdan da çok emin değilim. Bir tuhaf rüya-kabus karışımı. Bir süre sonra mesajlarımız kesildi. Yaz ayları, burada havalar güzel, koşturmaktan kafamı kaldıramıyorum. Ne yalan söylemeli aklıma da gelmedi. Bugün, yarın derken bir türlü “”Neredesin”” diye yazamadım. Epey sonra arkadaşımın annesinden bir mesaj geldi. Bizim fotoğraflar bir türlü onlara ulaşmamış. Beni, kızımı, annemi babamı ve kardeşimi çok merak ediyorlar. İkinci paragrafta Francis’in (arkadaşım) kansere yakalandığını yazmış. Operasyon geçirmiş ve ne yazık ki sonuçlar olumlu değil. Ben acaba ikinci paragrafa yazar mıydım bilmiyorum. “”Dua edin onun için, önümüzdeki hafta Kemoterapi’ye başlayacak. Elimizden gelen desteği veriyoruz. Ben bir sürü şapka ve peruk gönderdim, arkadaşlarım da eski şapkalarını Francis’e hediye ediyor…”” İnanmayacaksınız aynen böyle söylüyor.

Biz olsak…

Hayır hayır. Sakin, soğukkanlı bir şekilde olayın ayrıntılarını anlatıp, sonra biraz renklendirmeyiz. Yapamayız bunları… Hemen bilgisayarın başına geçip tam da ne diyeceğimi bilemeden aklıma gelen her şeyi yazdım. Bizim gibi değiller, biz birbirimizi birlikte ağlayarak teselli deriz, acıların üzerine biraz daha tuz basmak, daha fazla ağlatıp daha çok rahatlatır. Mantıklı olmak ve olayı abartmamak için elimden geleni yaptım. Artık korkulmayacak bir hastalık olduğunu bile söyledim. Hatta şanslı olduğunu yazdım: “”Teknolojinin ortasındasın, mutlaka en iyi tedavi yöntemini bulacaklardır. İyileş ve atla gel buraya. Belle Dancing, şiş kebap, deniz, güneş… Boş ver Irak’ı, seçimlere bile yetişebilirsin. Çok eğlenceli. Burada biz Cadılar Bayramı’nı kutlamaya başladık””. “”Bir daha kutlayabilir miyiz bilmiyorum”” demedim… Haftalardır Francis’den haber yok. Meraktan çatlıyorum. Ben olsam benim yazdığım mesaja nasıl tepki verirdim bilmiyorum. Acaba karşımda canlı kanlı görsem, benimle dalga geçiyor diye kafasına bir vazo fırlatır mıydım? Yapar mıydım, yapardım. Oturup güzel güzel ağlamak varken, birisi karşımda mantık kumkuması kesilsin istemem. Yetmezmiş gibi akıl veriyor.

“”Kimsin sen”” derdim içimden mutlaka: “”Ne biliyorsun ne yaşadığımı. Nereden biliyorsun burada teknolojinin iyi olduğunu… Hadi iyi diyelim, yaşayacağımı garanti mi ediyor…””

Zaten şikayet etmesini severim. Her Türk vatandaşı gibi. Söylenirdim. Kızardım. Kendi kendime… Daha olmazsa oturur ağlardım. Ağladıkça içim daha fazla kabarır, kabardıkça daha çok ağlardım. Ben yazdıklarımdan hafif yollu utanmaya devam edip kendi kendime “” Acaba nasıl, ölüyor mu yoksa”” diye pek beter Yeşilçam senaryoları yazarken bu hafta haber geldi. Nasıl sevindim anlatamam. Duyarlı olduğum için teşekkür ediyor. İşimi soruyor, kızımı soruyor. Sonra bilmem kaçıncı paragrafta başlıyor anlatmaya. Sinir olmak işten bile değil. Hasta, ne olacağı belli değil. Ne kadar umutlu, mutlu ve sakin ve kibar. Ben olsam ilk paragraf, ilk cümle yazardım. Tabi ki geri dönüp yazacak olsaydım.

Zor günler

Şu ana kadar iki Kemoterapi atlatmış. Biliyorsunuz orada doktorlar kandırmıyorlar. Kansere yakalandıysanız her türlü detayı sizinle paylaşıyorlar. Saçının döküleceğini ve ne zaman döküleceğini çok iyi biliyor. Toplam dört kez Kemoterapi olacakmış. Zaten doktorların söylediği gibi üçüncüye başlamadan saçlarını tamamen kaybetmiş, doktorlar bilmiş yani… Kendisini alıştırmak için tedaviden önce gidip kısacık kestirmiş. Bana gönderdiği resimde saçları uzundu. Çocukken de öyleydi. Upuzun, kumral, hafif dalgalı. Kısa saçın da yakıştığını söylüyor: “”İkinci Kemoterapi’den sonra saçlarım kurudukça kurudu ve sonra bir gün tutam tutam elimde kalmaya baladı. Neyse yanlardakiler bir süre daha idare etti. Şapka takınca kel olduğum anlaşılmadı. Ama tam anlamıyla yolunmuş tavuk gibiydim.”” Annem bana iki peruk, birkaç takma kirpik ve bir sürü şapka gönderdi. Görmen lazım o kadar çok şapkam var ki. Saçlarımın hali giderek kötüleştiği için kafamı sıfır numaraya vurdurdum. Peruk takmaya çalışıyorum ama bana yakışmıyor. Kendimi ben gibi hissetmiyorum. Şapkayla daha rahatım. Sonra peruk takınca, halimden utanıyormuşum gibi durmasını da istemiyorum. Ama karar verdim, peruğumu ve takma kirpiğimi takıp Cadılar Bayramı’na katılacağım. Bu halimle bir tek oraya yakışırım. Görsen çok komik oluyor.””

Başkaları Onu; O başkalarını izliyor

Saçlarını kısacık kestirirken gidip kendisine de bir video kamera satın almış. Etrafındaki her şeyi çekmeye başlamış. Oysa değişen o… O çevresindeki değişimi çekiyor. “”Tuhaf bir durum, insanlar bana bakarken, ben kameradan onlara bakmaya başladım!”” Yardımı olduğunu söylüyor, böylece kendisine daha az baktığını kendisiyle daha az ilgilendiğini ve tüm dikkatini çevresine verdiğini söylüyor. Bir oyun oynuyor. Bana yazmadan önce en arabesk halimde ve bolca egoizmle “”Tam da yeni bulmuştum, sanırım kaybettim”” diye düşünüyordum. Ben ondan fazla ona acırken, ki hala acıyorum bu da bizim kültürümüz… O hayatla dalga geçtiğini yazıyor. Ben niye geçemiyorum. Ben niye bu kadar ciddiye alıyorum herkesi ve her şeyi diye düşünmeden edemedim, edemiyorum.

Üzerinde yaşadığımız toprakların nesi var, bize niye bunları yapıyor hala anlayabilmiş değilim. Neden hayatlarımız Acılı Urfa gibi… Ben neden yazı yazarken bile kendi kendimi ağlatabiliyorum. Ben niye her duygusal filmden gözlerim kan çanağına dönmüş çıkıyorum.

7 yaşında da böyleydim, Allah bilir 70 yaşında da böyle olacağım. Tek fark o zaman ağladığımı saklardım. Şimdi “”anasını satayım”” diyorum. Çünkü saklanmadığını gördüm.

Barbarca bir şey

Kemoterapi’nin barbarca bir şey olduğunu yazıyor. “”Hızlı üreyen her şeyi öldürmesi için yapılmış bir pil malzemesi”” diyor. Bunu insanın vücuduna vermelerinin korkunç olduğunu söylüyor. Her tedaviden sonra kendisini birkaç gün çok kötü hissettiğini yazıyor. “”En korkuncu da başıma gelecekleri bilerek tedavi olmak için oraya gitmek zorunda olmam. Ayaklarım geri geri gidiyor. Kendimi Kemoterapi’ye gitmeye ikna edene kadar akla karayı seçiyorum.”” Her Kemoterapi’den sonra, en iyi restoranlardan birine gidip müthiş bir yemek yiyormuş. “”Çok iyi geliyor”” diyor. “”Daha aldığım ilaçların etkisini hissetmediğim için iştahım açık oluyor. Aslında mideni dolu tutacaksın. Sürekli yemen gerekiyor, böylece ilacın etkisi azalıyor”” diye de ekliyor. Kendimi kötü hissettiğim üç gün, sürekli uyuduğum zamanlarda bile üç dört saatte bir kalkıp bir şeyler yiyip yattığını anlatıyor. Amacım içinizi bulandırmak değil. Ben belki de bu yazıyı yazarken biraz kendimle hesaplaşıyorum. Size de aynı duyguları yaşatabilir. Faydası olur mu bilmiyorum.

Hayatı yakalamak

Kemoterapi’ye başladıktan sonra tüm işlerine hız vermiş. Bazı sivil toplum kuruluşlarında da faal. Hepsinin müthiş gittiğini söylüyor. İkinci kez Kemoterapi’den sonra ertesi gün… Tam 450 kişinin karşısına çıkıp konuşma yapması gerekiyormuş: “”Önce çok emin değildim, acaba beni vurur mu diye düşündüm. Ama vurmadı, beni rahat bıraktı… Konuşmam çok başarılıydı. Süper geçti…”” İnsan sona yaklaştığında ya da sonun resmini gördüğünde hayata daha mı farklı sarılıyor dersiniz… Francis, pazar günü peruğunu takacak, takma kirpiklerini ihmal etmeyecek. Malum Cadılar Bayramı.

“”En güzel meziyetim inanılmayacak ve hatta sıkacak kadar iyimser olmam. Benim de kötü günlerim oluyor merak etme. Bir iki gün kendimi gizliyorum. Sonra geçiyor. En iyi şekilde yine ortalardayım. Neyse ki bu cadı günleri hem çok az sayıda hem de aralıklı oluyor. Şikayetim yok. Her şey çok güzel ve çok güzel olacak diye düşünüyorum. Kemoterapi espri yeteneğimi elimden alamadı, hala gülüyorum.””

Söz verdi terapi bitsin Türkiye’ye gelecek: “”Zaten hep gelmek istemişimdir. Madem seni de yeniden buldum, şimdi listemin başında. Ne zaman geleyim, sen ne zaman daha az meşgulsün”” diye soruyor.

Trick or Threat

Biz burada bu pazar Cadılar Bayramı’nı kutlayacağız. Seçim günü. Aynı yaş grubu çocuklar kapı kapı dolaşacaklar, zilleri çalıp “”Trick or Threat”” (ya bir numara yap ya bir şeker ver) diyecekler. Çok eğlenecekler. Anneleri de peşlerinden gidecek. Bir sürü siyah şapkalı siyah pelerinli cüce… Kıkırdayıp onu bunu rahatsız edecekler. Sonra sıra bize gelecek. Hep gitmek olmuyor, bizim de şekerlerimiz hazır olacak. Kapıya gelip “”Trick or Threat”” dediklerinde ben en cadı halimi takınıp onları korkutmalı mıyım yoksa cüce cadıları yanaklarından öpüp şekere mi boğmalıyım… İkincisi..

Merak etmeyin kendime o korkunç giysilerden almadım. Minikler sözüm ona en korkunç giysilerini giyecekler. Birbirlerini korkutacaklar. Büyükler en korkunç giysilerini giymeden. Hatta en güzel ve yakışıklı kostümleri bile bizleri korkutmayı başarıyor.

Bir de cadı olsalar…
Cadılar Bayramıymış… Pehhhh!
… Hiç bize ait bir şey değil… Pehhhh!
Hiç de umurumda değil. Ohhhh!
Ben bir gün sonra korkmaktansa bir gün önce korkayım diyorum.
Belli mi olur, bir daha balkabaklarını göremeyebiliriz.

 

Paylaş