Yaprak Özer ile Ece Temelkuran Söyleşisi

Yaprak Özer:
Merhaba sevgili izleyenler. Bir kez daha karşınızdayım, Yaprak Özer. Yıllarca – artık klişe diyebileceğimiz – geleneksel televizyonlardan seslendim; ardından bant yayınları, sosyal medya… Ama canlı yayın bambaşka. Bugün LinkedIn, YouTube ve farklı kanallarda size ulaşmanın bir iletişimci olarak büyük keyfini yaşıyorum. Konumuzu da böylece iletişime bağlamak istiyorum.

Bu seri ağırlıkla Indeks Konuşmacı Ajansı’nın konuşmacılarını hedefliyor; daha sık sizlerle buluşsunlar istiyoruz. Fakat konuşmacılarımızın ötesinde, çeşitlenen ve çok hızlı akan gündemde adeta sarhoş olurken farklı uzmanlıkları, birbirinin içine geçmiş disiplinleri bir araya getirmemiz gerekiyor. Eski raftan alınan konularla size ulaşmamız mümkün değil. Kendimi bir “içerik küratörü” olarak tanımlamayı daha uygun buluyorum: Nerede ne var, kime nasıl ulaştırmalı? Amacım bu.

Bugün ayrıca heyecanlıyım. Yalnızca ilk yayını yaptığım için değil; çok sevgili bir dostu, izlediğim bir entelektüeli ağırlıyorum: Ece Temelkuran. Onun da izniyle ben ona “sen” diye hitap edeceğim; lütfen yadırgamayın. Aramızda daha akışkan bir dil olacak. Bazı insanlarla yıllarca aynı mekânda olmayabilirsiniz; ama tanıştıktan sonra sanki hep birlikteymişsiniz gibi hissedersiniz. Bende böyle bir his var.

Ece Temelkuran’ı iki cümlede özetlemek mümkün değil. Ödüllü bir gazeteci; Türkiye’de tanındığından – altını çizmek isterim – bugün dünyada daha fazla tanınan bir entelektüel. Roman yazarı; aynı zamanda politik bir yorumcu. Sorularım, iletişimci kimliğini ortaya koyacak şekilde – bizi aydınlatması için – iletişimle ilgili olacak; çünkü gittiği yol farklı noktalarda hep buraya geliyor, ben böyle okuyorum. İki kitabı var; o omurga üzerinden yürüyeceğiz. Efendim, sevgili Ece Temelkuran…

Seninle çok enteresan bir başlık bulduk: “Hakikat yorulmadan birlikte var olma.” Tuhaf olduğunun farkındayım. Yakından izlemeyenler için “hakikat nedir, birlikte var olma neyi kasteder?” diye sorulabilir. İkisini birden sormayacağım; sorular arasında gideceğiz. Ama şuradan başlayayım: “Hakikat nasıl yorulur?” Ece?

Ece Temelkuran:
Yoruldu. Türkiye için çoktan yorulmuştu; şimdi dünya da – bizim ülkemizde yaşananların benzerini neredeyse aynısını yaşadığı için – yoruldu. Hem politik olarak, hem de teknoloji – özellikle yapay zekâ – ile birlikte başka tür bir yorgunluk baş gösterdi, hatta başladı bile.

Hakikat yorulunca insanlar da yoruluyor; çünkü biz hakikatle yaşayan, hakikate tutunarak yerini bulan varlıklarız. Nirengi noktaları gibi düşün: Hakikatin nirengi noktalarına tutunarak dünyadaki yerimizi buluyoruz. Hakikat yorulunca bir tür delilik yaşıyoruz; o delilik de yorucu.

Yaprak Özer:
Biz de biliyoruz. Şimdi başkaları öğreniyor. Örneğe gerek yok ama sabah “seninle nasıl başlasam?” diye düşünürken aklıma geldi: Konular lahana gibi üst üste. Geçen hafta BM Genel Kurulunu hep birlikte izledik. New York’ta olan şeyler, bizim açımızdan da çok önemliydi; ticari pek çok anlaşma yapıldı – tabii ki siyasi – ama onları bir kenara bırakalım. Orada pek çok şey yaşandı. Hakikatten kastın, orada söylenenler ile gerçekte olanlar/olmayanlar mı? Buradan başlayarak hakikati somuta indirebiliriz. (Kolombiya Devlet Başkanı’nın konuşması nedeniyle vizesinin iptal edildiği söylendi. Suriye Devlet Başkanı kırmızı halıyla karşılandı; kısa süre önce aranan biriydi. Bu liste uzar gider.) Bugün anladığımız “hakikat”in tanımları mı değişti?

Ece Temelkuran:
Hakikat her zaman hem öznel (öyle olduğu iddia edilir) hem de politik bir şey. Politik pozisyonlar, statüko değiştiği anda hakikat de değişir. Fakat bizim kuşağın hayatında bu, çok hızlı değişti. Neyin gerçek/doğru/yanlış olduğu – hatta neyin güzel, neyin çirkin olduğu – ters yüz ediliyor. Türkiye’nin mikro düzeyde yaşadığı şeyi dünya şimdi makro düzeyde yaşıyor.

Ve gücün hakikati belirlediği, güçten başka belirleyici unsurun kalmadığı bir süreç bu. Yıpratıcı olan bu. Biz – modern zamanların insanları – hukukla ve hukuk temelindeki ahlaki değerlerle yaşamaya alışmıştık. “Hukukun üstünlüğü”, “herkesin hukuk karşısında eşitliği” gibi inançlarımız vardı. Şimdi hukukun kendisi değişiyor; kapitalizmin krizi ve yeni dünya düzeniyle birlikte… Hukuk değişince ahlak da değişiyor. Ahlak hakikatle bağlantılı; neyin doğru/yanlış olduğunu bilmeden hakikate varamazsın. Bunlar değiştiği için büyük bir çalkantıdan geçiyoruz; eskiye dair bildiğimiz her şey buharlaşıyor.

Bu sadece Beyaz Saray’da ya da BM’de olan bir şey değil; yukarıdan aşağıya yağmur gibi yağıp kişisel hayatlarımıza, kim olduğumuza müdahale ediyor. Kişisel ilişkilerimiz bile oradaki değişimden bağımsız değil. Yeni bir ahlak doğuyor; bu da acımasız. Hakikat her gün değişiyor ve yoruyor. Bunu kapitalizmin krizine, demokrasinin ve “hukuk hissinin” zayıflamasına bağlıyorum. Hakikatin tekli dönemi bitiyor; tuhaf bir döneme girdik. Artık bilmek değil, neyeye inandığın anlam dünyanı belirliyor. Bunu açabiliriz.


How to Lose a Country (Bir Ülke Nasıl Kaybedilir) ve Together (Hep Beraber)’da yazdım. Öyle bir zamandayız ki “dünya düzdür” diyenler var. Sen “hayır, yuvarlak” diyorsun; bilimsel açıklamasını veriyorsun. O ise “elitlerden birisin” diyor. Fotoğraf gösteriyorsun; “fotoşop” diyor. Adamı uzaya götürsen bile “ben başka türlü inanıyorum” diyor.

Bu yeni bir şey. Başka türlü inanan birini ikna edemezsin. Gerçeği görse bile hakikati seninkinden farklıysa nasıl konuşacaksın?

Yaprak Özer:
Araya gireyim: Sen politik yorumcusun ama aynı zamanda iletişimcisin. İletişimciler gafil mi yakalandı? Nerede hata yaptık – ya da bu bir hata mı? Siyah-beyaz gördüğümüz dünyada başka renkler mi var? Bir çentik atarsan sevinirim.

Ece Temelkuran:
“Hata yaptılar” diyemem. Benim de fark etmem sosyal medyayla oldu: Artık bilmenin değil inanmanın dünyasındayız. İnanç sistemleri açık büfe gibi; kim neye göre seçiyor, eski ölçüler yok. Eskiye döndürmeye çalışanların boşa kürek çektiğini düşünüyorum. Bu yeni dönemi onaylamak gerekmiyor, akışa kapılmak zorunda değiliz; ama geri dönüş olmadığını kabul etmek lazım. İnsanların gerçekle/hakikatle ilişkisi radikal biçimde değişecek. Bununla nasıl yaşayacağız ve mücadele edeceğiz; buradan düşünmeliyiz.

Kötü tarafı şu: Hakikatin bolluğu/yorgunluğu ve herkesin istediğine inanıp bunu açıklama ihtiyacı duymaması… Üstelik kanıtlandığında bile utanç duymaması. Sonuçta insanlar “Benim gerçeğim bu; onlarınki şu. Ben kendi gerçeğimin etrafında kim varsa onunla örgütleneyim, yaşayayım; diğer gerçeklerden korunayım” demeye başlıyor. Bu hem hayatta kalma refleksi hem de topluluk ihtiyacı. Herkes küçük komünitelere yöneliyor: “Kendi YouTube kanalım, Substack’im… insanlar oraya gelsin.” Genel olarak hakikatin ve sözün globalliğinden vazgeçer haldeyiz. (Kendimi de dahil ederek söylüyorum.) Çünkü dışarıda bir hakikat fırtınası var; ruh sağlığımızı korumak için küçülme eğilimindeyiz: “Ben artık bin kişiyle, beş bin kişiyle devam edeceğim.”

Yaprak Özer:
Bu büyük bir değişim. Dinlerken romantik gelebilir; sen de “romantizm” kelimesini kullanıyorsun. Sosyal medyayla ilişkilenince ben de öğrendim; hepimiz teknolojiyle böyle olduk. Gücün el değiştirmesi önemli. Klasik güçlerden değil; büyük teknoloji, algoritmalar… “Bin kişiyle devam edeyim” derken, bir yandan da dünyayı şekillendiren dev yapılar… Onların bakışıyla hayatımız şekilleniyor. Together’a geçmeden önce buna dair bulduklarını paylaşır mısın?

Ece Temelkuran:
Evet. Geçen kış kapalı bir toplantıya katıldım. Silicon Valley’den – Amerika’nın en zenginlerinden birkaçının da olduğu – ve Trump’ı destekleyen insanların bulunduğu bir toplantıydı. Gelecek planlarını çok açık söylediler. Sadece gerçeği/hakikati umursamamak değil; insan kitlelerini tamamen yok sayan bir bakış. “Politikayla işimiz yok” diyen iş insanları var ama yaptıkları son derece politik.

Ve algoritmalar sayesinde dünyayı nasıl kolay yönetebileceklerine dair sonsuz bir inançları var. Sinirlendirici. Algoritmayı kırmak zor. Eski Twitter/Yeni X’te 2,6 milyon takipçim var; niye var, bilmiyorum. Ama Gazze’den sonra, Trump’la ilgili yazdıklarımdan sonra en fazla 15–20 bin kişi görebiliyor; en yakın arkadaşlarım bile görmüyor. Bunu nasıl kırarsın? Yoksa gidip başka yerde kendi komüniteni mi kurarsın? Demin dediğim şeye geliyor.

Acıklı bir tarafı var: Gazze’den görüyorum; insanlar tweet atıp altına “algoritmayı kırmak için beğeni koyun” yazıyor. “Beğeni” dedikleri şey ölen çocuklar. Ahlaken çok garip bir yerden geçiyoruz. Bunu matbaanın bulunmasına benzetenler var ama daha büyük. Bu işle ilgilenenlerin İngilizcesi reality collapse – gerçeğin çöküşü. Nirengi noktalarının ortadan kalkması demek; hepimizin “uçuş hâli”nde yaşaması… Bu yüzden komünite kurma hayatta kalma mücadelesi: İnsanlar tutunacak bir şey arıyor. Tek başına gerçeği bilmek kadar, tek başına hatırlamak kadar trajik bir şey yok. Birlikte “bu gerçekti, değil mi?” diyebilecekleri insanlara ihtiyaçları var – delirmemek için. Bu hem global politik/duygusal bir durum, hem de zamanın ruhunu belirliyor: Eşi görülmemiş bir kafa karışıklığı.

Yaprak Özer:
Buradan ilk kitabına… Ben iki defa okudum; her okuyuşumda başka türlü. Bu “anlamadım” demek değil; aradaki kısa zamanda geometrik olarak artan olaylar ve benim dönüşümüm… Ayrıca mesleğimin geldiği acayip nokta. Üstümüzden buldozer gibi geçti – sen de anlatıyorsun. İletişimin bir gün bu kadar farklı, önemli, vasat ama kısıtlayıcı olacağını öngörmüş müydün? Bir yandan da – belki senin için zor – önceden görmek… Anlattığın dönemlerde seninle çok mücadele edildi; “bunu niye anlattığını” zamanla idrak ettik. Belki üçüncü kez okunduğunda bambaşka okunacak. Bugün o kitabı okurken teknoloji oligarkları gözümün önünden daha fazla geçti; algoritmalar bizi ayıran/ bir araya getiren… Soru biraz ortaya karışık oldu. Kendini nasıl hissediyorsun? Ve Together’a bağlayalım: Birlikte ne yapacağız, yapabilecek miyiz, ortam var mı?

Ece Temelkuran:
Önce şunu söyleyeyim: Together’ın Türkçesini “Hep Beraber” koyduk. Az önce anlattığım küçük komünitelere sıkışmayalım diye yazdım. Hâlâ hep beraber olabiliriz; bütün dünya için bizi bir araya getirebilecek temel ahlaki ve politik kavramlar neler olabilir? Bu gerçekliği kabul eden ama eleştirel bakan, hâlâ birlikte yapabileceğimiz şeyler olduğuna inanan bir kitap.

En başta sen “iyi olmak görevimiz” dedin ya; ben de ahlaki bir görev olarak görüyorum: Umutsuzluğa kapılmamak, inancı kaybetmemek, hâlâ hep beraberliğe ve hakikatin tekliğine inanmak, onu ifade etmek… Aynı zamanda politik bir görev.

“Her şeyi önceden yazmak” mistik değil. İktidar açısından problemli şeyler söylersen sınırları hissedersin; benden önce söyleyenler de vardı, onlar sınırların tadına benden önce baktılar. İnsanlar hayatlarını zorlaştıracak şeyleri görmek istemez ve erteler. Politik olarak da böyle. Herkes içten içe biliyordu – Türkiye’de olacakları. Eğer örgütlenmezsek ve direnmezsek iyiye gitmeyeceğini… Ama “kendimi korursam, beklersem geçer” diye düşündüler. Şimdi dünyada da aynısı oldu.

Bir Ülke Nasıl Kaybedilir 2019’da yayımlandı; ama ben 2016’dan beri Avrupa ve Amerika’da “Bunlar size de olacak; bizde olanlar” diye anlatıyorum. Şimdi insanlar daha çok okuyor; “evet, söylemiştin” diyorlar. Bu iyi bir şey değil. [gülüyor] İletişimci olarak söyleyeyim: “Ben demiştim” nasıl denir, bilmiyorum; dünyanın en sevimsiz cümlesi.

Bir yanı bu; bir yanı da şu: Hakikat yoruluyor dedik ya; onu dile getirenler de yoruluyor. Ben de yoruldum. On yıldır İngilizce konuşuyorum; “bakınız şöyle olacak, böyle oluyor…” Hakikati dile getirenlerin yorulma hakkı yokmuş gibi davranılıyor ama var. Yoruluyorum.

Yaprak Özer:
Tabii ki yorulursun; yorulmamak mümkün değil.

Ece Temelkuran:
Bunu söylemek bana önce şımarıklık gibi geldi ama yok; böyle bir hakkım var, yoruluyorum. Dahası, insanlar yine de yapıyor. Çünkü inanma çağındayız; “olmayacağına” inanıyorlar. Sanki dünya dışı/mistik bir kuvvet kurtaracak.

Yine de şuna inanıyorum: İtalya’da işçiler birleşip dokları kapattılar; İsrail’e giden malları engellediler. (Sonra bazı haberler yalanlandı, işler karışık ama) örgütlü mücadele – beyaz yakalılar düzeyinde de – hala mümkün. Algoritmayı da kırabiliriz; diktatörlükleri de yıkabiliriz; bu korkunç gidişata son verebiliriz. Fakat insanların – ve benim söylemekte zorlandığım – şeyi şu: Bu, mevcut ayrıcalıklarımızdan/konforumuzdan bazılarını bırakmayı gerektiriyor. Biraz fedakârlık yapmadan buradan çıkamayız. Söylemesi de yapması da kolay değil.

Yaprak Özer:
Peki bundan sonra ne söyleyeceksin? Yeni kitabının yakında yayımlanacağını biliyorum. Orada başka bir şey söylüyorsun. Avrupa’da yayımlanan ve beni çok etkileyen makalende Türkçe–İngilizce arasında kendini ifade etmenin acısından söz ediyordun. Önce duygusal, sonra teknik okudum. Yeni yayın ne zaman? Nerede okuyacağız?

Ece Temelkuran:
Şubat’ta orijinal İngilizcesi çıkacak: Nation of Strangers: Rebuilding Home in the Twenty-First Century. Türkçesi muhtemelen “Yabancılar Milleti: Yirmi Birinci Yüzyılda Evi Yeniden Kurmak.” Başlığı çevirmenimle netleştirmedim.

“Ev”in ne olduğuna dair yazdım. Bugün yalnızca milyonlarca insan yer değiştirmiyor; politik ve ahlaki olarak da evsiz hissediyoruz. Yapay zekânın ortaya çıkmasıyla insan olma hâlinde de evsiz hissediyoruz; çünkü bizden daha iyi dil konuşan ve anlayan bir varlık var artık – bizim yarattığımız bir varlık. Eğer biz dil değilsek, insan olarak neyiz? Varoluşsal bir evsizlik.

Kitabı mektuplar şeklinde yazdım; hepsi “Sevgili yabancı” diye başlar. Bir sürü mektup var. Bu, on yıllık politik cümlenin sonu gibi: Bir Ülke Nasıl Kaybedilir ile başladım – “faşizm böyle bir şey”; Hep Beraber’de “faşizme karşı böyle yapabiliriz.” Sonra dünyada büyük kafa karışıklığı gördüm; “insanları bir araya getiren bir sözcük bulmalıyız” dedim. Bunun “ev” olabileceğine karar verdim; çünkü hepimiz evimizi kaybediyoruz. Kendi ülkemizde/kendi evimizde yaşasak bile artık kendi ülkemizi, kendi insanımızı tanıyamıyoruz.

Bu kitap İngilizcedeki on yıllık serüvenimi bitirecek bir cümle gibi. Sonra inşallah romanlara döneceğim; belki Türkçe yazacağım. Türkçeyi özledim; binlerce deyim, söyleyiş… Belki Türkçeye dönmekte fayda var.

Yaprak Özer:
Kapatırken bana ikircikli duygular yaşattın. Bunun sonu yok aslında. Tadı olan kelimeler… Dinlediğimiz her şeyi duymuyoruz; duyduklarımızı ne kadar anlıyoruz? Gençler için bu çok doğru; ama gençler duyulmadıklarını düşünüyor. Ben de, sen de öyle. Oysa sesimiz çok çıkıyor. Bugünkü konuşmadan ve sonraki okumalarımdan şunu öğrendim: Evimiz var ama evsiziz. Dilimiz var ama dilsiziz. İletişim çağındayız ama iletişim kuramıyoruz. Çok sayıdayız ama çok azız. Daha yalnızız ama kalabalıkların içindeyiz. Bunları yeniden hissettirdiğin için teşekkür ederim. Birlikte değiliz; bir iletişimci olarak bunlar benim için çok önemli. Bir kez daha düşünmek, tadına varmak… Tadına varırken acısını da hissettim; teşekkür ederim. Ama yeniden öğrenmek…

Ece Temelkuran:
Orada bırakmayayım; acıyla bitmesin. İnsanlar bunları hissedebilir; hepimiz bir parça hissediyoruz. Ama öyle bir çağa giriyoruz ki arkadaşlıkların ve insani ilişkilerin kıymetini daha çok anlayacağız. Çok yakında benim Ece olduğuma benden başka kanıt kalmayacak; senin Yaprak olduğuna da senden başka… Çünkü AI her şeyi çok değiştirecek. Bu yüzden yakınlaşmak ve birbirimize tutunmak için eskisinden güçlü gerekçelerimiz var. Ben bunun insanları yakınlaştıracağını da düşünüyorum.

Yaprak Özer:
Ben de inanıyorum. Bu arada Ece Temelkuran bir konuşmacı ve Indeks Konuşmacı Ajansı olarak onu temsil etmekten çok gururlu ve mutluyum.

Ve… iletişimin bugün negatif duygularla andığımız oligarklar sayesinde dünyanın neresinde olursak olalım konuşabiliyor olmamız da tuhaf bir paradoks. Ama daha çok olduğumuz, daha çok konuştuğumuz, daha çok dokunduğumuz zamanlar olacak. Görevim umutlu olmak; asla umutsuz kapamıyorum.

– Podcast olarak dinlemek isterseniz: https://open.spotify.com/episode/0YSoOqVT6PXe4FcNkhZnKk?si=TvUBe25BRpSEmsInb8bETg
– Youtube’dan izlemek isterseniz: https://www.youtube.com/live/r36KGL0_Ufc?si=yEuCixAh4Hfxg4gh

Paylaş