HASTALIĞIN ADI “KNOW WHO”, ÇARESİ “KNOW HOW”

 

(Kimi Tanıdığın Değil, Neyi Bildiğin Önemli)

 

Öyle bir ülke olacaksınız ki, en kötü şey başınıza gelecek; 21’inci yüzyılda darbe girişimi… En utanç verici şeyi yapacaksınız; kendi vatandaşınıza silah çekip öldüreceksiniz… En amatör şeye yelteneceksiniz; tüm profesyonel kadrolarınızı taşerona emanet edeceksiniz… En sorumsuz davranışı göstereceksiniz; inkar-pardon deyip, itiraf ve yeminle sıyrılacaksınız…  İtirafçılar birbiriyle yarışıyor. Fettullah Gülen bile, “Beni kandırdılar” diye çıkarsa şaşırmayacağız. Amaç, gerçek tartışma konularından bizi uzaklaştırmak olsa gerek.

 

Bu yazı için görüşlerine başvurduğum kişi, Prof. Şebnem Kalemli-Özcan. Kalemli-Özcan, Maryland Üniversitesi Ekonomi Profesörü (Neil Moskowitz Endowed Professor of Economics). Son dönem üzerinde çalıştığı konular küresel sermaye akımları, kredi baloncukları. Kalemli-Özcan, ABD’deki belli başlı düşünce kuruluşlarının, görüşlerini çıpa olarak kullandığı, Dünya Bankası ve IMF’in yanı sıra Avrupa Birliği kurumlarında sıklıkla çalışmalar yapan, bizim gözümüzle olduğu kadar, onların gözüyle de konulara bakabilme yetkinliğine sahip bir akademisyen. Yazının başlığını da, birkaç ay önce Brookings Enstitüsü’nde yaptığı  konuşmasından aldım. Araştırmasında da kullandığı bu yaklaşım Türkiye’nin hastalığına koyduğu isim. Kalemli-Özcan “Know Who seviyesinden Know How haline geçebilseydik, darbe marbe olmazdı” diyor.

 

ABD’nin Türkiye’yle ilgili neyi anlamadığını öğrenmek istedim. Kalemli-Özcan kritik bir konunun altını çizdi; Ilımlı İslam siyaseti ile değil, laik düzende idare edilen bir Türkiye olması gerektiği. ABD’nin, Ortadoğu politikasında, Türkiye’yi laik, demokratik ve hukukun üstünlüğünü savunan bir ülke olarak kabul etmesi gerekiyor. Hıristiyanlığın ya da  Museviliğin ılımlısı yok. Hiçbir dinin siyasete alet edilebilecek ılımlı versiyonu yok. ABD, Türkiye’de laiklik kavramının liyakat sistemini sağlamadaki rolünü görmeli, hak ve özgürlüklerle çatışmadığını anlamalı.” Bunun üzerine, Washington’un Türkiye’yi yorumlamakta neden zorlandığını sordum; “Gayet iyi anlaşan ve sadece laik Atatürkçülere karşı olan iki grubun şimdi niye birbirleri ile çatıştıklarını hemen anlamayabilirler. ABD pragmatik bir ülke, bu olayların kendileri için iyi olmadığını görecektir” dedi.

 

Ekonomi “darbe” yemiş bir ülkeye göre görece az etkilendi, nasıl yorumlarsınız?

Türkiye küresel pazarda hala iyi bir yatırım yeri. Neden? Gelişmiş dünya ekonomilerinde faizler negatif olduğu sürece, yatırımcı getiri kazanmak için geliyor. Gelişmiş piyasalarda durum iyi olsaydı, darbe girişimi sonrası Türkiye’nin durumu kötü olurdu. Brezilya örneğine bakın, sadece politik skandal, ama yüklü sermaye çıkışı yaşandı. Çünkü o bölgeye gitmek isteyen yatırımcı için Latin Amerika’da, Brezilya’dan daha iyi durumda alternatif ülke var. Sadece not meselesi değil bu. Not, inse de, inmese de, yatırımcı ülkeyi aynı coğrafyadaki başka ülkelerle karşılaştırıp karar verir. Bu yüzden, Türkiye’yi sadece Amerika ve Ortadoğu ekseninde görmeye çalışmak kadar yanlış bir şey yok. Ekonomik olarak Türkiye her zaman dünyaya bağımlı. Özellikle Avrupa’ya. Şu anda Avrupa’dan daha iyi durumda, bu yüzden yatırımcı geliyor olabilir, bir gün bu durum değişecek. Türk ekonomisi her ürün ve ara malı kendisi üreten ve tek başına ayakta duran bir ekonomi değil, ticaret olmazsa, özellikle de Avrupa’yla finansal bağ olmazsa, ciddi bir tehlikeye girer. Türk ekonomisi şu anda küresel konjonktürün yarattığı tesadüfler zinciri sayesinde koşabiliyor. Yapısal reformlar yapılmazsa yavaşlayabilir, küresel konjonktür her an Türkiye’nin aleyhine bir duruma geçebilir.

 

Anlaşılan bir fırsat penceresi söz konusu, ne öneriyorsunuz?

Ekonomide hiçbir şey olmuyormuş gibi gözükmesinin nedeni, dünyanın geri kalanının o kadar da iyi durumda olmaması. Bu bizim için müthiş bir fırsat. Hala geç değil! 2006’dan itibaren yapısal reformları yapmış olsaydık, öncelikle, eğitim reformu gerçekleştirmiş  olsaydık, sorgulamadan biat eden, yalnızca inanç temeli üzerine oturan bir kültür olmasaydı, Türkiye’de bu darbe girişimi asla olmazdı.

Türkiye, sorgulayan, eleştiren, birlikte var olan bir kültür, laik bir ülke, olduğunu  hatırladığında güçlü olacak. Aksi halde Türkiye’nin dünya ekonomisine katılması mümkün değil. Önemli olan eğitimli bir jenerasyon yetiştirmek. Eğitim olmadan, bilgi temele oturmadan ve her şey sorgulanmadan hiçbir şey olmaz. Herkesi farklı gruplara oturtup etiketlemek ülkeyi sadece karanlığa götürür, yanında durulması gereken tek kavram, bilgi-eğitim-laiklik.

 

OECD’ye göre, Türkiye en şiddetli beyin göçü yaşayan ülke. Göçüyoruz, ne yapacağız?

Becerisi olan, gidebilen gidiyor. Beyin göçü yaşanıyor, yaşandı. Bakın size bir şey anlatacağım. Ben beyin göçünün en güzel örneğiyim. Son 10 yılda defalarca Türkiye’de çalışmayı denemek için döndüm. Yine geri gittim. “European Research Council Grant” özellikle de Doğu Avrupa ülkelerini geliştirmek ve tersine beyin göçünü teşvik etmek üzere hayata geçirildi. Ben, Türkiye’de bunu alan ilk sosyal bilimciyim (2008): Marie Curie ödülü. Ben aldım, geldim ama iki yıl sonra geri döndüm. Serbestçe araştırma yapmama, konuşmama, düşünmeme olanak yaratılmadığı gibi, Marie Curie bursunun bir bölümünü o dönem çalışma yaptığım Türkiye’nin saygın üniversitesi, diğer giderlere harcanmak üzere elimden almaya kalktı… Bu zihniyet değişimi çok uzun zaman alacak. Şu anda bir nesil kayıp. Darbe girişiminden önce başlayan bir beyin göçü var. Araştırması ABD-Avrupa standartlarında olan akademisyenler yurt dışına çıktı, yapabilenler yurt dışında iş başvurusu yapıyor. Çok acıklı.  Dünya Bankası konuyla ilgili bir çalışma yapıyor. OECD ülkeleri içinde beyin göçü en can alıcı durumda olan ülke Türkiye. Beş yıl içinde daha kötü olacağı öngörülüyor.

 

Tersine beyin göçü nasıl sağlanabilir?

Birey, dönmek için liberal, laik, demokratik uygulamaların olduğu kurumlar, hukukun üstünlüğüne inanan bir ülke görmek ister. Düşünsenize bazı araştırmaları Türkiye’de yapmak mümkün değil, yalnızca sosyal bilimlerde değil tıpta, mühendisliklerde… Bu araştırmaları yapmanıza izin vermezler, yaparsanız özgürlüğünüzü riske atmış olursunuz. Milyon verseler kimse gelmiyor. Mahkemelik oluyorlar, yıllar sürüyor… Serbestçe konuşurum, özgürlüğüm garanti altındadır diye düşünmeden ve bunun kanıtlarını görmeden hiçbir ciddi araştırmacı  Türkiye’ye gelip burada çalışmaz. Daha acıklısı, sadece öğretim görevlilerinin gitmesi değil, öğrenciler gidiyor. Yurt dışında giden kalacak orada… En iyi beyinlerimizi ihraç ediyoruz yani.

 

Liyakat ne önemli bir konu!

Daha yeni gündeme geldi, şimdilik yalnızca konuşuyoruz. Kim olduğun değil, işini ne kadar iyi yaptığın, yani  “know-how”ın önemli. Türkiye’nin “Know Who” değil “Know How” ekonomisine geçmesi gerekiyor. Yıllar önce araştırmamda yazdım, Brookings Enstitüsü’ndeki konuşmamda bahsettim. Dünya Bankası, Türkiye raporunda da bunun altı çizildi. Liyakat olmazsa olmaz, çıkış yok. Tüm gelişmekte olan ülkelerde söz konusu. Bizdeki sorun ise konunun dinle iç içe geçmiş olması. Alınacak çok ders var. Ne ekersen onu biçersin. İş yaptıklarını arkadaş ve yandaştan seçersen, işi yapabilecek yetkin kişileri kaybedersin. Sınav şimdi başlıyor. Ne zaman liyakat gözetilerek hak etmiş insanlar göreve gelir, o zaman Türkiye’de bir şeylerin değişeceğine dair inancımız pozitif olur.

 

Göçenler, gittikleri yerde ne buluyor?

ABD’de, Avrupa’da bizden farklı olan ne biliyor musunuz; farkların kabul görmesi. Yerleşik toleransın olması, “Ben ne dersem o olur, sorgulanmadan yapılır” gibi bir kültürde yaşamak zorunda olmamak. Tek tip insan yok. Herkes farklı ve farklı düşünüyor. Farklı düşündüğü için kucak açılıyor övgüye tabi tutuluyor. Bizde tek tip insan yetiştirme çabası var, farklı olan kötü  damgası yiyor. Bunu aşmanın tek yolu, eğitim-bilgi-laiklik. Kısacası Atatürk’ün neredeyse 100 yıl önce çizdiği yolun ne kadar doğru olduğunu hala anlayamadıysak ülkenin düze çıkması zor.

 

 

 

Paylaş