Cehennem Sıcağı

William Faulkner’ın sanıyorum bir ya da iki hikayesinden esinlenerek ortaya konan film “The Long Hot Summer” tüm dünyada çok sükse yapmıştı.  Öyle ki, dizi versiyonu  TRT’de “Cehennem Sıcağı” adıyla izlenmişti. Konusu kadar popüler oyuncular sayesinde dikkat çeken 1958 yapımı film ve dizi senaryosuna uzak hayatlarımız olsa da Cehennem Sıcağı betimlemesi tam da içinden geçtiğimiz yazı anlatıyor. Sıcak, kavuruyor. Nem boğuyor. Sel alıp süpürüyor. Kafamıza taş yağmasa da dolu yağıyor. Üstümüzde kara bulutlar, afet beklentisiyle yaşıyoruz.

 

Akıllı telefonumuza gelen mesajlarla meteoroloji bir il ya da bölge için saat verip uyarıyor. Ne çare her seferinde bir yerde taşkın, sel, göçük ve takip eden ölüm ya da yaralanma karşısında çevrenin intikamına karşı öylece duruyoruz. Alışık olmadığımız çevresel olayların takdiriilahi değil betonlaşmanın sonucu olduğunu da biliyoruz. “Doğa intikamını alıyor” diyoruz. Sonra?…

 

Aslında sonrasında yerel seçimler var. Yerel yönetimler önemli birimler. Belediyelerimize başkan seçerken siyasi parti değil, iyi yönetim seçmeliyiz ki, suyumuz aksın, ağaçlarımız kesilmesin, denizimizi mahvetmesinler, balıklarımız yaşasın, çevremizi kontrolsüz piknikçiler sarmasın, yangın çıktığında itfaiye, acile gitmek gerektiğinde sokaklarımıza ambulans girebilsin. Binalar hatır için verilen ruhsat yüzünden çökmesin, insanlar mağdur olmasın. İş yerlerinde sözde çevrecilik yerine özde yeşil sevgisi olsun… Az bile sıraladım.

 

Uzun zamandır doğa ve çevre programları yaparak toplumsal farkındalığa katkı verme gayretinde olan gazeteci Güven İslamoğlu’yla sohbet ettim. Özetini sizinle paylaşmak istiyorum. Anlatımı gayet yalın ve net; içeriğinde bildiklerimiz olduğu gibi düşünmek istemediklerimiz de var. Ama zamanıdır, fazla kaçacak bir yer yok!

 

Öncelikle “Kurumlar çevreyi koruma gayreti içinde mi?” diye sormak istedim. Çevreyi koruma görevi hepimizin olsa da bireyden daha fazla yaptırımı ve olanağı olanlar kurumlar… Afilli kelime “sürdürülebilirlik” çerçevesinde konuya girdim. Kelimeye fazla prim vermedi doğrusu;

Sürdürülebilirlik, çevre konularında kurumlar kendi aralarına konuşuyor. Ama sokağa çıktığımızda olmuyor. Ben kendimce anlaşılabilir bir sürdürülebilirlik formülü buldum; dedem gördü, ben gördüm, sen gör, torunun ve onun torunu görsün. Kurumlar çevre konusuna, şirket-sektör bağlamında rakamlarla bakıyorlar. Benzinden, lastik aşınmasından, elektrikten nasıl tasarruf ederim diyorlar. Biz öyle bakmıyoruz. Biz doğadan, ormandan, suyun olduğu yerden bakıyoruz. Ben de soruyorum, madem bu kadar çevrecisiniz neden doğada bir şey değişmiyor? Okyanuslar plastikle dolu, neden?

 

Konu “Neden geriye gidiyoruz ya da bıçak kemiğe dayandı?” gibi klişe bir sohbet anına geldi hemen. Sonra her sohbette olduğu gibi yerelden küresele geçiş yaptık… Yalnız bizde mi bu sohbet sohbeti açar durumu bilmiyorum, ama itiraf edeyim çok da keyifli oluyor;

Neden Fransa’da İklim Konferansı’nda büyük ülkeler masadan kalktı? Herkes kendi çocuğunu düşünüyor. İklim değişikliği bazı ülkelerin işine yarıyor. Bazıları istiyor, çünkü balık stokları, petrol sahaları, ticari alanları açılacak. Böyle giderse iklim değişikliği bazı ülkelerin tekeline girecek. Öyle bir sınırdayız.

 

Tabii önce can sonra canan… “Bizim geldiğimiz sınırdan söz edecek olursak?” diye sordum;

Tarım ve su alanları açısından sorunlu bir bölgedeyiz. Kişi başına düşen su miktarı 1.4 m3’e kadar geriledi. Hala tekstil gibi sektörler aşırı su harcıyor, tarımda hala vahşi sulama yapıyoruz. Su rezervlerimiz düştü, İstanbul’da musluktan su akınca suyumuz var gibi duruyor. Melen Havzası, Istıranca ormanlarındaki suyu alıyoruz. 2070’e kadar su sorunumuz yok diyorlar. Bizim yoksa çocuklarımızın olacak. En önemli sorun su! Suyu harca nasıl olsa yerine gelir deniyor, doğru değil gelmiyor. Suyun iyi yönetilmesi gerek. Baraj yapıp su tutmak yönetmek olmuyor. Suyu tutuyorsunuz, buharlaşıyor. Su yer değiştirebiliyor. Nüfus arttıkça, dünya var olduğundan bu yana olan su miktarı artık bize yetmiyor.

 

Ve cevabını bildiğimiz soru: “Ne yapacağız?”

Daha az tüketeceğiz. Bir hamburger için 2 ton su harcanıyorsa tüketirken düşüneceğiz. Türkiye’de 5 milyon ekmek her gün çöpe atılıyor, bu su ve enerji kaybı demek. Tüketeceğin kadar alacaksın. Ekmeği de arabayı da… Çok yürü, toplu taşımayı kullan.

Sığır ithal ediyoruz, patates, buğday da… barajlarımızın bazıları atıl. Örneğin GAP projesi… Henüz bitmedi ama özellikle de ilk yapılan barajlar kullanılamaz halde geldi, ömrünü doldurdu…

 

Konuya ama ve fakatlarla girmek istiyorum. Yani bir yandan da okuduğumda güzel şeyler de oluyor dediğim haberler var. Sormak istiyorum kaldı ki, başkalarına da örnek olabilir: “Kurumlar tedbirler açıklıyor. Örneğin bir gıda devi artık pipet kullanmayacak, diğeri plastik bardağı kaldırıyor…” Soruma tam olarak kendim de inanmıyorum galiba. İyi düşünelim iyi olsun gibi bir ruh halinde olduğumu itiraf edebilirim;

Ben buna basit çevrecilik diyorum. Plastik bardaktan vazgeçiyor, bakıyorsunuz firma binası çok katlı, camlı, klima kullanılıyor. Daha aydınlık, bazı malzemeleri geri dönüşümlü olduğu için yeşil bina diyorsunuz, ama her çalışan kendi aracıyla geliyor, otoparkta yer yok. Bina akıllı olacaksa yönetimin de akıllı olması gerek. A’dan Z’ye ortak zihniyette buluşmak zorundayız. Makam aracı gibi çok yaygın bir uygulama var. Hiç kimse birlikte araca binmiyor, hiçbir müdür küçük araç istemiyor. Konu tepeden başlayacak. Kalbinizin yeşil olması gerek. Kurumlara yeşili anlatmak, sokaktakilere yeşili anlatmaktan daha zor. Çünkü refahından ödün vermek istemiyor. Bahçeşehir Üniversitesi bir araştırma yaptı; yeşil için tüketim alışkanlıklarımdan vazgeçerim diyenlerin oranı 0.3.

 

Ve karşımdakini her zaman sınamak istediğim o ana geldik. Kim ne konuda uzmansa acaba kendi uzmanlığını hayata geçiriyor mu diye merak etmişimdir. İyi aşçı evinde yemek yapar mı, doktor kendi sağlığına dikkat eder mi? Eminim sizin de aklınızdan benzer sorular öyle ya da böyle her zaman geçiyordur. Güven İslamoğlu’nu neden ayrı tutayım ki, değil mi?  “Siz ne kadar çevrecisiniz bakalım?” diye sordum tabii. İşte cevabı:

Kötüler arasında iyiyim. Üstümdeki t-shirt nano teknolojiyle yapılmış aslında bir plastik. Karbon ve su ayak izi yüksek ama giymek zorundayım çünkü çabuk kuruyor. Ben doğada çok ıslanıyorum, hasta olmamak için tercihimi bu yönde yapıyorum. 4 çeker araca biniyorum, gittiğim yerlerde elektrik şarj istasyonları yok. Kaz tüyü mont giyiyorum çünkü beni koruyor. Buna karşın şehirde ve haftasonu araç kullanmıyorum, her gün 15-20 bin adım atmaya toplu taşıma kullanmaya gayret ediyorum. Suyu çok dikkatli kullanıyorum, meyveleri yıkadığım suları biriktirip çiçekleri suluyorum. Elektrik ve su faturasını minimum düzeye getirdim. Ev izolasyonuna çok özen gösteriyorum çünkü evde kaloriferi kısıtlı açıyorum, ayağıma çorap üstüme kazak giyip oturuyorum. Yazın serinlemek için klima yerine evde de arabamda da cam açıyorum. Buzdolabında hiçbir şey olmadığında su dolu şişeler koyuyorum ki, elektriği az harcasın. Tüm cihaz ve televizyonları A+ makinelerle yeniledim. Topluma güzel mesajlar veriyorum ama ne yazık ki çalıştığım şirkette ve hatta arkadaşlarıma istediğim gibi mesaj veremediğimi düşünüyorum. Yakın çevremde uyarılarıma karşın sokak köpeği yerine cins hayvan alan ve çiftleştirenler var.

 

Son olarak gerçekten kanıma dokunan, sinirlerimi hoplatan şehir ve doğa manzaralarına lafı getirdim. Herkesin her yerde hava almaya serinlemeye hakkı var. Vatan toprağı özel mülk dışında hepimizin. Kimseyi bu hakkından alı koymak mümkün değil, zaten adil de değil. Peki denizin kıyısına, Boğaz’ın kenarına, güzelim vadilere, bir göletin yakınına, umarsızca semaverini, ızgarasını koyan, sanki orada kendisinden başkası yokmuş gibi yerlere yatan, sabahlayan sözde ailece haftasonu ve veya piknik yapan doğa canavarı insanlara ne demeli?… Kabını kacağını toplayıp arkasında çöplerini bırakıp gidenlere ne yapacağız?… Gönlümden en ağır ceza uygulanmalı demek geçiyor! İslamoğlu’nun görüşlerini de aldım özetliyorum:

Belediyelerin büyük suçu var. “Sen at ben toplarım” mantığıyla çalışıyorlar. Belediye o çöpün yere düşmemesi için hiçbir şey yapmıyor. Yerel yönetimler yeşilin prim yaptığını görmekte yavaşlar. Oy veren de yeşile bakmadan veriyor. Bana kalırsa bir gün çöp yere düşmediğinde kendimizi çevreci bilince ulaşmış sayacağım… Kalbiniz yeşil olunca her şey daha güzel olacak.

 

Sonuç, faturaları aşağı çekelim, dolapta bekleyen eşya görüntüsünden kurtulalım daha az tüketerek, ihtiyacımız kadar alalım. Özgürleşelim. Stok yapmayı bırakıp ekonomik yaşayalım. Başkasına saygı gösterdiğimiz gibi, onların da bize saygı göstermesini talep edelim sessiz kalmayalım.

 

Gelecek seçimler küçük dünyamızın seçimi, unutmayın. Hepimizin küçük dünyasının büyük dünyalar yarattığını da aklınızdan çıkarmayın. Sizi kabinizi yeşillendirmeye davet ediyorum.

Paylaş