Roman gibi akan bir röportaj önerim var size. Yazın sıcağına uygun… boğucu gündeme inat farklı konular ve kişilerden konuşmak iyi gelebilir. Dikkatimi çeken portrelerin başarılı söyleşilerini mercek altına almak istedim, paylaşıyorum. Amacım, yalnızca röportajın içeriğini değil, onu başarılı kılan iletişim tekniklerini de görünür kılmak. Liderlerin ya da etkili kişilerin söyleşilerindeki güçlü yönleri, kurdukları bağları ve ilettikleri mesajları analiz etmek istiyorum. İlk konuğumuz, empatiyi liderliğinin merkezine yerleştiren Yeni Zelanda eski Başbakanı Jacinda Ardern.
Empatiyi Güç Olarak Tanımlamak
Ardern, yeni yayınlanan anı kitabı A Different Kind of Power’da liderlik anlayışını yeniden tanımlıyor. Ona göre çoğu zaman zaaf olarak görülen empati, aslında bir güç: “Empathy is a kind of strength.” Öğreniyorum ki, yeniden öğrenci olmak üzere gittiğ Harvard’da empati üzerine yönetim dersleri veriyor. Bu söyleşide de, empatiyi sadece bir iletişim taktiği olarak değil, yaşam biçimi olarak nasıl benimsediğini samimi bir dille aktarıyor.
İletişim Teknikleri
Güçlü yönlerinden söz edeyim; öncelikle samimiyet: Resmiyet yerine insani bir dil kullanıyor. Gözlem yeteneği: Karşısındakini dinleyen ve buna göre yanıt vererek yaklaşıyor. Net Mesaj veriyor; Karmaşık durumları kısa, güçlü cümlelerle ifade ediyor.
Sınırlı Kalan Noktalar
Empati odaklı anlatım bazen politik derinliği zayıflatabiliyor. Kendi gerekçelerini öne çıkarırken bağlamsal analizi sınırlı kalabiliyor…
Bunu göreveyken de yaptı; “ben gidiyorum, bu kadar yeter” diyen “en genç” başbakan. Pillerini doldurmak için ayrılmıştı!. Belli ki, piller şarj olmuş…
“Doğaçlama lider” diye bir tanım var mı?
Doğaçlamada bence en önemli unsur iletişim yetkinliği. Sahneye bir anda çıkıp kalabalığın ritmini, çağın dilini ve duygusunu yakalamak gerek. Ancak iyi iletişimle yapabilirler. Okumanız için önerme motivasyonum basit: empatiyi araç olarak değil, içselleştirilmiş yöntem olarak kullanmaları. Empatinin sahtesi çok çirkin duruyor.
Empati bir güç mü?
Röportaj buluşması, Boston-Cambridge, Massachusetts’te sıradan bir kafede gerçekleşiyor. Katharine Viner The Guardian’ın Genel Yayın Yönetmeni ile Arden arasında geçiyor. Viner iyi bir gazeteci. Buluşmadan hemen öncesini tasvir etmiş; konuğunu bekletmemek için heyecanla erken gitmiş. Sözde teybini not defterini ayarlayıp bekleyecek. Cafeye vardığında Ardern’I çoktan gelmiş teybini masa üstüne çıkarmış bekler bulmuş.
Söyleşinin Gücü; dili
Babası polis, anne okul yemekhanesinde çalışırmış, sıradan biri. Bir kız kardeşi var. İkisi de ailede üniversiteye giden ilk kuşak. Çocukluğunda, çok duygusal bir “Erkek Fatma”ymış, öyle ki, siyasete atıldığında babası, “Benim kızım bu iş için fazla hassas” demiş. Siyasete girişi bilinçli, başbakanlık ise tesadüf… Seçim öncesi partisinin kamuoyu nezdinde popülaritesi çok düşük çıkınca, lider istifa ediyor, Ardern kendini spotların altında buluyor. Yeni Zelanda’nın 3. kadın başbakanı oluyor. Ve o sırada hamile olduğunu öğreniyor. Hayat arkadaşı, TV yapımcısı Clarke Gayford’la resmi nikah yok. Ezber bozduğunu söyleyebiliriz… Pakistan başbakanı Benazir Bhutto’dan sonra görevdeyken doğum yapan ikinci başbakan. Birleşmiş Milletler Konferans salonunda kucağında bebekle fotoğraflarını görünce ne şaşırmıştık, anımsayın.
Doğaçlama ve Kriz Anlarında Liderlik
Ardern, kariyerinin en kritik sınavlarını krizlerde verdi. 2019 Christchurch saldırısında, “They are us” sözleriyle ulusal birlik mesajı verdi; Müslüman topluluğun yanında durdu, yarı otomatik silahları yasakladı ve küresel silahsızlanma çağrısı yaptı. COVID-19 pandemisinde ise veriye dayalı hızlı kararlar aldı; sınırları kapatarak ülkesini uzun süre düşük vaka sayılarıyla korudu. Bu söyleşinin başarısı, Ardern’in krizleri anlatırken sadece olayları değil, bu kararların ardındaki düşünce süreçlerini de paylaşmasında yatıyor.
İlginç bir anekdot öğreniyoruz; o günlerde dönemin ABD Başkanı Trump taziye için aramış kendisini, şöyle bitirmiş sözlerini; “Amerika sizin için ne yapabilir?” Ardern, doğaçlama yanıt vermiş, “Müslüman topluluklara sempati ve sevgi gösterebilirsiniz.”
Aşı karşıtları
Ardern’in sınandığı ve tükendiği dönem Pandemi (2020–22) süreci. Kendisini tanımayan kalmadı. Çünkü cesur pervasız doğaçlama hareket etti diyeceğim; şu yönüyle uymuyor, veriye dayalı siyaset izledi. Rakamları görünce gelecek analizi yaparak hızlı davranıp ülke sınırlarını kapadı.Yurt dışında kalan vatandaşlar zor zamanlar geçirdi o günler… Her ülkeden kıyamet gibi ölüm haberleri gelirken, Yeni Zelanda’nın neredeyse hiç kaybı olmadı; Delta varyasyonu salgına dönüşene kadar… Bu kez de tereeddüt etmeden aşıyı zorunlu tuttu. Yüksek aşılama, düşük ölüm yaşandı. Hepimiz bu tanımadığımız kadına şapka çıkarırken kendi halkı ayağa kalktı. Aşı karşıtları toplumu kutuplaştırdı. Ardern’e göre binlerce hayat kurtuldu. Durumu açıkladığı şu yaklaşımı ilginizi çekebilir; “olmamış felaket”in hesabını vermek zorunda kaldım “People only see the decisions you made, not the choices you had”. Ne kadar doğru… halk sizi seçeneklerinizle değil aldığınız kararlarla değerlendiriyor. Ben iletişim açısından bu gerçeğin üzerinde düşünmeli diyorum.
“Burnout-tükenmişlik yaşıyorum”
Görevi kendiliğinden bırakan lider görmediğim için Ardern’e sempatim var, gözüme takıldığı an izliyorum. Koltuğa yapışmadan, hayatın siyasetten daha büyük olduğunu gösterdiği için sempatim var. Yönetimde “insanlık payı” olmalı. Aksi kendi canı acıyan ve başkalarının da canını acıtan bir liderlik türü. “I think the rehumanisation of people in public life is really important” diyor. İfadeyi yerelleştirecek olursam; lider pozisyonundaki şahısları insancıllaştırmak ya da insan olduklarını anımsamamız önemli demek istiyor. Ben o koltuklarda maalesef insanlığını unutmuş ya da unutmak üzere olanlar görüyorum.