Bu hafta yine kelimelerin, etiketlerin, hakaretlerin, “gerçek” ile “kurgu” arasındaki bulanık çizginin içinde kaldım. Hangi habere baksam bir iletişim kazası, bir gaf, bir hakaret ya da saklanan çıplak bir gerçek görüyorum. “Tamam, bunu yazmalıyım” dediğim her sahnenin üstünü birkaç dakika sonra başka bir olay örtüyor.
Bir noktada durmak zor. Ama biraz geri çekilip, biraz da uzaklaşınca, bunların tek tek “olay” değil, bütün halinde bir “iletişim rejimi” olduğunu görüyorsunuz. İletişim yapmanın, hele “iletişimci” olmanın tarihin herhangi bir döneminde bugünkü kadar zor olup olmadığından artık emin değilim.
OMURGALI İLETİŞİM ZAMANI
Bu haftanın tüm parçalarını yan yana koyunca aynı soruya dönüyorum: Anlattıklarım iletişim kılığında bir gösteri!
Yıllardır “iletişim kuralsızdır” diyenlere, iletişimin disiplin işi olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bakıyorum “saldım çayıra” misali, en hızlı bağıranın, en kaba konuşanın, en sert hakareti edenin “daha gerçek” zannedildiği bir dönemden geçiyoruz. Ortada dönen şey bir horoz dövüşü.
Hakkında ölüm fetvası verilen yazar Salman Rüşdi, silahlı saldırı sonrası bir göz bir el kaybetti, yeniden yazmaya dönüp uzun zaman sonra hikayelerden oluşan kitabıyla okuruyla buluştu. CNN programcısı gazeteci yazar Fareed Zakaria’nın programında da saldırı sonrası ilk kez görünür oldu. Söyleşide şu cümle dikkat çekiciydi; “Hakikati savunmak lüks değil; nefes almak gibi bir ihtiyaç. Eğer gerçekler çarpıtılırsa, hikayeyi fanatikler anlatır.”
HAKARET NORMALLEŞTİĞİNDE
Hakaret normalleştiğinde, hakikat sessizleştiğinde, iletişim de yerini gösteriye bırakıyor. Küçük görünen dil kaymaları, toplumların refleksini, gazetecilerin cesaretini, siyasetçinin sorumluluğunu şekillendiriyor.
Ben de “iletişim omurgası”nı kaybettiğimiz anları; sosyal medya devleri Meta ve TikTok’tan İklim Zirvesi COP’a, ABD Başkanı Donald Trump’ın dilinden yapay zeka diline kadar hislerime, gözlemlerime anlatımıma tercüman olabilecek anekdotları bilgiyle bağlayarak bir araya getirdim.
SAKLAYARAK YÖNETMEK
Meta’nın 2020 tarihli “Project Mercury” çalışması, Facebook ve Instagram’ı bir hafta bırakan kullanıcıların depresyon, kaygı, yalnızlık ve sosyal karşılaştırma düzeylerinin azaldığını göstermiş. Yeni öğreniyoruz! Şirket içi belgelerde bile bulgu, “nedensel etki” olarak tanımlanmış; Meta, ürününün sağlığa zarar verdiğini bile bile kamuoyunda inkar etmiş.
Benzer şekilde TikTok, ABD’nin ulusal veli-öğretmen derneği PTA’yı fonladıktan sonra iç yazışmalarda “artık ne istersek yaparlar” diye övünmüş… Bunu da yeni öğreniyoruz. Genç güvenliği, büyüme stratejisine takılmamak için etkisiz tasarlanmış. Devam ediyorum daha öğreneceğimiz çok şey olduğu kesin ama parça parça öğreniyoruz ki, tam 71 çalışma yapılmış… 100 bine yakın kişide test edilmiş. Kısa video tüketimi arttıkça dikkat süresi azalıyor. Dürtü kontrolü zayıflıyor. Beyin yavaş tempolu, emek isteyen işlerden uzaklaşıyor. Sonuç, iletişimi yüzeyleştiren bir davranış ekosisteminde yaşıyoruz. Kötü haberi söyleyeyim: Bu durum yalnızca bireyleri değil, gazeteciliği, kamu tartışmalarını, siyasetin kurduğu cümleleri bile etkiliyor.
ARTIK SANSÜR YASAKLAMAK DEĞİL
Salman Rüşdi’nin röportajına döneyim hemen; “Sansür artık yasaklamak değil, bilgi yükleyip hakikati boğmak biçiminde çalışıyor” diyor.
Şöyle olmuyor mu; özel kamu fark etmeden kurumlar artık gerçeği saklama ihtiyacı bile duymuyor. Tam tersine köpürtüyor, ilgiyi kaydırıyorlar. Dil normalleşiyor, görünmez oluyor.
NUTKUMUN TUTULDUĞU ANLAR
Çok ama çok kolay şekilde üstü çizilen bir eşikten söz edeceğim. Gazeteci Catherine Lucey’ye “Quiet, piggy!”(kapa çeneni domuzcuk), gazeteci Mary Bruce’a “terrible reporter” (berbat bir gazetecisin), “horrible question”(rezil bir soru), tarihe geçen Kaşıkçı cinayeti için “things happen” (Olur böyle şeyler) denirse!…
Tepki vermediğimizde, eşik aşağı iniyor. Çok değil hemen ertesi gün o eşiğin adı “norm” oluyor. Bu hafta ABD’de olan tam olarak buydu. Beyaz Saray sözcüsü, geçmişte hakaret olarak kategorilendirdiğimiz kelime ve kavram kullanımları için Başkanın samimi insan ve kişilerin arkasından konuşacağına yüzüne konuşan bir üsluba sahip olduğunu söyledi. “Bu daha iyi değil mi?” diye de sordu…
Hakaretin yeni adı, samimiyet; gerçeğin yeni hissi rahatsızlık; gazetecilik mesleği hedef tahtası.
COP30 bitti Yaşasın COP31
Dünyanın en büyüklerinden biri olan gelecek iklim zirve toplantısını Türkiye kaptı. Büyük olay. Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi Türkiye için samimiyet sınavı olacak. Brezilya’daki COP30, hedeflediği gibi bir “uygulama COP’u” olamadı; fosil yakıtlar adıyla anılmadı; önceki taahhütler korunmaya çalışıldı. Sonuç: “Plan yapmak için plan” yapılan bir toplantı olarak tarihe bile zor geçti.
Ev sahipliği yaparken iletişim adına korkum şu, Türkiye’nin klasik refleksi, COP31’i de savunma çerçevesinden anlatmak olabilir. Diğer başlıklar da klasik; “jeopolitik köprü”, “enerji güvenliği”, “bölgesel istikrar” ve “deniz kum güneş”…
Unutmayalım, uluslararası organizasyonlar hükümet üzerinden, Türkiye halkını temsil ediyor. Önerim nasıl hikaye yazmak istediğimizi bize de sorsunlar.
Biz, deprem, sel, yangın… gibi iklim konusunda çok hata yaptık; bedelini de ağır ödedik. COP31 bu nedenle iletişim sınavı. Gerçekle yüzleşmezsek olmaz. Öğrendiklerimizi anlatmazsak iz bırakmayacağız. En önemlisi samimi bir hikaye yazmasak, diğerlerinin başına geldiği gibi kimse anımsamayacak… Türkiye’nin COP’ta başarı şansı, en “yeşil” söylemde değil, en dürüst hikayede.
Ekonomiyi gösteri alanı olarak görmek
Ekonomist Özge Öner yeni yayınlanan “Herkes Biliyor Geminin Su Aldığını” başlıklı kitabının tanıtımını bir söyleşiyle yapmış. Söyleşideki yaklaşımı, Türkiye’nin ekonomi dilini aktarmış, ifadeleri bu bültenin sinir uçlarına bağlandığından anlamlı buldum. Diyor ki, ekonomi bir performansa dönüşmüş durumda. Makro göstergeler, büyüme oranları, faiz kararları, adeta bir sahne ışığı gibi kullanılıyor. Mikro davranışlar, rekabet, verimlilik, girişimcilik görünmezleşiyor. “Hissedilen yoksulluk” siyaseti belirliyor; gençlerde de en keskin halini alıyor. Söylemi özetle şu; hangi rakamı parlatırsak gerçek görünmez oluyor. Hangi kelimeyi seçersek, toplumun “ekonomiyi nasıl algıladığı” gerçeği değişiyor.
İnternetin yarısını yapay zeka yazıyormuş
İnsan sesi daha da mı değerli? Kesinlikle evet! Graphite tarafından yapılan araştırmaya göre internetteki yeni içeriklerin yarısından fazlası yapay zeka ürünü. Yapay zeka özellikle formülleştirilmiş metinlerde yani liste içerikler, SEO yazıları, ürün açıklamaları gibi hızla baskın hale geliyor. Paradoks yok mu? Olmaz mı, var… Bu paradoksun adı, yapay zeka üslubu! Düz, benzer, tek sesli. Malum hakim küresel norm İngilizce. İngilizce kodlar bastırıyor, yerel renkler silikleştiriyor.
Bize ne lazım?
İnsan sesi lazım; biricik üslup, özgün bakış, tutkulu cümleler. Ne kadar zenginsin diye sorduklarında kriterlerden biri de “kelimelerim kadar” olacak kadar farklı anlatımlar.
Sevip sevmediğinizden emin olamıyorum, yazar Salman Rüşdi’nin sözlerini aralara serpiştirdim, bu okumayı yapanlarımızın sevgiyle ya da nefretle beslenmediğini uzmanlık ve yetkinliğe önem atfettiğini umuyorum; iletişim adına röportajı anlamlı olduğundan cümlelerine referans yaptım; “Bizi insan yapan, hikaye anlatma yeteneğimiz. O yetenek kaybolursa, geriye yalnızca gürültü kalıyor”dediğini aktarmak istiyorum.