Babam Okullu Oldu

Yarın’ı onu hak edene dağıtıyorlar. Bir parça bugün iki parça yarın için kimse kimsenin yaşına başına bakmıyor. Gördüğüm şu; gençler sona kalıp dona kalıyor, tecrübeliler ise yaşamın geri kalanının posasını çıkartmaya and içiyor.

2003 yılı ne yılmış kardeşim, inanılır gibi değil!

Kızım bu yıl birinci sınıfa başladı. Böylece resmi okul hayatımıza ilk adımı attık. Parmak hesabı yapıyorum, daha çok yolumuz var. Bitecek gibi görünmüyor.  Akademik yıl başladıktan sonra, birinci sınıf öğrencisi olmayı ne kadar hafife almış olduğumu fark ettim. Oysa kızım okul serüvenine 3 yaşında atıldığı için, okul öncesi tüm eğitim türlerinde deneyimli hissetmiştim kendimi. Meğer kendime fazla güvenmişim. Hiç de düşündüğüm gibi bir yıl olmadı, bu yıl. Gayet ciddi, gayet ağır, gayet sorumlu bir akademik yıla girdik.

Ödevle tanıştık, sorumluluk duygusuyla, zaman tasarrufuyla merhabalaştık.

İstemediğinde okula gitmemek diye bir şey olmadı, hafta sonu birleştirip tatile çıkmak gibi bir şey de…

Keyfiyete son.
Devamsızlık olamaz, ödevlerimizi yapmalıyız, sabah erken kalkmalıyız, hem Türkçe’yi hem İngilizce’yi birlikte öğrenmeliyiz.

Biraz bocalıyor tabii.

Sorup duruyor; Neden “spor” yazarken “s” ile “p” arasında “i” yok.

Neden “tren” yazarken “t” ile “r” arasında “i” yok; “Ama anne bu yanlış!”

Ergün günlük yazıyorlar. Geçen gün kontrol ediyorum. Şöyle yazmış; “Sabah kalktım, kahvaltımı yaptım, giyinip okula gittim. Şunu bunu yaptım, akşam eve geldim. Vörkşitimi yazdım…”  Çok güldüm. İngilizce’yi Türkçe’yi şimdilik karıştırıyor, eminim yakında work-sheet de yazacak.
Size bir şey söyleyeyim mi, birinci sınıf bizim zamanımızdaki gibi değil.

Şaşkınım.

Biz okumayı sökünce heyecan ve mutluluk yaşardık, kurdele takardık. Şimdiki çocukların birinci sınıfa gittiğinde okumayı sökmüş olmaları bekleniyor. Okuyamayanların, okuyanları yakalaması isteniyor.

Tuhaf, tuhaf; çok tuhaf!…

2003 eğitim maceram bununla sınırlı kalacak, ben küçük kızımı okula başlatmış olarak diğer tüm anneler gibi tuhaf bir mutluluk yaşayarak bu yılı kapayacağımı sanmıştım.

Ne yanılgı…

Bu yıl beni fena şaşırttı.

Ben ona “Yapma” dedim

“Ne gerek var” dedim…

Hatta yardımcı bile olmadım. Sınav formlarını nereden alacağını bile söylemedim. “İngilizcesi ağırmış” dedi, kulak asmadım. “Girme, ne gerek var… “ diye söylendim. Baktım ikna olmakla olmamak arasında gidip geliyor; “Görmüyor musun, ben yaptım başım göğe mi erdi. Yapacaksan sertifikalı bir şey yap. Gidip de tez falan yazma… Bu zor bir şey… Bak beni iki defa attılar. Bir türlü bitiremedim” dedim.
Doğru… Hayatımda bitiremediğim tek şey doktoram. Nasıl büyük bir acı bu biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz. Midemin üzerinde koca bir taş mübarek. Tam iki defa zaman aşımına uğradım. Üstelik tezimi de yazdıktan sonra. Bir yandan hızlı gazeteci olacaksın, öbür yandan yetinmeyip akademik çalışma yapacaksın… Şefkatli anne rolleri.

Yemezler.

Ben onların dilinden onlar benim dilimden anlamıyor.

Ben diyorum ki, “Görünen köy kılavuz istemez, işte tüm doğrular bunlar, bunlar. Şunlar şunlar da yanlış. Niye beni oyalıyorsunuz. Neden boyuna ispat ettirmeye çalışıyorsunuz. Siz de biliyorsunuz ben de…”
Böyle olursa, bu demek; şöyle olursa şu demek…  Onlar diyor ki, ”Doğru dediklerin doğru; yanlış dediklerin de yanlış olabilir. Ama doktora tezini böyle yazmamalısın. Dili akademik, görüntüsü ağır, anlaşılması zor olsun… Sen gazeteci gibi davranıyorsun.”

Ne mi oldu…

Bana göre bitmişti, onlara göre düzeltilmesi gerekiyordu. Olur dedim. Ama hevesim kaçtı. Gazetecilik heyecan işi. Tutup yapacaksın, tutup koparacaksın…

Zaten hayatımda birbirinden ilginç tonlarca şey var… Öyle koşturup giderken, “Bir dakika tezimi bitireceğim” diyemedim. Zaman aşımına uğradım. Zaman aktı, ben tezden uzaklaştım…

O kadar emek, harcanan o kadar zaman da uçtu.

Ben babama bunları tek tek anlatmadım. Gerek yoktu, karnım burnumda tez yazarken gördü zaten… Bana destek verdi… Zaman aşımına uğradığımda, benden çok o üzüldü.

Sosyal antropoloji okumaya karar verdi

Demez mi, ben doktoraya başlayacağım diye.
Ne okuyacaksın dedim.
“Sosyal antropoloji” diye patlattı.
“İnsan bilimi” diye de ekledi.
“İyi” dedim, ne güzel, baba kız insanla uğraşır dururuz.
Fazlaca inanmadım.
Formlardan falan söz etti. İngilizce sınav için ders kitapları aldı.
Bir sabah annemle konuşuyoruz. Babamın bir gün önce sınavlara girmeye başladığını söylemez mi…
Ben öğrendiğimde ilk sınavını vermişti bile…
Sonra her gün bir başka sınava girdi.
Babam bütün sınavları başarıyla geçti.
O artık bir öğrenci.
Annem, “Babana paso çıkaralım” diye gır gır yapıyor.
Türkiye’de insanlara “yaş yetmiş, iş bitmiş” gözüyle bakarlar.
Babam böyle olmadığını kanıtladı.
Tamam, daha yetmiş yaşında değil, ama 60’ının ortasında… Şunun şurasında 70’e ne kaldı.
Be adam otur oturduğun yerde değil mi… Bak devletin en üst kademesinden emekli olmuş, görmüş geçirmişsin. O kadar çok çalışmışsın ki, eminim yorulmuşsundur.
Hayır, nerede…
Emekli olduğu günden beri babam kıvrım kıvrım kıvranıyor.
Mutlaka bir şeyler yapacak. Evinin bir odasını ofise çevirdi. Kütüphanesini genişletti. Bilgisayar öğrendi. Önceleri yazılarını elle yazardı sonra bilgisayarı kullanmaya başladı.
Odasında haber kanalları sürekli açık. Bir yandan yazıyor bir yandan okuyor. Sürekli meşgul. Gazetelerin haber merkezleri o kadar ilginç değil.
Yetmedi, iki ayrı üniversitede ders vermeye başladı. Araştırıyor, sınav yapıyor, sınav kağıdı okuyor…
İlle daha fazla okuyacak. Kendini geliştirecek. Bir şeyler öğrenecek. Bir şeyler öğretecek.
Dersleri ikinci dönem başladı. Devam mecburiyeti varmış.
Bazen sabahları öğrenci oluyor, öğleden sonra da öğretmen… Bazen de tam tersi.

Bunlara ne demeli

Bir başka resim getirmek istiyorum şimdi gözlerinizin  önüne. Her ay Türkiye’nin bir ilinde bir üniversitede Kariyer Dünyası programını çekiyoruz. Her ay bir üniversiteye, işadamı, sanatçı, eğitimci, bürokrat sıfatlarını taşıyan kişileri konuk ediyoruz. Konuklarımızın hepsi ya gündemin içinde, ya da gündem yaratan kişiler arasından özenle seçilmiş oluyor.

Peki ne oluyor?

Her şeyden önce başta İstanbul olmak üzere, Ankara, İzmir gibi büyük illerimizdeki üniversitelerde okuyan genç arkadaşlarım programı izlemeye “lütfen” geliyorlar. Lütfen oturuyor ve lütfen dinliyorlar. Bunlar hayatı lütfen yaşıyorlar.

Rica ediyoruz onlara…

Aralarında programı o üniversitede yapabilmemiz için çırpınanlar da oluyor tabii. Hepsinin hakkını yiyemem. Sayıları az. Onlar okulu bitirdikten sonra bir yerlere gelecek olan gençler… Arkadaşları adına çırpınıp duruyorlar, koca bir TRT ekibini okullarında ağırlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Sayıları ne yazık ki iki elin parmaklarını geçmiyor.

Bir de Anadolu’daki gençler. Onları da ayırmak istiyorum. İmkansızlıklarla boğuşuyorlar, ama gözlerindeki pırıltıyı görmeniz lazım. Öğrenmek için, sormak için iştahlarına tanık olmanız gerek. Davetli konuklarımızın posasını çıkarıyorlar. Program bitiyor, biz saatlerce orada kalıyoruz.
Büyük kentlerdeki çoğunluk ise, suskun ya da ağlamaklı. Bu ikisi onları anlatmıyorsa, umursamaz olduklarını söyleyebilirim.

Büyük ilde büyük üniversiteye gittiğimizde ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Soru sormaları için onları delilercesine teşvik ediyorum. “Hadi Allah Aşkına sorun” diyorum. Yok, “”tıs”” yok.
Ekranda izliyorsunuzdur; “Şimdi arkadaşlara dönelim bakalım soruları var mı?” diye sevimli olmaya çalışan ben ve sessiz bir salon…

Bir dolu meraksız, ruhsuz genç. Öyle bakıyorlar.
Akıllarına bir tek soru gelmiyor. Merak ettikleri bir tek şey yok. Öyle bakıyorlar. Bakıyorlar bakıyorlar. Sormadıkları, merak etmedikleri için hiç rahatsız olmuyorlar. Genellikle en ateşli tartışmaları sevgiliyle el ele diz dize ve göz göze izliyorlar… Birbirlerinin elini tutup, diğerinin omzuna yaslandıkları o romantik anları bozduğum zaman nasıl suçluluk duyuyorum anlatamam.

Dördüncü sınıfın sonuna doğru telaş başlıyor. “Eyvah ben ne olacağım” telaşı bu. O zaman da sıra ağlama edebiyatına geliyor; ”Benim halim ne olacak?”

Türkiye geleceğini arıyor

Ben üniversitelerin bu haliyle Türkiye’nin geleceğini arayamayacağını, zaten aramadıklarını  düşünüyorum.

Teşhisim net; tartışmayı kavga etmek sanan, umursamaz, sürekli ağlayan gençler yetiştiriyoruz.
Aferin anneler, babalar. Aferin bize… Gerçek hayatı yaşamayan, bir gün yaşadığında şeytan çarpmışa dönecek çocuklar büyütüyoruz.

Bir insanın merakının olmamasını anlayamıyorum.
Bir insanın genç olup merak duymamasını anlayamıyorum.
“Neden” diye sormamanın müthiş bir ızdırap olduğuna inanıyorum.
“Çünkü” diye başlayamayan konuşmaları anlamsız buluyorum.
Bu çocuklar 17 yaşında, bilemedin 27 yaşında…
Yaş 70 değil, ama iş bitmiş…

Türkiye’de 53’ü özel, 16’sı vakıf olmak üzere 69 üniversite var. Bu üniversitelerde 553 fakülte, 200 yüksekokul, 251 enstitü ve 475 meslek yüksek okulu bulunuyor. Türkiye, yurtdışında en fazla öğrencisi olan ülkeler arasında 11’nci sırada yer alıyor. Türkiye’deki üniversitelerin kontenjanları talebin çok altında olması nedeniyle, yurtdışında öğrenim gören öğrenci sayısının giderek artacağı tahmin ediliyor.
Yapılan bir araştırmaya göre üniversite öğrencilerinin yüzde 67’si okuduğu bölümü değiştirmek istiyor. Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nin verilerine göre ise, öğrencilerin yüzde 63’ü üniversite sınavında  ilk üç tercihine, mezun olduğu branşı yazmıyor. Halen üniversitede okuyan öğrencilerin ancak yüzde biri istediği bölümde severek okuyor.

Bütün bu veriler genç arkadaşlarımızın tepkisizliğini, meraktan yoksun olmalarını açıklayabiliyor mu?
Bana kalırsa hayır.

Yıllardır genç arkadaşlara söz hakkı veren yayınların ve programların yaratıcısı olarak, ben, onlara inanmak istiyorum, güvenmek istiyorum, ama bir süredir çoğunluğun beni hayal kırıklığına uğrattığını görüyorum.

Üniversitelerde gördüğüm suskun umursamaz gençlerden oluşan manzara, bu gençlerin suçu mu?
Hayır, değil tabii ki.

Onlardan önce benim, benim gibilerin, benim yaşıtlarımın suçu.
Peki, her şeyin sorumluluğunu biz mi üstlenmeliyiz.
Hayır.
Bizden öncekiler, onlardan öncekiler ve onlardan da öncekiler de üstlenmeli…
Peki, suçluyu bulmak işimize yarayacak mı?
Hayır.
Suçlu yok. Mağdur var. Gerçekler var.

Merakını gıdıklamayan, öğrenmek için değil, mantar gibi yatmak için yanıp tutuşan gençler yarının mağdurları olmaya mahkum.

Kendine sahip çıkmayana kimse sahip çıkmaz. Kendine güvenmeyene kimse güvenmez. Çalışmayana kimse iş vermez. Bilgiye aç olmayana kimse iş teslim etmez.

Sevgili genç arkadaşlarım, birileri gelip “yarın”ı size hediye etmeyecek. Hak ederseniz kıyısından köşesinden bir parça alabileceksiniz.

Unutmayın sizin talip olduğunuz bir parça “yarın”a, sizin gibi talip olan milyonlarca genç var. Hatta size göre yaşlı rakipleriniz de var. Yarın onu tutmak isteyenlere kendini teslim ediyor. Bunun yaşla başla alakası yok.

Sevgili Baba, Allah sana zihin açıklığı versin.

Seninle gurur duyuyorum.

Not: Biliyorum inanmayacaksınız ama annem de, babamdan sonra bilgisayar kursuna yazıldı. Artık e-maillerini kendisi atmak istiyormuş. Haftada üç gün, her seferinde üç saat ders alıyor. Geçen gün aradı. “Ders nazari benim pratiğe ihtiyacım var” dedi. Öğretmenine de söylemiş. “Öğretmenim, sadede gelelim, bana bilgisayarın içindeki devreleri anlatmayın” demiş. Öğretmen, merak etmemesini çok yakında pratiğe geçeceklerini söylemiş…

Annem bunu bana anlatırken, “Olmaz ki canım, ben bir an önce özgürlüğüme kavuşmak istiyorum. Babana bağımlı kalmak istemiyorum. Hadi canım kapıyorum, kendine iyi bak benim biraz çalışmam lazım” demez mi…

Ne olacak benim halim?

 

 

Paylaş