Afiyetle Kurulan Girişimler

Girişmekle girişimci olmak arasında önemli farklar bulunduğuna inanıyorum. Girişmek, sanki hemen her şeye, “hadi şimdi girelim” der gibi… Sonu olur mu olmaz mı, belli olmayan… Biraz kader kısmet, “Deneyelim görelim” şeklinde düşünmek gibi… “En iyisini, en yaratıcısını ben bulacağım, çok farklı olacağım” demez gibi…

Girişimci; hep bir maceranın ve hayalin peşinde ancak macera duygusu kadar bilgi ve ticari dürtüyü besleyecek teknik donanımla işi sürdürmek üzere yola çıkan kişi ya da kişiler… Parmakla gösterilecek başarılara imza atmak üzere atağa kalkmış, işi bir gün kurduğundan daha iyi koşullarda devamını getirecek kişi ya da gruplara devretmek heyecanıyla yaşayan, o gün geldiğinde yine yeni bir bayrakla koşuya devam edecek kişi…

Benim tarifim mi böyle; böyle mi olmalı… Elif Dağdeviren ve Efe Çakarel kafamdaki tarife uyuyor doğrusu. İsterseniz bir de siz bakın. Türkiye’de onlar gibi bir sürü girişimci görmek istiyor gönlüm…

Yaprak Özer: Efe Çakarel, girişicimsiniz ama neye giriştiniz anlatsanıza.

Efe Çakarel: Sinema dünyası, internet ve teknoloji.

Yaprak Özer: Nasıl oluyor, sinema bildiğimiz kırk yıllık sinema?

Efe Çakarel: Bildiğimiz kırk yıllık sinema şu anda sinema salonlarında DVD üzerinden, Blue Ray üzerinden veya televizyon kanallarında seyredilen şekilde ama gittikçe internet üzerinde de. Gelecek on sene içerisinde bu tecrübe, film seyretme tecrübesi çok ciddi anlamda DVD ve televizyondan internete kayacak.

Yaprak Özer: Yanınızda bir yapımcı var. Hem iyi filmleri var hem de şu anda çalıştığı bir takım filmler var. Ona ters düşecek bir şey söylemiyorsunuz değil mi?

Efe Çakarel: Hayır. Yani bence yeni bir alan açıyorum. Daha rahat bir hale getiriyor.

Yaprak Özer: Yani evlerde mi, pijamalarımızı giyip mi seyredeceğiz? Sizin bize sunduğunuz rahatlık bu mu?

Efe Çakarel: Sadece evde değil, seyahat ederken de, her yerde.

Yaprak Özer: Peki bunun nesi yeni? Biz zaten bunu yapıyorduk.

Efe Çakarel: Bir kere sinemayı her yerde seyredemiyorsunuz yani sinema salonunda keşke her film, her sinema salonunda her zaman olsa, seyredebilsek. Ama çok güzel filmler geliyor, çok büyük şehirlerde gösteriliyor, ondan sonra bir daha ulaşmanız çok zor. O yüzden internetten istediğiniz filme, istediğiniz an, istediğiniz yerde ulaşmanız çok büyük bir kolaylık.

Yaprak Özer: Dönelim, bakalım Elif Hanım neler yapıyor bu aralar.

Elif Dağdeviren: Biz malum “Heberler”imiz devam ediyor televizyonda. Şimdi tabii ben gazeteci olarak başladım. Bu mecraya nasıl dönüştürüleceğine bakarken bir internet içerik sitesi kurduk 1998’de “Netbul” diye. Ondan sonra onu afiyetle sattık.

Yaprak Özer: Netbul markası yaşıyor mu?

Elif Dağdeviren: “Netbul” markası ne yazık ki yok. Yani herkesin dimağında var. Dolayısıyla ben onu tekrar canlandırmanın yollarını arayacağım elbette ama önce şu meselelerin hallolması lazım.

Yaprak Özer: Netbul için zamanının internet portalıydı diyebilir miyiz?

Elif Dağdeviren: Portal manasında Türkiye’deki ilk örnek diyebiliriz. Hem arama motoru olan, hem haberlere ulaştıran, hem kadınlara, çocuklara özel, yeme-içmeye özel bir alanı olan yani o sene için tek olan bir işti. Türkiye için yeniydi.

Yaprak Özer: Afiyetle satılmış, o dönemde iyi bir alışverişti değil mi?

Elif Dağdeviren: Doğru.

Yaprak Özer: Pek çok iş yaptınız, kimisi eş zamanlı kimi değil… Nelere girip çıktınız?

 Elif Dağdeviren: Televizyonla gazete eş zamanlıydı fakat yapımcı olmam çocukluk hayalimdi. Sonra hem gazetecilik tecrübesi, hem internet tecrübesi, hem çocukluktan gelen yazma ve ben çevirmen olarak başladım TRT’de her şeye. Onların tecrübesi filme iyi bir alt yapıydı. Sosyal medya meselesi benim açımdan tahrik edici diyelim. Bu tuhaf bir laf ama ben sinemada veya herhangi bir işte iletişim alanlarının genişlemesinin yaptığınız işe çok katkısı olduğunu, aynı zamanda da çok başka bir alanda yaratıcılık gerektirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla o alanı da kullanarak bir takım şeyler yapıyor olmak bana çok cazip geliyor. Şimdi “yapımcı” diyorum kendime özet olarak ama “girişimci”yi sevdim ben de fena değilim o konuda.

Yaprak Özer: Elif Dağdeviren sosyal medyanın kendisini tahrik ettiğini söylüyor. Sosyal medya sizi de tahrik etti değil mi?

Efe Çakarel: Tabii ki.

Yaprak Özer: İzmirlisiniz…

Efe Çakarel: Doğma, büyüme. Yani İzmir’de doğdum, İzmir’de büyüdüm. Üniversite için MIT’ye gittim. MIT’den mezun olduktan sonra dört sene yatırım bankacılığı yaptım Goldman Sachs’de. Goldman Sachs’de çok keyifli ve güzel bir tecrübe geçirdim danışman olarak. Ama bir operatör olarak da tecrübelenmek istedim. Ondan sonra karar vermek istedim hayatta tam ne yapmak istediğime. Her şeyi perspektife koyacağınız güzel bir yer NBA Master. O şekilde gittim Stanford’da ve iyi ki gitmişim. Çünkü bu işi, bu şirketi büyütürken aldığım haz çok farklı. Meğerse ben bir operatörmüşüm. Ben şirket büyütmeliymişim. Ve hayat boyu da bunu yapmak istiyorum.

Yaprak Özer: Bu girişen insanlar sürekli girişiyorlar.

Elif Dağdeviren: Dövme yaptırmak gibi bir şey, vazgeçemiyorsun.

Efe Çakarel: Ne cumartesi, ne Pazar, ne tatil…

Elif Dağdeviren: Bu sektörün çalışanı da öyle. Yani çalışsa da sahibi de olsa, onlar zaten 7/24 programlı.

Efe Çakarel: Yani bu heyecanı hissedebiliyorsanız zaten o ortamda mutlusunuz. Ben gözümü kapattığım zaman bundan on beş, yirmi sene sonra Tokyo’dan Buenos Aires’e, İstanbul’dan New York’a herkesin filmi sinemada izlemek istediği zaman her türlü cihazdan ulaşabileceği yerin “Mubi” olmasını istiyorum.

Elif Dağdeviren: Peki ben bir şey soracağım; bizim yapımcı olarak en büyük problemimiz olan korsana nasıl engel oluyorsunuz?

Efe Çakarel: Korsana engel olmanın en önemli yolu ve tarafı; çok güzel bir servis, çok kaliteli bir servis ve çok uygun bir fiyata her türlü cihazdan bunu çok kolaylıkla ve güzel verebiliyorsan… Buna para vermeye çok kişi hazır; gidip korsandan kalitesiz virüslü bir şey indirip seyretmektense.

Yaprak Özer: Bu iş ne kadar sürer? Ticari olarak değil, teknoloji çok sık yeni ürünler getiriyor, nedir bunun hayat yolculuğu?

Efe Çakarel: Bence ekran. İnsanlar film seyrettikleri sürece yani bundan otuz-kırk-elli-yüz sene sonra hala film seyrediyorsanız bunu bir ekrandan seyredeceksiniz. Bu ekrana film ne şekilde gelecek, internet üzerinde belli bir protokol üzerinde gelecek. Önünün çok açık olduğunu hissediyoruz.

Yaprak Özer: Sinema hiçbir zaman ölmeyecek herhalde değil mi?

Elif Dağdeviren: Asla, hayır. Öyle bir şey söz konusu değil.

Yaprak Özer: Seyirci zaman zaman korkutan derecelerde düşüyor, nedir şu ara durum?

Elif Dağdeviren: Türk sineması bazında baktığımız vakit şöyle bir gerçek var; her gün televizyonlar bilmem kaç kanal birden, günde iki tane Türk filmi veriyor. Artık kalitesi de çok yükseldi dizilerin. Dolayısıyla şimdi gelir düzeyi bu kadar düşük ve sokağa çıkma oranı bu kadar düşük bir memlekette, başka bir eğlenceye insanı oradan çekmek için çok maharetli işler yapmak lazım.

Yaprak Özer: Diziler sinemayı öldürüyor değil mi?

Elif Dağdeviren: Öldürüyor. Şimdi hakikaten çok değişik bir şey yapmanız lazım. Mesela ben “Dondurmam Gaymak”ın iletişiminde şu cümleyi kullandım hep: “Televizyonda göremeyeceğiniz bir şey için kalkıp buraya geleceksiniz.” Çünkü hakikaten televizyonda olmayan bir şeydi, hala da o tatta bir şey yok. Şimdi mesela bir takım filmler var, çok büyük gişeler yapmış. Seyirci ucuza mal edilmiş işlerden bıktı. Yani artık anlamasa bile, ne kullanılıyor gözüyle görüyor çünkü. Televizyonda olağanüstü müzikler, olağanüstü renk düzeltmeleri, ekipler falan görünce sinemada daha tatlı bir şey istiyor, daha enteresan bir şey istiyor. Mesela “Fetih 1453” diye bir şey… Gerçekten Türk sineması için delilik olacak bir para harcanıyor ve o iş Türk sinemasının en büyük iş yapan projesi oluyor. Demek ki, o zaman neyi görmek istiyor insan orada, kendine emek harcandığını ve o emeğin karşılığında da o sinemaya gidip o filmi o sinemada seyretmek istiyor. Yani mesela “Recep İvedik” diye bir şey çok ucuza mal olmuş, orada da başka bir şey var televizyonda yine seyredemezsiniz onu, o espriyi… Belden aşağı… Beğenen var, beğenmeyen var, ama televizyon komedisi değil o.

Yaprak Özer: Mesela “Dondurmam Gaymak” portfoyünüzde var mı?

Efe Çakarel: Hayır, şu anda yok.

Yaprak Özer: Nasıl alıyorsunuz, dahil ediyorsunuz portföye? Peki ya vermezse?

Efe Çakarel: Yapımcılardan. Vermezse gösteremiyoruz tabii. Biz aldığımız ciroyu yapımcıyla paylaşma bazlı anlaşmalar yapıyoruz. O şekilde yani hak sahipleriyle, yapımcılarla, distribütörlerle tüm dünyada bu şekilde anlaşmalarımız var.

Yaprak Özer: Siz Türkiye’de ofis açtınız mı?

Efe Çakarel: Evet. Yaklaşık altı ay önce Türkiye’ye geldik, Türkiye’de ofis açtık, ekibimizi kurduk. Şu anda 7-8 kişiyiz.  Toplam 35 kişi. Kapasitesi çok yüksek 35 kişiyle yapamayacağınız şey yok. Instagram diye bir şirket var Facebook’a 1 milyar dolara satıldı,  7 kişilerdi.

Yaprak Özer: Sizin ekip kaç kişi?

Elif Dağdeviren: Bizde iş olunca kalabalıklaşıyoruz. Mesela sezon başladı, bir de Sitcom çalışıyoruz aynı zamanda… Çekirdek kadromuz 5 kişi. Ama o 5 kişinin üzerinde şu anda 22 kişiyiz.

Efe Çakarel: Tabii internet üzerinde çok hızlı büyümeniz söz konusu. Çünkü bir tane ürün yapıyorsunuz, belki onu lokalize ediyorsunuz dille ama dediğim gibi bugün 177 ülkede film seyredebiliyorsunuz ve bir yerde transkod ediyorum, filmi koyuyorum bir anda 82 ülkede hakkı var filmin bende, o 82 ülkede gösterebiliyorum o filmi.

Yaprak Özer: Kim seçiyor bunları, siz mi?

Efe Çakarel: Bir ekibimiz var. Tabii biz seçiyoruz. Aynı zamanda çok data da kullanıyoruz. Bu 5 milyon kişi her gün Mubi’de filmleri arkadaşlarıyla paylaşıyor. Ne izleniyorsa irdeliyoruz ve kendimiz o şekilde seçiyoruz. Bugün Türkiye’de seçtiğimiz filmlerle Brezilya’daki filmler arasında çok büyük fark var tabii ki.

Yaprak Özer: Nuri Bilge Ceylan var mı?

Efe Çakarel: Nuri Bilge Ceylan’ı hem Türkiye’de hem Brezilya’da gösteriyoruz. Çok müthiş bir direktör ve çok güzel filmleri var.

Yaprak Özer: Bir de “Susuz Yaz” olduğunu okudum…

Efe Çakarel: Susuz Yaz var. Susuz Yaz, Martin Sicorsese liderliğinde… World Cinema Foundation en önemli filmleri alıp restore ettiği ve dünyaya tanıttığı bir organizasyon. Çok önemli bir organizasyon.

Yaprak Özer: Scorseses sizin arkadaşınız olurmuş doğru mu?

Efe Çakarel: Tanıdığımız, partnerimiz. Ve Susuz Yaz’ı da çok keyifle paylaşıyorum Martin Scorsese’in seçtiği, “Dünyadaki en önemli” dedikleri filmlerden bir tanesi.

Yaprak Özer: Hatırlıyor musunuz şu anda kaç tane Türk filmine ev sahipliği yaptığınızı?

Efe Çakarel: Şu anda 5 bin filmimiz var dünya çapında. 40-50 filmimiz Türk. Daha fazla film almamız gerek. Türkiye’de yapımcılar ve distribütörler için internet çok yeni bir dünya. Onlarla bu dünyayı paylaşmamız, bu dünyada gerçekten bu filmlere hayat verebileceğimize inandırmamız gereken bir süreç var önümüzde. Bu sürecin içerisindeyiz şu anda ve çok iyi gidiyor.

Yaprak Özer: Hemen soralım, ne yapmak lazım?

Elif Dağdeviren: Şimdi gerçekten söylediği çok doğru. Bırakın interneti, biraz evvel bu yeni çalıştığımız filmle ilgili bir toplantıdan çıktım geldim, filmin müzikleri için yaptığımız bir toplantıydı. Yapımcılara bir filmin müziğinin ne olduğunu anlatamıyoruz. Yani müzik deyince Sezen Aksu’dan şarkı almak zannediyor. Halbuki “film scoring” dediğimiz şey başka bir şeydir. Bunun içinde Sezen Aksu’dan şarkı almak da var, yeni şarkı bestelemek de var, ama nerede girip çıkacak, sahnenin arkası nasıl döşenecek bunlar da var… Daha burada çalışan yapımcıların yüzde sekseni bunu bilmezken, interneti anlatmak hakikaten çok tuhaf oluyor. Yani şunu anlatamıyorsunuz, internet öyle bir mecra ki, sen istesen de istemesen de o çalışıyor. Sen istediğin kadar “yok” de, itiraz et, “ilgilenmiyorum” de, senin filmin orada korsana da düşüyor, sağdan soldan parça parça Youtube’da ekleniyor. Önemli olan senin bunu reddetmen değil, ne olduğunu anlayıp nasıl bir iletişim ve gelir kaynağı olarak kullanacağını algılamak. Tam tersine sahiplenmen gerekiyor. Şimdi iki dünyayı da bilen benden başka zaten kimse yok, ama ben de büyük yapımcılardan biri henüz değilim, büyüyünce olacağım inşallah. Yani ben şimdi şu anda adı geçen büyük yapımcıların arasında ilk onda değilim, ama eğer onlar interneti ıskalamaya devam ederlerse bire yerleşiveririm.

Yaprak Özer : Efe Bey soruyorum zengin oldunuz mu?  

Efe Çakarel: Internet’te doğru zamanda, doğru yerde, doğru şeyi yapıyorsanız çok büyük bir değer yaratmanız mümkün.

Yaprak Özer: Ya siz… Türkiye’nin en iyi satışını gerçekleştirmiş biri olarak… İyi para kazandınız mı? Bunlar çok para yiyen şeyler biliyorum, onu da biliyorum.

Elif Dağdeviren: Tam da onu söyleyecektim. Internet’ten geldi sinemaya gitti. Sinema enteresan bir alan. Özellikle daha sektörleşmesini tamamlayamamış bir ülke olduğumuz için, bir dahaki yatırımcıları gelip kumarhanelerden alacağım. Çünkü hakikaten baya adrenalin. Şimdi Türkiye’de başka bir şey daha var bilinmeyen o da yapımcı ne işe yarar. Bir fikirden, o filmin sinema salonuna girip, sinema salonundan çıkıp televizyona girmesine kadar olan bütün süreç yapımcıya aittir. Yapımcı cebinde para olan insan demek de değil, öyle de bir yanlış algı var ama parayı bulan insan. Onu doğru kanalize edecek, oyuncu kadrosunu doğru seçecek, yönetmeni doğru iletişime sokacak o insanlarla, gerekirse senaryoyu ilk orijinal halinden seyircinin algılayabileceği hale döndürecek, doğru sinema salonları, doğru tarih… Yani şimdi burada mesela ben hep şunu söylüyorum: Oyuncu geliyor, provasını yapıyor, bir ay çekime giriyor, sonra vizyon sırasında da üç beş röportaj yapıyor, parasını alıyor gidiyor. Ya da eğer yönetmen filmin sahibi değilse aynı zamanda, aynı süreci biraz daha uzun olarak o yaşıyor. Işıkçı geliyor, dört hafta sette çalışıyor, gidiyor. Bunların hepsine de yapımcı sürekli para ödüyor. Ne oluyor, sinema salonuyla, dağıtımcıyla vs. konuşuyor, her şey bitiyor, aradan bir ay geçiyor vizyondan sonra, bir ay sonra dağıtımcıdan para beklemeye başlıyor, koyduklarım geri gelecek mi diye bekliyor. Ne kadarsa o filmin maliyeti onlar geliyor, borçlandıysan borcunu ödüyorsun, yatırımcıdan para aldıysan yatırımcı parasını alıyor. Film iş yapmazsa batan çok insan var. Doğru hesaplanmamış meselelerden dolayı doğru yatırım yapmaktan kaçan çok yatırımcı batmış.

Yaprak Özer: Başarı nedir sizce?

Efe Çakarel: Kendi yolunda olmak.

Yaprak Özer: Ne demek o? Ben sizi kendi yolunuzda bulmuyorum.

Efe Çakarel: Kendi yolumdayım, tam yapmak istediğim şeyi yapıyorum.

Yaprak Özer: MIT, Stanford’da oku, finansta başla… Sonra bir yol kazası olsun.

Efe Çakarel: Bu yol kazası değil.

Yaprak Özer: Güzel bir yol kazası bence. İyi ki olmuş.

Efe Çakarel: Eğer her sabah kalktığın zaman, çok büyük bir heyecanla güne başlayabiliyorsan, profesyonel olarak yaptığın işte bir iş hayatında olabilirsin veya kreatif bir dünyada olabilirsin. Bence başarı o. Eğer çok seviyorsan yaptığın işi ve şansın da yaver gittiyse ve çok çalışıyorsan; günde 18 saat, haftada 7 gün çalışıyorsan yaptığın şeyde en iyi olman söz konusu. O zaman da değer yaratıyorsun, o başarı seni daha da kamçılıyor.

Yaprak Özer: Başarı kokusunu almış mıydınız, fikir bir günde mi geldi yoksa fikir yavaş yavaş mı oluştu? Nasıl oldu?

Efe Çakarel: O fikir geldiği zaman sizin hazır olmanız gerek, o fikirle bir şey yapabilmek için. Yani benim hayatta yaptığım her şey, yani ben teknoloji işindeyim, internet işindeyim. MIT’de elektrik ve bilgisayar okudum. Sinema inanılmaz yapımcılarla, distribütörlerle, stüdyolarla müzakere yapmayı gerektiren bir şey. Gidip benim milyonlarca dolar sermaye bulmam gerekti, yine Stanford’daki tecrübelerim, oradaki dostluklarımla bu sermayeleri yaratabildim.

Yaprak Özer: Bu ilişki yumağı aslında Elif Dağdeviren için de geçerli.

Elif Dağdeviren: En önemli şeylerden biri. “Fikir gelmek” durumuyla ilgili bir şey söyleyeceğim, nice fikir sahibi insan tanıyorum, şahane bir fikrim var diye gelen onlarca insanla onlarca fikir paylaştık. Bunların aralarından bazıları hakikaten nefesim kesildi, kurudu. Hakikaten olağanüstü fikirlerdi. Fakat onların geçmişlerinde veya hayatla ilişkilerinde bu tecrübe olmadığı için çoğu heba oldu gitti. Fikir geliyor ama onu nasıl uygulayacağı, vakti nasıl kontrol edeceğini de biliyor olması lazım. Mesela teknolojik olarak benim hiçbir bilgim yoktu, üniversitede aldığım bilgisayar programlama dersinden başka. Fakat şunu biliyordum, en azından, teknolojide olmaz diye bir şey yok. Yani ben bir şeyin hayalini kurarsam o hayale inandırırsam, o yoldan değil, bu yoldan o olur. Nitekim oldu da hepsi.

Yaprak Özer: Peki başarıya gelelim. Başarı tarifiniz ne?

Elif Dağdeviren: Eskiden daha maddi ölçülebilir şeylerden bahsediyorduk. Klasik kavramıyla sözlükte yazan başarıdan çok var, Allah’a bin şükür. Kenara koydum işte bir film yaptık, bilmem ne oldu, bir şirket kurduk, Netbul yaptık bilmem ne oldu. Fakat şu geldiğim aşamada şunu fark ediyorum: ilk olmak veya en büyüğü yapmaktan öte sürdürülebilir ve sürekli halde tutuyor olmak ve bunu kendi içinde hazmetmiş olarak yeni işine yansıtıyor olmak çok önemli. Yani mutluluk meselesi en önemli şey. Ben yaptığım ve başarılı olmuş işlerin hepsinde fark ediyorum ki, yüzde yüz kendimi o işe adayarak çalıştım. Sabah ona uyanmak ve gece yatarken ondan ayrıldığın için üzgün uyumak, onun dışında da başarı olduğu iddia edilen işlerim var, ama onların mesela bir kısmı zannedildiği gibi başarı değil ekip işi falan. Biraz şöyle yapılmış işler, ben her defasında bir yere gittiğimde bir şey anlatıyorum “ben bir de şunu yapmıştım” diye. Bir de insanlar unutuyorlar. Demek ki o başarı, o başarı değil. Başarı şu, ben telefonu açtığım vakit biri seninle ilgili pozitif bir şey düşünüyorsa, o başarı. Pozitif algı yaratmak, pozitif bir yol açmak. İlişkiler de öyle oluyor. İletişimi, ilişkiyi ancak öyle iyi kullanabiliyorsun.

Yaprak Özer: Sürdürülebilirlik çok önemli. Yalnızca bugün değil, yarın da olmak gibi bir şey. Yarın da olmak derken sinema salonlarıyla ilgili geçenlerde enteresan araştırmalar okudum. Gelecek yıllar çok parlak gibi duruyor sinema için. Türk halkı biraz değişikmiş diğer halklardan… Türk halkı uzun filmlerden, antraktlardan, bir şeyler yemekten hoşlanırmış.

Elif Dağdeviren: Evet mesela Amerika’da yok o ara. Şimdi iki yerden girerek söyleyeceğim. Önce sinemanın internetle ilişkisini söylemek istiyorum. Internetle iletişim kuramamış yapımcıların çoğunun aklında şöyle bir korku var: internetle sinema buluşacak ve sinema bitecek. Tam tersi, o yeni bir alan ve şöyle de bir şey var; sinema salonlarıyla ilgili bir endişe var dağıtımcıda ve sinemacıda. Aslında internet dediğimiz şey bir iletişim yani ulaşım. Dolayısıyla sinema salonundaki görsele ulaştıracak olan da o kanal olacak. Yani sinema salonları yok olmayacağı gibi çok daha gelişmiş ve çok daha kaliteli olacak. Yani büyük ekran ve kalabalık sinemanın zevkini daha kaliteli, bizim hayatımıza getiren bir şey olacak. Dolayısıyla da bu aslında yok olmayacak.

Efe Çakarel: Biz sinema salonlarının geleceğine inanıyoruz. Çünkü çok farklı bir tecrübe. O sosyal, fiziksel bir tecrübe. Eşin, dostun, sevgilinle gidip film seyretmek. Ve o büyük ekranda, o sound, o görüntü bir çok film sinema salonunda seyredilmeli ve benim defalarca seyrettiğim bir film New York’ta elli kere seyretmişim, gidiyorum bir daha seyrediyorum büyük ekranda. Oysa benim bütün hayatım küçük ekranlarda geçiyor. Sinema salonları o yüzden var ve kalacak. Bizim yaptığımız dediğim gibi ufkunu açmak ve ulaşılabilirliğini sağlamak.

Yaprak Özer: Başka bir iş alanı açılıyor uzaktan bakmak yerine ona sahip çıkıp içinde olmak.

Efe Çakarel: Semih Kaplanoğlu’na meraklısınız, Adana’da yaşıyorsunuz, nasıl seyredeceksiniz “Süt, Bal, Yumurta” filmini. Bunu seyredeceğiniz tek yol internet. Hele bir de Buones Aires’te yaşıyorsanız, Tokyo’da yaşıyorsunuz onlara ulaşmanız, çünkü sinema salonlarında belki, Tokyo’da iki hafta gösterilmiştir.

Yaprak Özer: İşlerinizi yürütürken yatırımcı bulmak ne kadar önemli, çoğu zaman da yatırımcıların peşinden koşuyorsunuz. Nasıl oluyor bu iş?

Elif Dağdeviren: Çok zor oluyor. Efe için daha kolay oluyordur.

Yaprak Özer: Öyle mi, sizin için daha mı kolay? 2.4 milyon dolar bulmak kolay oldu mu? Niye size verdiler?

Efe Çakarel: Hayır. Çünkü ben o 2,4 milyon doların çok daha fazlasını geri getireceğimi hissediyorum. Dünya film pazarına bakıyorum, 150 milyar dolarlık bir pazar, gelecek on sene içerisinde çok ciddi bir şekilde internete kayacağını hissediyorum. Yani onlarca milyar dolarlık bir pazarda en önemli şirketlerden biriyseniz, değeriniz çok yüksek.

Yaprak Özer: Peki neden daha zor bu tarafta?

Elif Dağdeviren: Mesela benim karşıma gelen soru şu olur: işte biz de Türk’üz tabii falan. Öyle bir durum yok, sinemada da yok, internet üzerinde de yok. Yani artık dünya sadece sermaye, yatırımın nereden nasıl geri döneceğine bakıyor. Bunu sana Japon mu getirmiş, Alman mı getirmiş hiç önemli değil. Ama o yatırımcıya da bunu doğru sunuyor olmak lazım.

Efe Çakarel: Dünyada risk alan yatırımcılar var. Bakıyor takıma, teknolojiye, vizyona bu çocuklar bunu gerçekleştirebilirler mi ve 3 milyon değerinden yatırım yapıyor ama bakın Instagram gibi bir şirketi 1 milyar dolardan satıyor.

 

EFE ÇAKAREL KİMDİR

Efe Çakarel Mubi’nin kurucusu. Mubi, bir tür sanal sinematek olarak adlandırılabilecek başarılı uluslararası girişim örneği. Bizim için iş ve teknolojik öneminin yanısıra ayrıcalığı,  bir Türk’ün fikri olmasından kaynaklanıyor.  Tüm dünyada milyonlarca üyesi,  anında izlenebilecek yüz binlerce film stoğu bulunuyor. Yabana atılır gibi değil… Belli ki yatırımcılar da böyle düşünmüş; 2.4 milyon Dolarlık yatırım almış. Silikon Vadisi’nin başarılı Türk girişimcisi diyorlar Efe Çakarel’e. Çakarel, üniversite eğitimini M.I.T’de Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri üzerine çift diploma alarak tamamlamış. Stanford’ta MBA’sını bitirir bitirmez iş hayatına atılmış. Goldman Sachs’da çalışmış. Bir süre sonra girişimcilik ruhu baskın çıkmış, kendi şirketini kurmaya karar vermiş.

 ELİF DAĞDEVİREN KİMDİR

Elif Dağdeviren, Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Akademisi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Rutgers University’de “American Sociology and Languages”, Baruch College’da “Bussiness of Music” kurslarını tamamladı. İş hayatına üniversite yıllarında TRT için film çevirileri yaparak başladı. Bugüne kadar çok sayıda gazeteye köşe yazısı yazdı, televizyon programları hazırlayıp sundu, üniversitede medya üzerine dersler verdi, IT danışmanlığı yaptı. İnternetin geleceğini pek çoklarından önce sezip bu konuda Türkiye’deki ilk yatırımlardan birini gerçekleştirdi. 1998 yılında Türkiye’nin ilk arama motoru netbul.com’u ve imedya.com’u kurdu. Halen kurucu ortağı olduğu Hermes Film’de yapımcı olarak başarılı projelere imza atıyor.

Paylaş