Ah O Trende Ben De Olsaydım

Hayata seyirci olanlar bir gün kendilerini bir trenin almak üzere geleceğini sanırlar. Yaşamda seyirci kalmayı tercih edenler beyaz atlı prensin onları bulmasını beklerler. Yaşamda kaliteyi sorgulayanların ise bekleyecek hiçbir şeyleri olmamalı.

Kamu-Sen’in araştırmasına göre 4 kişilik bir ailenin zorunlu gıda harcama tutarı 378 milyon 377 bin Türk Lirası.

378 milyona neler alabilirsiniz. Örneğin bir çift ayakkabı satın alabilirsiniz. Bir gece yemeğe çıktığınızda bu parayı verebilirsiniz. Okulun aylık taksiti bu rakamın çok daha üstünde olabilir.

Açlık sınırı…

En düşük emekli ücreti.

Asgari ücret…

Zaman zaman duyduğumuz kalıp bir iki cümleden birkaç kelime…

Aylık kazancınız 378 milyon 377 bin Türk Lirası civarında dolaşmıyorsa, çok büyük anlam veremezsiniz rakamlara. Allah bilir sizin derdiniz zaten başınızı aşmıştır. Başkaları sizin hangi sınırda olduğunuzu biliyor mu? Örneğin parasızlıktan kıvranma sınırı ya da çıldırma…

Ateş düştüğü yeri yakar. Yakıyor da…

KİMİ PASTA YİYOR

DİE, 20 bin ve üzeri nüfuslu yerleşim birimlerini kent olarak tanımlıyor. Buna göre Türkiye’de nüfusun yüzde 57′si, yani 39 milyon kişi kentlerde yaşıyor. Kentteki hanelerin ortalama dört kişiden oluştuğu dikkate alındığında, kentsel Türkiye’deki hane sayısının 10 milyon olduğu söylenebilir.

Üst sosyo ekonomik kesim, kentsel Türkiye nüfusunun ancak yüzde 9′unu oluşturuyor. Geriye kalan nüfusun yarısı orta, diğer yarısı da alt sosyo ekonomik tabaka. Kriz öncesi en üst sosyo ekonomik tabakanın hane başına yıllık geliri 27 bin 760 dolar. Bu rakam orta sosyo ekonomik tabakada 10 bin 419 dolar. En alt tabakada ise 2 bin 762 dolar. Gelir sıralamasına göre baktığımızda, en üst tabakada hane başına yıllık gelir 53 bin 474 dolar. Orta üst tabakada 10 bin 339, orta alt tabakada 6 bin 339, en alt tabakada ise bin 505 dolar.

Aman dikkat!

İstatistikler yanıltmasın sizi. Unutmayın, kent içinde kentlerin oluştuğu bir dönemde yaşıyoruz. Dört kişilik bir ailede toplam 378 milyon kazanamayanlar da aynı kentte yaşıyor, hane başına 50 bin dolar üzerinde yaşayanlar da.

CEMAAT DÖNEMİ

Kentlerde kendi içlerinde son derece kapalı grupların oluştuğu ifade ediliyor. Cemaat diye tabir ediliyorlar. Zengin cemaatler, orta halli cemaatler, fakir cemaatler, yoksulluk sınırı altındakiler…
Aşağı yukarı sosyal hareketin hiçbir zaman olmadığı kadar fazla ve hızlı yaşandığı bir dönemdeyiz. Bir günde zengin olabiliyor, bir günde fakir düşebiliyoruz. Şaşkınız, ne yapacağımızı ne diyeceğimizi bilmiyoruz.

Bir bankada, bir yabancı firmada ya da önde gelen bir yerli firmada iyi bir ücret iyi de bir pozisyonda çalışıp geleceğinize güvenirken, seyahat edip, iyi bir tüketici davranışı sergilerken birden işsiz kalabilirsiniz. Arayıp arayıp iş bulamayabilirsiniz.

Özel okulların çoğu geçtiğimiz hafta gelecek yılın ücretlerini açıkladı. Velilerin hepsi havada. Çoğu kendisini öfke seline kaptırmış durumda.

Neden bağrışıp duruyor bu insanlar?

Daha iyi eğitim için. Çocuklarının geleceği için. Daha iyi yaşamak için.

İşte gelmek istediğim nokta!

“”Daha iyi yaşamak””.

Nedir sizce daha iyi yaşam.

Daha iyi yaşam daha kaliteli yaşam mı?

HANGİMİZ DAHA KALİTELİ YAŞIYORUZ

Bir arkadaşım… üniversiteyi birlikte okuduk. Türkiye’nin önde gelen ailelerinden birine mensup. Gelir olarak olmasa da entelektüel açıdan Türkiye Cumhuriyeti tarihine damgasını vurmuş kişiler çıkartmış, tanınmış bir aileden… İkimizin hayata bakışı, hayattan beklentileri o zaman da farklıydı, bugün de farklı. Ama çok iyi anlaşırdık. Yarışa aynı yerden aynı noktadan başlıyorduk. Onun sermayesi çoktu, benim sermayem yoktu. Sermaye kelimesi burada maddi her hangi bir değer taşımıyor. Tanıdık, bilgi birikimi, know-how. Gazeteci olacak biri için gazeteci bir aileden gelmekle gelmemek arasında ciddi bir fark var.

Dedim ya… çok yakın iki arkadaş, ama çok farklı iki arkadaştık. Yalnızca üniversite yıllarında değil, sonrasında da… Ben çok çalışmayı tercih ettim, o etmedi. Ben kariyer dedim o demedi. Hangimiz iyi yaptık hangimiz kötü?

Çoğunlukla hayata böyle bakıyoruz.

O güneyde sakin bir hayatı yaşıyor. Kimilerine göre şahane bir hayat sürüyor. Kimilerine göre temel gereksinimlerini ancak karşılayan bohem bir yaşam…

Yıllar sonra geçenlerde bir süper markette karşılaştık. Eskisi gibi kucaklaştık, ayaküstü hayatlarımızı birbirimize özetledik.

SEBZELERİN ARASINDA MEYVELERİN ORTASINDA

O başından geçen evlilikleri, sevgililerini bir çırpıda anlattı. Domates, salatalık, marul reyonunun arkasında; yumurta, sosis, salam ve diğer şarküteri malzemelerinin önünde; gelene geçene engel olurken; “”ooohhh… ciddi misinnnnnn? yok canımmmmmm!”” sesleri arasında eskisi gibi güldük, dalga geçtik ve birbirimizi arayacağımıza söz verdik.

Onun üzerinde deri bir mont, blue jean, düz ayakkabılar… Her zamanki gibi rahat ve sadeydi. Yüzü yanık. Ne de olsa güneyde yaşıyor. İstanbul’a çok seyrek geldiğini söyledi. Buralara dayanamadığını. Orada yaşamın harika olduğunu anlattı. Harika ve basit.

Ben bir toplantıdan dönüyordum… Son derece ciddi ve kendimce şıktım. Domateslerin arasında ayrık otu gibi duruyordum. Ayaklarımda topuklu ayakkabılar üzerimde etek, kulağımda telefonum… “”Acaba çocuk eve geldi mi?”” diye kıvranıp, meyve ve sebzelerin iyisini elimle yoklayıp seçerken, telefon çalıyor, ben sebzelere karşı durmuş konuşmaya başlıyorum. Arada bir kızıp, arada bir direktif veriyorum. Karşımdakiyle randevulaşıp, gerekirse strateji belirliyorum. Belli ki sebzelerin içinde çok önemli işler beceriyorum. Birkaç maharet bir arada. Bu arada asla seçme işlemini bırakmıyorum. Torba alıyorum, içini dolduruyorum, arabaya koyuyorum, yine dönüp başka bir sebzeye yöneliyorum ama telefonda da iş bitiriyorum…

HİÇ DEĞİŞMEMİŞSİN

Birbirimizi böyle görünce şaşırmadık.

İkimiz de diğerine, “”Hiç değişmemişsin”” dedi.

Ben ona kızımı anlattım. Bir çırpıda, bilmem kaç sene içinde yaptıklarımı, bundan sonra yapacaklarımı. O bana daha ne kadar burada olacağını, sonra neler yapacağını, oradaki evini…

“”Diyet yapıyorum”” dedi. Hiç değişmeyen temel kadın konusu… “”Yok, canım ne gerek var çok iyisin”” dedim… Tipik arkadaş yanıtı. “”Yok, yok çok kilo aldım”” dedi… Tipik Türk kadını.

Aradan geçmiş yıllar sohbet yalnızca sevgililer ve diet, bol kahkaha, iki şak şak bir lak lak…
Hangimiz doğrusunu yapmışız dersiniz.

Var mı bunun yanıtı.

Yaşam hangimize daha iyi davranmış hangimize daha acımasız. Hangimiz daha zengin hangimiz daha fakir. Kimin cebinde ne kadar para olduğu önemli mi?

Yaşam nedir sizce?

Bilen varsa söylesin.

Yaşamın kalitesi nedir acaba? Tarif edebilen öne çıksın.

KALİTEYİ PARAYLA ÖLÇMEK

Nobel ödüllü ünlü Hintli ekonomist Amartya Sen’in çalışmalarını inceliyorum bir süredir. Martha C. Nussbaum’la birlikte editörlüğünü üstlendiği Yaşamın Kalitesi başlıklı çalışma diğerlerinin arasında belki de en kolay anlaşılır olanı olduğundan, belki de ilgi duyduğum sosyal konuları mercek altına aldığından beni daha fazla etkiledi…

Sen, çalışmalarının neredeyse tamamında yaşam kalitesini sorguluyor ve sosyal konuları bir ekonomistin gözüyle ölçüyor.

Yaşamın kalitesini neye göre ölçmemiz gerektiğini sorguluyor.

Yaşam kalitesinin en kolay ölçeği kişi başına düşen milli gelir. Milli gelirden aldığınız pay kadar yaşamda kalitenizi artırmanız mümkün.

Dört kişilik bir Türk ailesinin zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması yeter mi hayatlarına kalite getirmeye. Sizce bu aile 378 milyon Türk Lirasıyla neler alabilir. Çocuk her istediğinde ona çikolata alabilir mi. Çocuğunu özel okulda okutmak şöyle dursun okulda okutabilir mi. Birikim yapabilir, kendilerini garantiye alabilir mi… Aralarından biri hastalandığında ha deyince doktora koşturabilir mi?

Kişi başına milli geliri 10 bin ile 20 bin dolar arasında olan dört kişilik bir ailenin yaşam standardı ne olabilir. Çocuklar özel okullarda okuyabilir, her istendiğinde çikolata, her dilendiğinde Disney Land’e seyahat sağlanabilir Çocuğun gelecek yıl okuluna yapılacak zam dert edilmeyebilir. Küçülen mantoların yerine yenileri alınabilir.

Yaşamın kalitesini sorgulamak büyük bir konu. Benim de felsefe yaparak canınızı sıkmaya hiç niyetim yok doğrusu. Hiç birinize verecek dersim de…

Ne haddime!

TARTIŞMAK İSTİYORUM

Krizde işsiz kalmış biriyle, hayatın, ona daha iyi davrandığı bir başkasının yaşamda beklediği kalite bir olmasa gerek.

Çocukların okulunu değil de karınlarını doyurmayı öncelik sırasının en üstüne yerleştiren bir anne babanın yaşam kalitesi bir olmasa gerek.

Sivil toplum kuruluşları geçtiğimiz hafta “”muhtıra”” verdiler. Hükümete… “”Vay efendim siz bizim Avrupa birliği sürecine üyeliğimizin önünde nasıl engel teşkil edersiniz”” diye… Onların da yaşamdan bekledikleri bir kalite var, bu kaliteyi Avrupa Birliği’nde yakalamayı ümit ediyorlar.
Nedense durdular durdular birden fark ettiler.

Muhtıra vermeden önce bu sivil toplum kuruluşları ne yapmıştı. Acaba yaşam kalitesini başka bir yerde, başka birinin zoruyla yakalamaya çalışmadan kendi kendimize hayatımızın içine sokamaz mıydık?

Bilmiyorum…

Ne dersiniz. Öfkeyle kalkıp muhtıra vermek, yaşam kalitesinin içine ne kadar giriyor. Bu sivil toplum kuruluşlarının üyesi iş adamlarının yaşamlarındaki kaliteyi merak edip durmuşumdur.

DÜNYAYI DAR ETMEZ MİYİM?

Bir arkadaşımın yeniden evlendiğini, Amerika’ya yerleşmek üzere olduğunu öğrendim. Doğrusu çok sevindim onun adına. Yıllar önce küçücük çocuğuyla şiddetli geçimsizlik yüzünden kocasından ayrıldığında da çok üzülmüştüm.

Kocanın, “”Bu karı beni nasıl boşar, ben ona dünyayı dar etmez miyim!”” dediğini hatırlıyorum, kızı mahkemelerde sürüm sürüm süründürdüğünü de… Oysa kocaydı benim arkadaşım. Kadın kocayı, ben de arkadaşımı boşadım.

Yaşamın kalitesi her zaman elimizdeki defterde yazmıyor. Bununla ilgili kitaplar okumak zorunda da değiliz. Amartya Sen’in eğer bir ekonomist değilseniz birbirinden zor cümlelerini anlamlandırmak da gerekmiyor bir yaşam kalitesi yakalamak için.

Yaşam kalitesi nedir sizce…

Arkadaşım, oğluna, kendilerini en son bir buçuk yıl önce aramış olan babasını aramak isteyip istemediğini sormuş: “”Zaten görmüyor ama acaba daha sonra beni bu konuda suçlar mı diye korktum. Çok olgun davrandı”” dedi.

Çocuk, “”Ne kaybederiz anne tabii arayıp söyleyelim”” demiş. Telefonu açıp babasına, “”Biz taşınıyoruz, sana haber vermek istedim. Sanırım artık görüşemeyeceğiz. Allaha ısmarladık”” diye soğuk bir ses tonuyla olayı özetledikten sonra annesine dönüp, “”Ben görevimi yerine getirdim”” demiş. Arkadaşımın içi buruk.

Yaşamın kalitesi ne sizce…

Tarif edebilir misiniz?

BU İNSANLARIN YAŞAMLARINI NASIL DÜZELTECEĞİZ

Kriz işsizlerinin üçte ikisi lise ve üstü öğrenim görmüş, 35 yaş altı nüfustan oluşuyor. Kısaca tüketim seviyesi yüksek bir grup. İşlerini kaybedenlerin ancak yüzde 41.9′u çıkartıldıkları işyerlerinden tazminat alabilmiş. Gelirlerini kaybettiler ve harcayamıyorlar. Tazminat alanların üçte ikisi aldıklarını harcamış. Artık tüketemeyecekler. Bütün bu kitlenin elindeki toplu para sonbahara kadar ancak dayanacak düzeyde. Bu kesimin yüzde yetmişi borçlu. Ve gündemlerinde ilk sırayı hayat pahalılığından kaynaklanan geçim sıkıntısı alıyor.

Üstelik psikolojik olarak da tüketmeye uygun bir ruh hali içinde değiller. Karamsar ve güvensizler. Yüzde 36.4′ü evde oturuyor, dışarı çıkmıyor. Yüzde 40.6′sının aile içi ilişkileri olumsuz etkilenmiş, yüzde 19.4′ü ailesinden ayrılmış. Yüzde 15.2′si ev içinde sert tartışmalar yaşıyor.
Yaşamın kalitesini tarif etmeniz mümkün mü?

Geçen hafta iş yaptığım kuruluşlardan birinde görevli dünya tatlısı bir genç kadın ona yardım edip edemeyeceğimi sordu. Kızı özel okulda okuyor. Bu yıl beşi bitiriyor. Okuldan almak zorundaymış. Ayrıldığı eşi parayı kesmiş okulun son taksitini bile yatırmamış, okul kadını taciz edip duruyormuş. Kumar oynuyor bir Rus dilberiyle tatlı hayat yaşadığı sanılıyormuş. Beşi bitirmek üzere olan küçük kızın okulundan anneyi arayıp duruyorlar: “”Kızınız sürekli kusuyor. Psikolojik bir sorunu mu var”” diye soruyorlarmış.

Kızımın kusması psikolojik diyor annesi. Onu okuldan alacağımı söylediğimden beri kusup ağlıyor. Ama yalan söyleyemem ki, okuldan almaktan başka çarem yok. Kız annesine, “” Keşke beni en başından özel okula vermeseydin anne lütfen simdi okulumdan alıp devlet okuluna verme…”” diye ağlıyormuş.

Yaşamın kalitesini çözen var mı içinizde.

Sizce zenginlikle yaşamın kalitesi arasında bir ilişki olabilir mi. Sizce parasız da mutluluk yaşanabilir mi?

Sizce toplumun küçük bir bölümünün milli gelirden aldığı pay daha yüksek, büyük bir bölümünün milli gelirden aldığı pay daha düşük olduğu zaman yaşamda kalite sağlanabilir mi?

HER İŞİN BAŞI SAĞLIK

Hemen atlayıp hayatta her şey para mı diyebilirsiniz. Sizi haklı kılacak pek çok örnek var. Bir tanesi burnumuzun ötesinde. Sizce oturduğunuz koltuk, sıfatınız ne olursa olsun sağlığınız yerinde olmadığında yaşamınızda kalite olabilir mi. Siz ülkeleri yönetebilir, toplumları ilgilendiren konularda kararlar alabilir, bir ulusun tarihine yön vermiş olabilirsiniz. Bir gün gelip sağlığınız sizi terk ettiğinde, bir zamanlar arkanızda kara oğlan diye dolanıp menfaat umanların maskarası olabilirsiniz.
Ya da bir halk düşünün ki, çaresiz. Kimi seçeceğini bilemiyor. Anketler yapılıyor, “”Başbakan hastaysa gitsin ama erken seçim olmasın”” gibi sonuçlar çıkıyor. Halk kimi seçeceğini bilmiyor çünkü, seçebileceklerinin hepsini daha önce seçmiş. Seçmiş olduklarının yaşam kalitesine getirdikleri artıları anımsamak dahi istemiyor. Bu toplumun yaşam kalitesinden söz edilebilir mi.·Siz bilgiye ulaştığınız için ilerlediğinizde, başkaları ulaşamadığı için geri kaldığında, sokağa her çıktığınızda çoğunlukla anlaşamadığınızda yaşamda kalite olabilir mi?

FIFTY FIFTY KIRIŞIN

Küçük bir trafik kazasında bile devletin polisi asli görevini yapacağına, sizi başından savdığında ve aynı trafik polisi arkadan tamponunuza çarpan adama tampon parasını ““fifty fifty”“ kırışın dediğinde yaşamınızda kalite olabilir mi?

Yanlış anlamayın sakın. Yukarıda söz verdim size… Felsefe yapıp canınızı sıkacak değilim. Çok günlük çok sıradan olayları tabii Nobel ödüllü ekonomist Amartya K. Sen gibi değil ama Turkish bir üslupla anlatmak istedim.

Sen, milli gelirden alınan payla yaşamda kalitenin ölçülmesinin yeterli olamayacağını söylüyor. Oysa milli gelirden alınan pay bizim gibi az gelişmiş ülkelerde yaşamı kolaylaştırmak adına önemli roller oynuyor. Ama yaşama kalite getiriyor mu, bilemem.

Başbakanı fiziki anlamda hasta, ekonomisi ve siyaseti tepede tırnağa çarpık, gelir eşitsizliğinin yüksek, eğitim seviyesinin parçalı bulutlu, yolsuzluğun sağanak yağmur şeklinde yağdığı bir ülkede…

Bu havalar sizce ne zaman düzelecek?

Bekleyelim mi?

Muhtıra verelim mi?

Kolları sıvayalım mı?

Yaşamda kalite bazılarının sandığı gibi Orient Express değil. Zaman zaman turistik gezi yapmak üzere binilmez, dilediğinizde de inilmez.

 

Paylaş