Boşver Ekonomisi

 

Uzun zamandır aklımda evirip çevirdiğim bir konu var; iş yapış şekillerimiz. Yani, sizin, benim ve etrafımızdakilerin iş yapış şekilleri. Şöyle de ifade edebilirim; işi yaparken nasıl yaptığımızı düşünmediğimiz haller.

Hangi kademede olduğumuz önemli değil. Ne iş yaptığımız da önemli değil. Nasıl iş yaptığımız çok önemli. Şu anlamda söylüyorum, kaç yaşında, hangi cinsiyette olursanız olun fark etmiyor. Türkler Türk gibi iş yapıyor.

Özetlemek gerekirse, iş yapış şeklimiz alaturka. Diğer bir ifadeyle boş vermiş. Biraz daha içine girip tam olarak ne söylemek istediğimi anlatmama izin verirseniz, bolluk içinde diye de özetleyebilirim.

Sözünde bol, özünde az;
özründe bol, telafisinde az;
istemede çok, vermede az;
görünüşte çok, çalışmada az…

Para tahsil etmede şahin, borç ödemede suskun.
Atıp tutmada şampiyon, işi gerçekleştirmede yaya.
Söz vermekte atılgan, tutmakta sıkılgan.

Denizde Kum Bizde Fikir

Bu konuyu iş edindim. Akademik bir çalışma olmasa da ciddi bir araştırma yaptım. Çevremde farklı sektörlerde iş yapan, yapmaya çalışan kişilerden başlarından geçenleri benimle paylaşmalarını istedim. Kimisi yazlığındaki ustayı anlattı. Kimisi girdiği bir ihalede başına gelenleri. Kimi arkadaşıyla iş yapmanın sorunlarından dem vurdu. Özünde hepsinin bana iş yapış şekillerimize dair anlattıkları aynıydı. Hangi kademede olduğumuz, ne iş yaptığımızdan bağımsız olarak benzer davranış şekillerini sergiliyoruz.

Ben iş yapış şeklimize ilişkin sorgumda, kadın erkek ayırımı yapmadım. Sektör de gözetmedim. Gelen her yanıtı ilginç bulduğumu söylemeliyim. Ama aralarında en çok da bir yabancı olarak Japon mimarınkinden etkilendim.

Ve gördüm ki, iş yerinizdeki network için çağırdığınız bilgisayarcılar da, yazlıkta akan musluğu tamir eden usta da; inşaat sektöründeki işveren de kamudaki yönetici de hepsi aynı…

Aslına bakacak olursanız, bu kadar zahmete de gerek yoktu…
Yalnızca benim başımdan geçenler ve başkalarınınkinden gözlemlediklerim bile yazı konusu yapmaya yeterdi. Aşağıda biri adlı adınca, diğerleri anonim ve birbiriyle karıştırılmış bir iki adet gerçek hikaye bulacaksınız.

İlk önce gözlemimi özetlemeliyim;
Fikri mülkiyet denen şeyin ne olduğunu bilmiyoruz, bilsek de fikre saygı göstermiyoruz… Çünkü fikrin para ettiğini biliyoruz ama ödemek istemiyoruz. Ödememek için bin tane kılıf hazırlıyoruz, çünkü bizde fikirden bol şey olmadığını düşünüyoruz.

“Denizde kum bende fikir” zihniyetiyle yaşıyoruz. Doğrudur, yaratıcı bir milletiz. Hemen her konuda fikir üretiyoruz. Bunu da pek çok ülkeden daha iyi yapıyoruz, ama her fikrimiz düzgün çıkmıyor. Eğri oturup doğru konuşamıyoruz.

En fazla biz biliyoruz. İnşaatta kalfa bile olmamışken, mimardan daha iyi çizim yaptığımızı sanıyoruz.
Türkçeyi düzgün konuşamazken, her dili konuşuyor, hiç çekinmeden her alanda iletişim kuruyoruz.
Doktordan daha çok doktor, gazeteciden daha fazla haberci…

Bulmuş ve bunuyoruz. Örneğin, pek çok kişi işsizlikten kıvranırken, üstelik kendi işi de yokken, bir teklif aldığında, ayağımıza gelirse, işi ve parasını küçümseyebiliyoruz. Bunu yalnız iş ararken değil, genel olarak her konuda yapıyoruz. Önce afra tafra yapıp, kaybedince dünyanın kaç bucak olduğunu anlıyoruz.

Hesap Kitap Meselesi

Ortaya çıkan diğer görüşler de özetle şöyle;
Hepimizde önce “Haydi yapalım”, sonra “Tırsalım” hali mevcut.
Bizde özetle hesap yok kitap yok.
Tabii ki plan da yok.
Hem çok kararlı hem müthiş kararsızız. Çok şey düşünüyor, kendimize bu konuda güveniyor ama ne yazık ki düşüncelerimiz arasında kaybolup duruyoruz.
Konuları ve fikirleri çürütmekte üstümüze yok. Kaybolurken zamanın geçtiğini anlamıyoruz. Dün geçerli ve ilginç olan bir konu yarın olmayabiliyor. Bunu bir türlü kavramıyoruz.
Daha durun… Bu kadarla bırakmam sizi…

Sorumluluğumuz var ama yetkimiz olmadığı için, boyumuzdan büyük sözler verip, sonra bunları tutamıyoruz. Önceleri bu durum karşısında mahcup oluyoruz. Sonra artık biz de alışıyoruz. “Oyunun kuralı bu” diyerek, patrondan habersiz girişimde bulunup, patron öğrenince “Canım biz bu işi bir başka zamana erteleyelim” diyoruz.

Ne yalan söylemeli, çok hevesliyiz. İçimizdeki ses, “Sen dünyaları devirebilirsin “ diyor. Ama gelin görün ki, eğitimle desteklenmeyen heves boş çıkıyor. Böyle olunca da, hevesimiz kursağımızda kalıyor.
Gördüğünüz gibi bizi bize anlatma araştırmamın sonuçları çok neşeli değil. Gelin görün ki doğru.
Fakat elinizi vicdanınıza koyup, sağdan soldan derlediğim bu gözlemlerin, bize ayna tutan detayların çok renkli olduğunu kabul edin.

Hala tereddüt içinde olanlarınız için biraz daha ayrıntı vermek gerekirse, örnek olarak telefon adabından söz edebiliriz. Durum aynen şöyle; işi olunca taciz edecek kadar arama, cevabı olmayınca telefona çıkmama. Kaybolma.

Türk olmak ve iş yapmak ile ilgili kaydettiğim önemli bir bilgi de, net olarak “Hayır” diyememek. “Hayır” dememek için kaçmak ve gereğinde bir ilişkiyi yıkmak, işi kaçırmak. Ama asla “Ben bu işi yapamayacağım” ya da “Yapmayacağım” diyememek.

Bir de teşekkür etmemek. Bu da bize özgü. Daha doğrusu nasıl teşekkür edileceğini bilememek.
Olmadığında, ne olursa ona razı olmak, biraz olduğunda daha fazlasını istemek…
Sizin bu gözlemlere ilave edecekleriniz vardır mutlaka. Şimdi sizleri sıkmamak adına sınırlı sayıda örnek vereceğim.

Oyunu Kuralına Göre Oynuyor

Tatsuya Yamamoto, Japon. Türkleşmiş bir Japon olduğu söylenebilir. Ama bu cümlenin yanlış anlaşılmasını istemem çünkü Türkleri ve Türkçeyi çözmüş ama o hala bir Japon. Anlamadığı pek çok konu var, başında da iş yapış şekillerimiz geliyor. Anlamıyor ama artık oyunu kuralına göre oynuyor.
Yamamoto mimar. Akademik çalışması sırasında uluslararası bir görevle, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu farklı pek çok ülkeye gitmiş. Türkiye’de uzun soluklu bir ara vermiş ve artık bizimle yaşıyor. Çok güzel Türkçe konuşuyor. Türkiye’ye ait birbirinden ilginç görüşü ve anısı var. Çoğuna kahkahalarla gülersiniz.

İş dünyası ile ilgili olanlara gelince, ağzından bal damlamıyor:
“Biraz kötü şeyler söyleyebilirim” diyor.

Devamı da şöyle:

“Şirket patronundan, inşaat kalfasına kadar pek çok kişiyle her gün görüşüyorum. Böylece çok farklı insanlarla birlikte oluyorum. Benim işimde yaşadığım en ilginç olay, hemen herkesin bir hevesle belli başlı konularda proje istemesi, çalışmak için bilgi talep etmesi.”

Yamamoto’nun işi gereği projeler çizmesi bekleniyor. Fikirlerini de doğal olarak projelere yansıtıyor, kağıtlara döküyor ve talep eden kişiyle üzerinde tartışıyor.

İşin ilginç kısmı olayın parasal konulara yaklaşmasıyla ortaya çıkıyor. Neden diyecek olursanız, talepte bulunan işadamı nedense her şeyin bedava ya da yok para cinsinden yapılacağını sanıyor.

Daha da önemlisi fikre fazlaca önem vermiyor. Hatta hiç önem vermiyor. Kafasında geçen tilkiler arasında; “Yahu bizim Ahmet’e söyleyelim. Olmazsa Hasan Usta da yapar. Vermeyelim şimdi bu kadar para. Banyoyu ne kadar güzel kırıp yaptıydı…”

Sözü edilen projenin örneğin bir binanın dış cephe giydirmesi, bir iş merkezi yapımı olması gibi hususlar fazlaca önem taşımıyor. Ucuz olsun yeter.

Patron “Boşver” diyor.

Bak ben şöyle bir şey istiyorum, bu arada karşısındakinin bir kağıt parçasına bir şeyler çiziktirdiğini söylüyor. Ve Bay Yamamoto buna sinir olduğunu ifade ediyor. Karşısındaki bir kağıt parçasına iki dakikada ne olduğu belirsiz şeyler çizerken, o bir mimar olarak bir projeyi çizmek için günlerini harcıyor.
Bay Yamamoto ilk zamanlar çok şaşırırmış böyle durumlara. Üzülürmüş de doğal olarak. “Fikre saygı yok” demekle yetiniyor. Ama artık üzülmek, kırılmak, hayal kırıklığına uğramak gibi duyguları körelmiş. Burası Türkiye deyip, o da oyunu kuralına göre oynuyor.

Tepedeki De Alttaki De Aynı

Gelelim diğer örneğimize… Başarılı bir işadamı. Ya da öyle tanınıyor. Bilemem. Ben anlatılanların yalancısıyım. Bir süre önce bir grupla oturup uzun boylu ve çok hoş bir toplantı yapıyor. Kendi ekibi sağına ve soluna dizilmiş… Misafir ekip karşısında. Çok medeni bir durum. Ofis şık, ikram güzel, adamlar afilli, kadınlar cakalı. Önce bir grup ne yaptığını anlatıyor. Sonra diğer grup. Büyükler küçüklere söz veriyor. Böylece takım çalışması yapıldığını anlıyor, ekip ruhu karşısında gözleriniz yaşarıyor. İçinizden ‘ben de istiyorum’ diyorsunuz. Mutlaka iş yapmalıyız. Karşılıklı olarak yapılan işlerin ne kadar ilginç olduğu söyleniyor. “Oh oh” ve “aaaa oooo”  gibi nidalar ile “çok güzel, fevkalade” gibi kelimeler geçiyor.

Biz artık Batılıyız biliyorsunuz. Öyle alaturka durumlar yok. Git bir ofise kal akşama kadar olmaz. Herkesin işi var, gücü var. İşadamı Batılı yöntemlerde çok iddialı. Zaman yönetimini ayarlayabiliyor. Toplantının ikinci yarısında, ne tür bilgi ve işlere ihtiyaç duyduğunu, bunları nerelerde kullanacağını anlatıyor. Gelecekle ilgili planlarından söz ediyor. Onun çöplüğünde bulunmanın ve anlatımların etkisiyle deplasmana çıkan takım etkileniyor.

Toplantının üçüncü ve son bölümüne geçiliyor. Siz yalnızca hikayelerin giriş, gelişme ve sonuç bölümleri olduğuna inananlardan mısınız yoksa… Asıl giriş, gelişme ve sonuç hayatın içinde.

Uzatmayalım.
Sonuçta, çok net bir tarih konmasa da, en fazla bir ay, en az bir iki hafta içinde yeniden bir araya gelinmesi karlaştırılıyor. Patron alıcı olmanın gururuyla misafirlerini kapıya kadar uğurluyor, “Geliştireceğiniz projeleri bekliyorum” diye yolculuyor. Sözü edilen sürelerin sonunda yeniden bir buluşma tesis ediliyor. Bu buluşmanın ciddiyeti öbüründen daha fazla olmalı. Değişik kişilerin katılımının da sağlanacağı söyleniyor. Bu gerekçeyle buluşmak güç değil, ama üzerinde uğraş isteyen bir toplantı oluyor. Ama Türkün elinden bir şey kurtulmaz. Taraflar buluşuyor.

Hoşbeşten sonra biraz geciktiği ifade edilen kişinin birkaç dakika içinde toplantıda olacağı söyleniyor. Konuşmalardan kişinin şirket içinde çalışan biri değil, bir başka şirketten olduğunu anlıyorsunuz. Tam da sizinle çok benzer bir iş kolunda çalıştığını kavradığınızda, içeri giriyor. Geciktiği için özür diliyor. Şu kahrolası trafik yüzünden herkes geç kalıyor! Burası Türkiye…

Toplantıya misafir olarak katılanlar yani deplasmanda olanlar biraz şaşkın. Taşlar yerli yerinde değil. Ama patron, “Buyrun dinliyorum” diyor. Proje ekibi konuşmaya geçiyor. Bu arada eksik olmasın patron toplantıya geç katılan kişiyle ilgili ara ara bilgi veriyor. Çünkü sözü edilen proje nedense bu kişiyi ilgilendiriyor. Projeyi sunan çatlamak üzere ama kabalık da etmek istemiyor. Ve bir an geliyor “Pardon siz tam olarak bu projede neredesiniz” diye soruyor.

NASIL YANİ?

Patron pişkin. “Birkaç gün oldu” diye söze başlıyor “…daha çok yeni bir ilişki” diyor. “Biz falan beyle anlaştık, bu projeyi o götürecek” diye sürdürüyor.

Siz şaşkın, rakibinize bilgiyi ellerinizle sunmuş olduğunuz için kahrolmuş vaziyette, “Nasıl yani?” diyorsunuz.

Daha karpuz keseceğdik…
Patron, “Nasıl yani”yi duymuyor. Aynen şöyle konuşmaya başlıyor.
“Falan beycim, artık epey oldu, ne zaman alıyoruz sonuçları. Eehh siz de uzatmayın getirin bulguları…”
Falan Bey karşılık veriyor; “Tabii efendim, bir iki gün… Bize yeter. Tahminen bu hafta olmasa da gelecek hafta başında bitirmiş oluruz.”

Siz var ya siz… Ne hissedeceğinizi bilemiyorsunuz. Patrona dönüp, anlamadığınızı ve izahat beklediğinizi söylüyorsunuz. Neden diyecek olursa, kibarca oraya herhangi bir art niyet beklemeden özgün bir fikirle gittiğinizi anımsatıyorsunuz.
Patron başarılı bir iş adamı. Hem nalına hem mıhına vuruyor.
“Tamam tabii anlıyorum. Fikir çok güzel. Bayıldım. Değil mi filan bey.  Yani biz bunu çok güzel yapabiliriz.“
Size dönüyor, ”Çok güzel ama bunun bütçesi çok çıkar şimdi” diyor.
Filan beye dönüp, “Biz bunu daha ucuza mal edemez miyiz” diye soruyor.
O sırada fikrini ve zikrini fazlaca açığa vurduğunu fark edip hemen laf karıştırıyor.

Tercümeye gerek varsa eğer; patron  düpedüz fikri çaldıklarını size tebliğ ediyor.
Sonra da tatsızlığı yumuşatmak için, “Aman canım şimdi konuşulacak şey değil bu, Siz sonunu getirin “ diyor.

Siz ne mi yapıyorsunuz. Bu yaşanmış hikayeyi aktaran, üzerinden biraz zaman geçtiği için artık sakin. O gün orada da sakin davrandığını söyledi. Ama içinden fırtınalar koptuğunu aktardı:
“Bu doğru bir yaklaşım değil” diyebilmiş.
Boş bulunup paylaştığı bilgiyi artık saklamanın da bir çare olmadığını bilerek ve mertlik bende kalsın diyerek, ciğerlerini nefesle doldurup, ”Benim kimseden korkum yok. Fikir benim. Ben fikir üretirim, bir sürü fikir de üretebilirim. Çalınacağından mı korkacağım…”  diye söze başlamış. Buyurun deyip onlar için hazırladığı projeyi de bırakmış.

Ofise döner dörmez ilk iş olarak bir bardak soğuk su içmiş.
Patron, “Görüşelim canım” diye uğurlamış. Şunu söylemeyi de ihmal etmemiş; “Sizi üzdüysem özür dilerim.” (Tercümesi; ben ne yaptığımı biliyorum, yapıyorum özür diliyorum, geçiyor)

Neyse olayın kahramanı artık üzülmüyor. Gülüyor. Burası Türkiye… Kim bilir bir bakarsınız bir gün iş yapmaya başlarlar.

Yap, Özür Dile, Geçsin

Bu “özür” bizim toplumda çok rahat dileniyor.
Özür dilerim.
Pardon.
Affedersin.
Denizde kum biz de özür.
Bolluk ekonomisi diye buna denir işte.

Japonya’da bir adet karpuz alamıyormuşsunuz, bir adet kavunu rüyanızda görüyormuşsunuz. O kadar pahalıymış ki, insanlara son arzusunu yerine getirmek için alırlarmış… Eğer canınız çok çekerse, önce cebinizdeki paraya bakıp sonra bir dilim karpuz, iki adet domates alırmışsınız.
Burada bir kasa domatesi alıp evinize giderken bir yabancı olarak bolluk karşısında şaşırabilirsiniz tabii. Adeta bir cennet. Bu cennetimsi hal yalnız yiyecek ve içecekte yok. Hemen her konuda var. Söylediğim gibi özür dilerken var örneğin.

Yine bir araştırma anekdot…
Uzun zamandır tanıdığı ama  o ana kadar iş yapmadığı bir arkadaşıyla nasıl oluyorsa oluyor bir süre çok iyi görüşüyor.

Arkadaşı iyi bir işte çalışıyor ama bu ekonomik kriz nedeniyle tatsız tuzsuz. Yeterli parayı kazanamıyor ama çok çalışıyor. Yapacak bir şey yok. “Kahretsin” deyip çalışmaya devam. Arkadaşına “Gel benimle çalış” diyor. O da neden olmasın diye karşılık veriyor. Ama iyi düşünmek gerektiği, nasıl yapılabileceği, fikir gelişirken bir süre daha ayrı çalışılabileceği üzerinde konuşuluyor.

Kendiliğinden bir sürü konu çıkıyor; “Tamam ona bakarız, bunu da ben hallederim. Şu gün araşalım.”
O gün geliyor araşılıyor. Daha doğrusu ulaşılamıyor. Araşılmak, tek yanlı aranmaya dönüşüyor. Bulunamama hali başlıyor. Olayı bana anlatan biraz safça arayıp durmuş…
Zaman zaman ara veriyor ama aklının bir köşesinde. Takılmış anlaşılan.
Bir gün rüyasında mı görüyor ne, arıyor, “küt” arkadaş karşıda. Gafil avlanıyor anlayacağınız. Karşısındakinin takibi bıraktığını sanmış, belli ki, yanılmış.
Bir özür kıyamet görmeyin gitsin.

Zeytinyağlık vaziyetler: “Sen beni arayacaktın. Olur, mu canım öyle konuşmuştuk. Biraz daha özürler, affedersinler…

Olay böyle gidiyor. İşe başlanmıyor, aramalar son buluyor. Bir gün karşılaşırlarsa yine özür ve affedersinler olacağından kuşku duyulmuyor.
Biz ve bize özgü iş hallerinin sonu yok… Derlenmiş çok sayıda anekdot var.
Zaman zaman gırgır şamata olsun diye sizinle paylaşırım.
Unutmayın siz de paylaşabilirsiniz.
Ne de olsa biz Türküz, yaratıcı yöntemler, özel sözler, güzel adımlar…

Hepsi bizde.

 

Paylaş