Ameli Gençlik İstiyoruz

Eğitimle ilgili her türlü katkı, vatan görevi, diplomalı eğitimsiz ve mesleksiz gençlikle ülkenin geleceğinden söz etmek mümkün değil. Kar amacı güden okullar zinciri, yoksun ve yoksul eğitimci ordusu, yetkinlik kazandırmak amacından uzak sistemden yarar sağlayamıyoruz. Peki nasıl yetişecek bu gençlik? Bu söyleşi eğitim sisteminin meslek edinme boyutuna odaklanıyor. Girişte birkaç kilit soru üzerinden ilerleyerek söyleşide ne bulacağınızı özetlemek istedim.

Soru 1: Nasıl bir insan kaynağına ihtiyacımız var?

Cevap 1: Akademik olarak donanımlı… yanı sıra; iyi, erdemli, topluma karşılıksız katkı sağlayabilen, çevreyi – hayvanları – doğayı koruyan; demokrasiye inanan…

Soru 2: Cumhuriyet’in kurucuları ülkeyi kime emanet etmişlerdi?

Cevap 2: Ameli, fedakar, idealist, vatansever, çalışkan gençlik…  

(Ameli gençlik becerili, hünerli, marifetli, elinden iş gelen gençlik demek)

Soru 3: Pasif öğrenen, ev genci olmaya mahkum olan gençlikten kurtulmak istiyorsak, ne yapmalıyız?

Cevap 3: Eğitim modeli değişecek; gerçek ortamlarda proje ya da sorun çözerek; yaparak- yaşayarak, üreterek, gerçek iş yaparak… (Bknz. Köy Enstitüleri…)

Prof. Dr. Mustafa Özcan… MEF Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı. Kendisi de çalışmaları da renkli… İki öğrenme modeli patenti olan bir akademisyen. Patent fakiri bir ülkede olduğumuzu unutmayın… Özcan, aklımızı fikrimizi eğitime yatırmamız gerektiğini söylüyor; “çünkü insan öğrendiği kadardır. Bizi; medeni, demokrat, bilgili, becerili, erdemli yapan hiçbir şey genlerimizde kodlanmış değil. Öğrenmek için kodlanmış varlıklarız, öğrenemezsek yaşayamayız.”

Söyleşide okuyacağınız üzere bu eğitim sistemiyle bilgi çağını yakalamamızın mümkün olmadığını ifade ediyor, bu yorumu yapan tek eğitimci Özcan değil, ama dünya çapında bir uzman olarak hala umudunun olduğunu ifade ettiği için anlattıkları çok çok değerli.

Meslek, meslek, meslek!… Bu işin formulü bu! Çocukları sınıflara toplayıp, nutuk çekerek meslek verilemeyeceğine dikkat çekiyor. İşsiz üreten üniversitelerimize girmenin hala  statü sembolü olmasına isyan ediyor. Yok mu buna dur diyecek bir şey diye sorduğumda, “ameli gençlik” diyor. Kelimeyi unutmuşuz, hatta duymamışız! Yazık ki ne yazık…  Becerili, yetkin demek. İş bilir diyecektim, aman dedim işini bilirle karıştırılır, sakıncalı o yüzden elinden iş gelen demek isterim yani, bileğinde altın bilezik olan gençlik. TDK’ya siz de mutlaka bakın, bir daha unutmayın. Neden biliyor musunuz,  Mustafa Kemal ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları, nasıl bir gençlik hayal ettiklerini ifade ederken en sık “ameli” gençlik sözcüğünü tekrar etmişler. Türkiye Büyük Millet Meclisi zabıtları böyle diyor. Detaylar söyleşimizde;

Söyleşimiz Youtube’da, dinlemek isteyenler için Spotify’dayım

 

Yaprak Özer: Sözde bilgi çağına koşuyoruz. Var olan eğitim sistemiyle bu mümkün mü?

Mustafa Özcan: Bu çağın kızıl elması muasır medeniyettir (bilgi çağı). Bu ülkede yaşayanlar olarak daha iyi, modern, rahat, zengin, medeni bir hayat istiyoruz… Çevreyi koruyan, demokrasiye inanmış, hoşgörü sahibi, anlayışlı… Çocuklarımız da daha iyi bir hayat yaşasın istiyoruz. Bunun için de elimizdeki en önemli araç eğitim. Tabii eğitim sadece okulla olmuyor. Yaygın eğitim dediğimiz bir olay var. Doğumdan itibaren öğrenmeye başlarız. Modern toplum, bürokratik toplumdur. Okulda ne öğrendiğinize, diplomanıza, not ortalamanıza bakar.

İnsan öğrendiği kadardır. Bizi medeni, demokrat, bilgili, becerili, erdemli yapan hiçbir şey genlerimizde kodlanmış değildir. Genlerimizde ne var; potansiyelimiz, yeteneğimiz var. Her çocuk bir potansiyelle doğar. Her çocuk, sevginin, yaratıcılığın, sanatın, üretimin, toplum hizmetinin, kahramanlığın, insanlığa hizmetin kaynağıdır. Potansiyelin varlığı önemli ama ondan daha önemlisi, o potansiyelin açılmasına, büyümesine, gelişmesine ve işe yaramasına uygun bir çevrenin olup olmaması…

Geleneksel toplumda biz insanları ödüllendirip, onlara mevki makam verip, maaşa bağlarken, modern toplum, insanın doğuştan getirdikleri, ırkına, diline, dinine, cinsiyetine, rengine göre değil, başarılarına bakarak değerlendiriyor. Onlara bir mevki, iş, ödül, para veriyor… Peki soru şu: bireyi kim başarılı kılıyor modern toplumda?  Eğitim… Modern toplumda, toplumun kaderi eğitimle yazılır.

Yaprak Özer: Bu eğitim kurumlarıyla bu kader yolunda yürüyebilecek miyiz?

Mustafa Özcan: Bu eğitim sistemiyle bilgi çağını yakalamak çok zor. Kesin kanaatim bu. Asıl olan, hayatın kendisidir. Eğitim sistemi onu takip eder. Yani hayat ne ise, kültür ne ise, okullarımız o kültürü çocuklarımıza aktarmak için vardır. Ama hayat o kadar hızlı değişiyor ki, okullar, arkasından yetişemiyor. Pandemide her ev bir okul haline dönüştü. Hepimiz teknoloji ustası olduk. Artık kendi köyünde kendi şehrinde kendi ülkende “1 numara” olsan da önemi yok. Dünya standartlarına göre “1 numara” olman gerekiyor. Okulları değiştirmez, yenilemez, dünya standartlarına uygun hale getirmezsek, başkaları gelip bu hizmeti bize verecek. Telefonda, otomobilde böyle olmadı mı? Hepsi yabancı. Küreselleşme kalite olayı. Malı ve hizmeti iyi yaparsanız, dünyanın her tarafına satarsınız.

Eskiden bilgi ilim adamları, alimler, öğretmenlerin tekelindeydi… Şimdi bilgisayarda. O zaman her şey öğretmenin kafasındaydı; öğrenirdi aktarırdı. Öğretmen, bulunduğu yerin en itibarlı kişisiydi, en çok o biliyordu. Ama bu iş bitti. Google… Facebook, Twitter var, var da var… Hiçbir profesör, Google’dan fazla bilemez. Öğretmenlik mesleği bitti demek istemiyorum. Yapay zeka benim yerimi alamaz. Ama yapay zekanın yapamadığını yapmam lazım. Yeni çağ, yeni bir öğretmen, yeni bir okul istiyor.

Yaprak Özer: Eğitim hayatınız kolay geçmemiş. Kendinizden söz eder misiniz?

Mustafa Özcan: Ben öğretmen okulu mezunuyum. Bildiğiniz ilk öğretmen okulu. Şimdi o okullar yok, kapandı. Köylerde öğretmenlik yaptım. Sonra ayrıldım okumaya devam ettim. Öğretmen okulu öğretmeni oldum. Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı yaptım. Eğitim uzmanı olarak çalıştım rehberlik ve araştırma merkezlerinde. Eğitim enstitülerinde çalıştım. Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde hemen her işi yaptım. Böyle 15 yılım geçti Türkiye’nin değişik yerlerinde. Kayseri’de, Sivas’ta, Erzurum’da, Hatay’da, Adıyaman’da, Ankara’da çalıştım. Sonra üniversiteye geçtim. Doktoramı yaparken, araştırma görevlisiyken Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde, YÖK bursuyla Amerika’ya gittim. 5 yıllık bir burs… Bir yıl sonra “Mali kriz var ülkede. Burslarınızı gönderemiyoruz. Ya kendi imkanlarınızla devam edin veya ülkeye dönün” diye mektup geldi… Üniversitede çalışmaya başladım; kitap dükkanında, sonra kütüphanesinde… araştırma görevlisi oldum. University of Iowa; Amerika’nın ilk 50 üniversitesinden birisidir. Doktoram bitmeden full time iş bulmuştum. Bugün yarın dönerim derken, 26 yıl geçti. Eğitim fakültelerinde öğretim üyesi olarak çalıştım. Patentini aldığım modelleri de orada geliştirdim uygulamaya başladım. Türkiye’ye 2014’de döndüm. MEF Üniversitesi kurucusu İbrahim Arıkan da Kayseri Pazarören İlköğretmen Okulu mezunu, anlaşmamız kolay oldu … “Okulda Üniversite modelini MEF Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde uygulamanız için size dekanlık teklif ediyoruz” deyince, dayanamadım kabul ettim. Modellerden birisi öğretmen eğitim paketi. Türkiye’de bir öğretmen eğitim, markası yaratmak istiyorum. Çok iddialıyım. Türk milletinin tarihi tecrübesinin bunun için yeterli olduğunu düşünüyorum, biz Türkiye’de çok iyi bir eğitim sistemi kurabiliriz.

Yaprak Özer: Öğretmenliğin saygı duyulan, iyi kazanan bir meslek olması mümkün mü?

Mustafa Özcan: 93 tane eğitim fakültesi var. Bunların içinde çok farklı bir model uygulayan biziz. Eğitimin yüzde 50’sini üniversitede yüzde 50’sini işyerinde geçiriyor. Okulun içinde üniversite gibi düşünün. Üniversiteyi, hocalarıyla, araştırma projeleriyle, öğrencileriyle iş birliği yaptığımız okullara taşıyoruz. Orayı değiştiriyoruz. Bir fark yaratıyoruz; öğrenci başarısını arttırıyoruz, öğretmen arkadaşlarla ortak projeler yapıyoruz, hizmet içi eğitim veriyoruz. Bir meslek o mesleğin icra edildiği yerde öğrenilir. Öğretmenlik bir meslektir; dişçilik gibi, doktorluk gibi… Eğitimde bir paradigma değişimine ihtiyacımız var. Bir de bizim modelin bir başka özelliği; öğretim üyeleri… Bizim öğretim üyelerimiz için ön şart en az iki yıl mesleki deneyimi olacak.

Yaprak Özer: Her mesleğe uygulanabilir mi bu?

Mustafa Özcan: Her mesleğe uygulanabilir tabii… Bu Okulda Üniversite’nin altında yatan temel kavram: “İş yerinde üniversite”…

Yaprak Özer: Klasik stajlar işe yaramıyor diyorsunuz.

Mustafa Özcan: Evet. Bu, başka türlü bir şey.

Yaprak Özer: Diplomasına koşarken, çalışıp başarılı olmalı.  Anladığım bu.

Mustafa Özcan: Güzel anlattınız, savunduğum model, iş yerinde üniversite modeli. Bu çağın modeli bu olmalı. “İş yerinde üniversite” modelini öğretmen eğitimine, eğitim fakültesine uygularsanız, bunun adı “Okulda Üniversite” oluyor. Bizim iş yerimiz okul. Ziraat Fakültesi açsaydınız, o zaman “çiftlikte ziraat fakültesi” olması lazım, Eczacılık Fakültesi açacaksınız, o zaman onu da bir kimya tesisi içinde ya da yanında açmak lazım. Doktor eğitimi için hastaneyle entegre olması lazım. Tıp fakülteleri meslek eğitiminin sorununu ilk çözen kurumdur. 1910’da ABD’de Carnegie Vakfı’nın görevlendirdiği iki araştırmacı tarafından gündeme geldi, tüm tıp fakülteleri incelendi. Modelde de Tıp Fakültesi öğrencilerinin hastanede en az iki yıl eğitim görmesi önerildi. Önce ABD’de sonra dünyada küresel model haline geldi. Bizim modelin farkı öğretim üyeleri ve müfredat. Kültürel Beceriler dersi var. Her öğrenci bir kültürel beceri sahibi olacak, gitar – saz çalacak, folklor yapacak, piyano çalacak, seramik yapacak.

Yaprak Özer: Neden üniversiteyi meslek edinecek yer gibi görmüyoruz, kafamız mı karışık?

Mustafa Özcan: Para kazanmak için iş yapıyorsanız, o sizin mesleğinizdir. Eğitim değişti, bizim algılarımız hala geçmişte. Gelenekselin etkisinden zor kurtuluyoruz. Orta Çağ toplumunda meslekler çırak-kalfa-usta modeliyle öğrenilirdi. Ahilik denen bir model vardı Osmanlı toplumunda, çok da övünürüz ama Amerikalılarda, Avrupalılarda, özelinde Almanya’da da benzeri modeller var. Hatta daha gelişmiş örneklerini görebilirsiniz. Ayrıntılı kuralları ve normları da var. Bu iş, yamak-çırak-usta kavram modeli, bilimsel çalışmaların artmasıyla beraber kendiliğinden azalmaya başladı. Özellikle sanayi devriminden sonra fabrikalar açıldı, büyük sayılarda ustaya, çırağa, kalfaya ihtiyaç oldu. Elinden iş gelen insana duyulan ihtiyaç çırak toplayarak olmuyor; büyük kitleleri daha kolay daha çabuk eğitebileceğimiz okullar açmaya başladık. Meslek eğitimini geleneksel ortamından alıp örgün ortama getirdik. Önce ortaokul, lise şimdi üniversite düzeyine geldi. Üniversiteler meslek eğitimi veren kurumlar oldu. Orta Çağ’da üniversite, entelektüel, aydın insan, lider yetiştiren bir kurumdu. Kadı, vali, papaz oradan yetişiyordu. Bugün herkes hayatını kazanacağı bir meslek edinmek için üniversiteye koşuyor, meslek öğretmeyen fakülteler kapanıyor. Mesela Fen Edebiyat Fakültesi’ni birçok üniversite kapattı Türkiye’de. Öğrenci gelmiyor. İstesek de istemesek de üniversite, meslek eğitimi veren bir kuruma dönüşmüştür. O zaman üniversiteyi meslek eğitimi verecek hale dönüştürmek zorundayız, çünkü üniversite sınıfları meslek eğitimi için yapay ortamlardır.  Üniversite sınıfında meslek öğrenilmez, meslek eğitiminin yarısı ya da en az 2 yılı uygulama olmalı. Peki biz ne yapıyoruz? Çocukları sınıflara topluyoruz nutuk çekiyoruz. Böyle meslek edinilmez. Yok, böyle bir şey yok pedagojide. Almanya mesleki eğitim için güzel bir örnek. Finlandiyalılar öğretmen eğitimini iyi biliyor. Her kültür kendi eğitim sistemini yaratır. Eğitim yerli ve millidir.

Finlandiya’da öğretmenler itibarlıdır. Toplumun kaymak tabakasının çocukları Eğitim Fakültesi’ne gidiyor. Tıp Fakültesi’ne başvuranlarla Eğitim Fakültesi’ne başvuranların sayısı aşağı yukarı aynı Finlandiya’da. Eğitim Fakültesi’ne öğrenci mülakatla alınıyor. Japonya’da da Hollanda’da da mülakat var. ABD’de en iyilerde mülakat var Eğitim Fakültesi’ne girmek için. Türkiye’de ben mülakat yapılsın dediğim zaman herkes “olmaz” diyor.  Çünkü Türkiye’de kültür buna izin vermiyor. Ben mülakatla girdim Öğretmen Okulu’na, Eğitim Enstitüsü’ne mülakatla girdim. Kimseye torpil yapılmamıştı. Ama güven duygusunu kaybetmiş bir toplum yaşıyor şu an Türkiye’de. Bu nedenle uygulayamıyorum.

Türkiye’de üniversite mezunu olmak bir statü belirtisi. Üniversite mezunu iseniz, itibarınız yüksek oluyor. İşiniz olmasa bile önemi yok.  Üniversite diplomanız var ya… herkes onu almak istiyor. Bir etiket kültürü var. Ama Almanya’da, ABD’de böyle bir kültür yok. İki yıllık okula gitmek onur kırıcı bir şey değil. İki kızım da öyle yaptı. “Baba sana niye masraf edelim” dediler. Bu kadar basit.

Yaprak Özer: Diğer modeliniz nedir?

Mustafa Özcan: O benim tüm meslek hayatımın ürünü; 52 yılım. Adı “DERSDEM”. Ders, değer ve deneyim kavramlarının içine harmanlandığı bir kavram bu. Eğitimde bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. Paradigma profesör anlatır, öğrenciler not alır. İyi yazamayan iyi yazandan alır, fotokopisini çektirir. Çok iyi yapanlar parayla satar. İlkokulda, ortaokulda, lisede hoca anlatır öğrenci yazar. Bu değişmeli. İnsan her türlü öğrenir. Dinleyerek, seyrederek, okuyarak, yazarak, yaparak yaşayarak öğrenir. Sınayarak deneyerek öğrenir. Düşünerek de öğrenir; ders çıkartır, öğrenirsiniz. Bütün mesele “En iyisi hangisi?” Araştırmalar yaparak, yaşayarak, deneyerek olmalı diyor. Öğrenme dediğiniz şeyin doğal hali budur. Çocuk doğduktan itibaren öğrenir. Biz öğrenmek için kodlanmış varlıklarız. Öğrenemezsek yaşayamayız. Yani eğitim yoksa insan yoktur. Eğitimin özü öğrenmedir.

Yaprak Özer: Bu, başlanmış ve sonuçları görülebilen bir sistem mi?

Mustafa Özcan: Çok uygulandı, Amerika’da uyguluyordum orada geliştirdim modeli kendime göre tasarladım, doktora düzeyinde öğretiyordum. Proje temelli eğitim bu. Bir proje içinde sorun çözerek. Normal hayatta zorluklara sorun diyoruz. Problemi okula getirince, adı proje oluyor. Süresi belli, kim yapacak, kim rehberlik edecek, kriterleri belli olunca ona proje diyoruz. Ben diyorum ki,  bizim amacımız sadece akademik olarak çok iyi donanımlı insanlar yetiştirmek değil, iyi insanlar, erdemli, topluma karşılıksız katkı sağlayabilen “hep bana hep bana” demeyen… çevreyi de, hayvanları da doğayı da koruyan; demokrasiye inanan, topluma karşılıksız katkı sağlayacak kadar olgunlaşmış, erdemli bireylere ihtiyacım var. Peki bu nasıl olacak? Bunlar genlere kodlanmış değil ki… öğretmem gerekiyor. Akademik içerik uygulanırken, topluma hizmet edeceğiz, bir sorun çözeceğiz karşılıksız yapacağız. Öğrenciye bu fırsatı vermemiz gerektiğine inanıyorum. Proje böyle başladı esas olarak. DERSDEM’in iki versiyonu var. Bir, DERSDEM BİREBİR var. Bir de DERSDEM PROJE var. Bir derste akademik içerik uygulanıyor. Mesela okulun bulunduğu kasabada bir göl var. Böyle bir örnek veriyordum. 15 bin nüfuslu bir kasaba var. Ormanlık yeşillik bir yer. Gölde balıklar ölüyor. Biyoloji dersindeki öğrenciler bir proje yapıyorlar. Bu göldeki sorunun sebeplerini araştırıyor, buluyorlar. Eski haline getirmek üzere ne gerekiyorsa yapıyorlar.

Yaprak Özer: Şimdi de Marmara için böyle bir şey yapabilseler. Deniz Salyası… Ne kadar kutlu bir görev olur.

Mustafa Özcan: İyilik yapmadan iyi olunamaz. Gençlere iyiliği deneyimleme şansı vermemiz lazım. Akademik olarak donanımlı olsunlar; dünyayla yarışsınlar; dünyayla konuşsunlar; dünyayla çalışsınlar aynı zamanda da dünyanın örnek alacağı kadar da iyi olsunlar.

DERSDEM BİREBİR, bire bir ders çalışma projesi. Eğitim Fakültesi’ne gelen her öğrenci ihtiyacı olan çocuğa 25 saat ders çalıştıracak. Çok talep var Tunceli iliyle bir anlaşma imzaladık. Sonra Şırnak’la, Batı’da da Aydın ve Edirne. 7 ilde fiilen ders çalıştırıyoruz, talep artınca Eğitim Fakültesi öğrencileri yetmez oldu. Diğer üniversitelerden gönüllüler geldi. Onlara ders nasıl çalışılır eğitimi veriyoruz. Sıfır bütçeyle çalışıyoruz. Sosyal adaletin sağlanmasına katkı sağlıyoruz.

Yaprak Özer: Gençliğimizin tarifini yapar mısınız? Nasıl bir gençlik?

Mustafa Özcan: “Nasıl bir gençliğe ihtiyacımız var?” Dünyanın en zor sorusu… Türkiye’de doktora tezim, Türk Eğitim Düşüncesi’ydi. Atatürk döneminin liderleri, bizim kurucu atalarımız… Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar çok iyi yetişmiş insanlardı. Hepsi 2-3 dil bilen Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça biliyor filan. Cumhuriyeti kuranların Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptıkları konuşmaları inceledim 18 yıl için… Benim ilk doktora tezim Atatürk Dönemi Türk Eğitim Düşüncesi’ydi adı. 23 Nisan 1920’den 10 Kasım 1938’e kadar olan dönemdeki bütün Meclis tutanaklarını sayfa sayfa taradım. İki yıl Meclis’te çalıştım. Nasıl bir gençlik yetiştirmek istemişler, Türkiye’yi nasıl modernleştirmiş bu insanlar? Cumhuriyeti kime emanet etmek istemişler? Bulduğum 4-5 tane temel nitelik var, bunlardan bir tanesi “ameli gençlik”.  Fedakar, idealist vatansever gençlik, çalışkan gençlik diyorlar.  Ameli gençlik, becerili gençlik demek. Hünerli, marifetli, elinden iş gelen gençlik. Hayat bizim üretip yaratmamızı ister.

Yaprak Özer: Ne güzel ifade etmişler ama değil mi?

Mustafa Özcan: Yok. Kılığı kıyafeti, mezhebi, dili dini ne olursa olsun hiç önemli değil ama becerisi olsun. Elinden bir iş gelsin, topluma katkı sağlasın. Dinleyerek, pasif olarak öğrenen gençlikten ve sonunda ev genci olmaya mahkum olan gençlikten kurtulmak istiyorsak, okullarımızdaki eğitim modelini değiştirmemiz lazım. Proje çözerek, sorun çözerek öğrensin; yaparak yaşayarak öğrensin; üreterek öğrensin. Gerçek ortamlarda öğrensin. Gerçek iş yaparak öğrensin. İş içinde iş yaparak öğrensin. Hayata böyle hazırlanır çocuklar. İşte Köy Enstitüleri böyle kurumlardı. Bunun en güzel örneği Köy Enstitüleri’dir.

Çocuklar biliyorsunuz köy okullarından mezun olmak zorundaydılar. 5 yıl sonra on parmağında on marifet mezun ettiler. Hem öğretmenlik yapmayı hem okuma yazma, yabancı dil, bir müzik aleti çalma, folklor… Yılda 24 kitap okumaları zorunluydu çocukların. Ege’de ise bağcılık, üzüm, tütün, portakal… Trabzon’daysa balıkçılık… fındık… Demircilikten, sağlıktan anlıyorlardı; iğne yapıyorlardı, basit şeyleri tedavi edebiliyorlardı. Marangozdular aynı zamanda… Yapı ustasıydılar… İnsanın bunları bilmesi ayıp değil, tam tersine… Köy Enstitüleri bunun için unutulmuyor. Herkes gördü onların ameli olduğunu… Çocukları 12 yıl okutuyoruz… zorunlu eğitim… Peki 12 yıl sonra bu çocukların elinden ne geliyor? Soru çözmeyi biliyorlar. Başka becerileri yok. Bir seneye kalmaz, üç ay sonra verin unuturlar. Okuduğunu anlama konusunda, uygulama konusunda geriler bizimkiler. Eğitim sisteminde anaokulundan üniversiteye kadar bir paradigma değişikliğine ihtiyacımız var. Eğitim verirken, çocukları bilgili becerili ve erdemli yetiştirmeliyiz. Kuru bilgiyle doldurmak olmaz. Yöntemimiz; yaparak, yaşayarak, üreterek olmalı. Gerçekçi olmalı. Yapılandırmacılık dediğimiz teorinin dünyada en geniş çaplı olarak uygulandığı okullar Köy Enstitüleri’dir. Bu teoriyi ondan daha iyi uygulayan olmadı. Okulun içine hayatı getirmeyelim; okulu hayatın içine götürelim. Tam tersi… Hayatı okullaştıralım. Evi okullaştıralım. İş yerini okullaştıralım. Hayatı daha kaliteli hale getirmek için, bilimsel bilginin hayata entegre edilmesi lazım.

Paylaş